'Araştırma'

Alman Toplumu, Müslümanların Hak Taleplerine Nasıl Bakıyor?

Almanya’da Müslümanların dinî hakları, hem sekülerleşme hem de entegrasyon tartışmaları açısından önem arz ediyor. Peki anayasal açıdan dinî özgürlükler nasıl ele alınıyor? Alman toplumu, Müslümanların taleplerine duyarlı sosyal politikalara ne derecede olumlu ya da olumsuz yaklaşıyor? Bu sorulara dair akademik araştırmaların bulgularını derledik.

Müslümanlar için mezar alanları ve İslami define dair düzenlemeler Almanya'da hâlâ çözüme kavuşturalamamış konular arasında. Almanya'daki en eski Müslüman mezarlığının bulunduğu Berlin Şehitlik Camii. Fotoğraf: Achim Wagner - Shutterstock.

Müslümanların dinî hakları hem çoğunlukta oldukları ülkelerin sekülerleşmeye dair umut ve endişelerinin, hem de “öteki” oldukları ülkelerin kültürel tehdit tartışmalarının merkezinde. Özellikle Müslümanların diaspora oldukları ülkelerde etnik öteki olmaktan dinî “öteki”ne aktarımı, başlangıçta aidiyet ve ayrımcılık süreçleri açısından çok bir şey ifade etmiyor gibi görünse de, sosyal politika açısından önem arz ediyor. Tabii sekülerleşme sadece çoğunluk toplumunu Müslümanların oluşturduğu ülkelerin başına gelen bir “olay” değil; Avrupa’nın da son yüzyıllarda sosyal ve hukuki karşılaşmalar yaşadığı, güncelliğini koruyan ve dinamik bir süreç. Göç oranlarının artması ve göçmen nüfusun toplumun dokusuna yerleşmesi ile birlikte dinî çoğulculuk ve dinî haklar meselesi, Avrupa’da Hristiyan toplumun ihtiyaçları, sekülerleşen devlet mekanizmaları ve yabancı düşmanlığı arasındaki fay hatlarına yerleşti.

Almanya’da Din ve Devlet İşleri Ayrı Mı?

1950’li yıllarda Alman toplumunun yüzde 50’si Protestan, yüzde 46’sı ise Katolik idi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki bu dönemde bir yandan Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasası (Alm. “Grundgesetz”) dinî inançları destekleyen bir çerçeve oluştururken Doğu Almanya’daki (DDR) sosyalist rejim din karşıtı bir siyaset yürütmüş ve Almanya yeniden birleştiğinde Doğu Almanya’nın yalnızca yüzde 30’u Hristiyan mezheplerine bağlı kalmıştı.[1] Hukuk alanındaki çalışmalarıyla bilinen Stefan Korioth, felsefe ve hukuk uzmanı Ino Augsberg ile yaptığı çalışmasında, bu süreci takip eden kiliselerden uzaklaşmanın ve göç ile gelen dinî çoğulculuğun hukuki sistem açısından belirli sorunlar doğurduğundan söz eder.

2010’da yayınlanan ve altmış yılı aşkın süredir yürürlükte olan ülke anayasasının güncel problemlere hâlâ yanıt verip veremediğini sorgulayan bu çalışmada, Almanya bağlamında din devlet ilişkisini anlamak için iki önemli kavram karşılaştırılıyor. Bunlardan birisi geleneksel “Devlet Kilise Hukuku” (Alm. “Staatskirchenrecht”) kavramı. Aslında Almanya’da artık bir “devlet kilisesi” olmadığı için bu kavram ikinci ve daha kapsamlı bir kavram olan “Anayasal Din Hukuku” (Alm. “Religionsverfassungs­recht”) ile karşılaştırılıyor. Anayasal din hukuku ifadesi, Alman anayasasında daha açık bir din anlayışını benimsendiğini vurgulamak adına, kurumsal din anlayışı pahasına bireysel dinî özgürlüklerin önemini öne çıkarıyor.

Korioth ve Augsberg’e göre Almanya’da son yıllardaki dinin bireysel alana çekilmesi eğilimi (privatization) ve devletin din karşısında “tarafsızlık” ilkesinin altının çizilmesi, dinlerin kamusal rolünün küçümsenmesine yol açabilir. Bu argümana göre modern toplumlardaki bu bireyselci din anlayışı, inançların yalnızca birey için değil tüm toplumsal kültürel süreçler için işlevsel önemini küçümsemekle kalmıyor, aynı zamanda Hristiyan geleneğini ayrıcalıklı hâle getirerek diğer dinî anlayışları bastırma veya görmezden gelme riskini de doğuruyor. (Korioth ve Ausberg, 2010, s. 330)

“Etnik Öteki”den “Dindar Öteki”ye: Göçmenlerin Stereotipleştirme Süreci

Almanya’da dinî özgürlük ve hak tanımlarının Müslümanlar özelinde tartışılmasını esas başlatan unsur, 1960’lı yıllar itibarıyla başlayan işçi göçü alımı ve [ve daha sonra] 2015’teki yoğun mülteci kabulu oldu. Nitekim hukuki tartışmalar din, devlet ve birey ekseninde döne dursun, Almanya toplumu açısından özellikle Türkiye kökenli göçmenlerin 1960 ve 70’lerde misafir işçi anlaşmaları kapsamında geldiklerinden beri ayrımcılığın boyut değiştirmesi, entegrasyon açısından önemli tartışma noktalarından biri oldu. Türkoloji ve Müslüman toplumlar araştırmacısı Dr. Cristoph Ramm’a göre Almanya’daki göçmenlere karşı ayrımcılık, başlarda etnisiteye bağlı iken özellikle 11 Eylül sonrasında Türkiyeli göçmenler “İslamlaştırıldı” ve onlara yapılan ayrımcılık da bu minvalde daha din odaklı bir zemine kaydı. Bu süreçte Almanya’daki siyasi söylem de Türkleri yabancılar (Alm. “Ausländer”) olarak görmekten uzaklaşarak, “köktenci eğilimler sergileyen Müslümanlar” olarak görmeye geçti.

Yine bu minvalde çokkültürlülük tartışmalarında muhafazakâr entellektüeller Alman değerlerini üstün gören “öncü kültür” (Alm. “Leitkultur”) söylemini benimsemiş ve göçmenleri entegre olamadıkları gerekçesiyle suçlamış ve göçmenlerin asimile olmasını savunmuştu. 2000’lerdeki başörtüsü tartışmaları da Müslümanları ve özellikle Türkiyeli göçmenleri homojen ve muhafazakâr olarak tek bir kutunun içine yerleştirmişti. Yine aynı dönemde Der Spiegel, Focus, Stern gibi Alman medyasının önde gelen yayınları, Türkleri entegrasyona kapalı ve “paralel bir toplumda yaşamını sürdüren” bir grup olarak yansıtıyordu.

Bu stereotipleştirme sürecinin belki de en can alıcı örneklerinden biri olarak, 2006 yılında Baden-Württenmberg eyaleti tarafından sadece Müslümanlara uygulanan vatandaşlık testinden bahsedilebilir. Müslümanları özü itibariyle bir problematik bir unsur olarak gören bu sınav, vatandaşlık başvurusu yapanların cinsiyet eşitliği, eş cinsellik ve dinî hoşgörü konusundaki tavırlarını ölçmeyi amaçlıyordu. Bu uygulama, pek çok eleştirinin hedefine otururken, aynı zamanda daha sonra Göç Politikaları Enstitüsünün de tespit ettiği bir gerçeği kristalize etti: Duygusal kamu söylemi, Alman toplumunu göç kökenli bireylerin topluma tam anlamıyla dâhil olamayacağını ima eden homojen bir yapı olarak sunuyordu.[2]

Almanya’da 23 Şubat’ta sonuçlanan Federal Meclis Seçimlerinde Hristiyan Birlik partilerinin (CDU/CSU) kazanması ve aşırı sağcı AfD’nin oylarını ikiye katlayarak ikinci sırayı alması, Almanya’da Müslümanların haklarını korumanın ana akım siyasetin önceliği olmadığının ve hatta bu hakların belki de tehdit altında olduğunun altını çizdi. İronik bir şekilde, Avrupa’daki göçmen karşıtı eğilimleri oluşumunu ve yaygınlaşmasını açıklamak için göçmenleri “Avrupa’nın has kültürü” kabulüyle uyumsuz ve karşıt gören bir “kültürel tehdit” algısından on yıllardır söz ediliyor. Öte yandan, Alman toplumu ve Müslüman diaspora arasındaki ilişkiyi, kültürel tehdit hipotezi üzerinden homojen olduğu sanılan iki kampın ezeli ve ebedi savaşı olarak görmek, atılabilecek sosyal politika adımlarına giden yolu kapatabilir. Aynı zamanda bu bakış açısı, Müslümanları kültürel bir tehdit olmadıklarına ikna etmeye çalıştıkları bir köşeye sıkıştırabilir. Kültürel kimliğe odaklanıp diğer sosyal, ekonomik ve siyasi faktörleri geri plana atan bu anlatıyı -mücadele etmek için de olsa- üstlenmek, aşırı sağın kültürel tehdit tellallığını bir anlamda kabul etme riskini de içinde barındırıyor.

Kazan ya da Kaybet Oyunu: Müslümanlar Dinî Haklarını Elde Etmek İçin Ne Yapmalı?

İşin tarihî ve söylemsel boyutu göçmenler adına kasvetli görünse de 2024’ün mayıs ayında yayınlanan güncel bir araştırma, bu meselenin çözümüne daha ampirik bir yerden yaklaşmamızı öneriyor. Mannheim Üniversitesinden Marc Helbling ve Richard Traunmüller ile Bergen Üniversitesinden Elisabeth Ivarsflaten tarafından yapılan çalışmada, 2600 katılımcı üzerine çevrimiçi deneyler gerçekleştirildi. Çalışma temelde bize Almanya’da Müslümanların dinî haklarının “sıfır toplamlı” (kaybet-kazan) ve “sıfır toplamlı olmayan” (kazan-kazan) bir çerçevede ele almayı öneriyor. Yapılan deneyde, katılımcılara iki yeni politika değişikliği örnek olarak sunuluyor ve bu iki örneğin de kaybet-kazan ve kazan-kazan senaryoları katılımcılar tarafından değerlendiriliyor.

Değişiklik örneklerinden biri, kantin ve yemekhanelerde helal yemek sunulması. Araştırmacılara göre bu birinci deney, katılımcıların görece göze çarpmayan bir değişim politikası. Bu deneyde katılımcıların yüzde 80’i kaybet-kazan senaryosu olan “domuz etinin menüden çıkarılması”na karşı çıkarken, yalnızca yüzde 40’ı helal olmayan seçeneklerin yanı sıra helal seçeneklerin eklenmesine, yani her iki grubun taleplerinin karşılanacağı bir “kazan-kazan” senaryosuna karşı çıkmış.

İkinci deneyde ise Müslümanların dinî bayramlarının resmî tatil olarak kabul edilmesi konu ediliyor. Bu deneyde katılımcılara Müslüman bayramlarının, Hristiyan bayramlarının yerine geçmesi (kaybet-kazan) yahut varolan bayramlara bir de Müslüman bayramlarının eklenmesi (kazan-kazan) gibi senaryolar sunuluyor. Katılımcıların yine yüzde 80’i birinci senaryoya karşı çıkarken, sadece yüzde 40’tan azı Müslümanların bayramlarının tatil olarak eklenmesine karşı çıkıyor.

Herhangi Bir Fedakârlık Gerektirmeyen Değişimlere de Direnç Gösterilebiliyor

Bunun yanı sıra, araştırmayla ilgili oldukça önemli bir diğer husus ise verilen cevapları değerlendirirken Ön Yargıyı Kontrol Etmeye Yönelik İçsel Motivasyon (IMCP) ölçeğine göre değerlendirmiş olması. Buna ölçeğe göre yapılan değerlendirmeye göre kapsayıcı ve dışlayıcı anlayışa sahip katılımcıların tutumları, önemli doneler veriyor. Genel olarak kaybet-kazan senaryolarında Müslümanların dinî hakları ciddi anlamda destek kaybediyor. Buna karşın, kapsayıcı bakış açısına sahip katılımcılar, kazan-kazan senaryolarını olumlu karşılarken, dışlayıcı zihniyete sahip olanlar, kültürel tehdit algısının artıp azalmasından etkilenmeksizin daha tutarlı bir şekilde Müslümanların haklarına karşı çıkıyor ve Müslümanların dahil edilmesine kategorik olarak itiraz ediyorlar.

Araştırmanın önemli bulgularından biri de iklim değişimi sebebiyle vejeteryan yemeklerin sunulması ya da 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün resmî tatil olması gibi Müslümanlıkla ilgili olmayan kültürel uyumlanma adımlarının daha çok kabul görmesi. Sonuçlara göre, Müslümanlarla ilgili politika değişimleri Alman toplumu açısından pek fedakârlık gerektirmese dahi dirençle karşılanıyor.

“Kültürel Tehdit Paradigmasından Uzaklaşılmalı”

Dolayısıyla, Müslümanların haklarını “Oyun Teorisi”, yani faillerin birbirlerinin seçimlerinden etkilendiği durumları inceleyen matematiksel ve stratejik bir durum içerisinde ele almak, bizleri hangi sosyal politikaların takip edilebileceğine dair bazı sonuçlara götürüyor. Araştırmacılara göre bu politikalardan en başta geleni, kültürel tehdit paradigmasından uzaklaşmak. Ayrıca, Müslümanların dinî haklarına alan açarken, kazan-kazan senaryolarını halk nezdinde ön plana çıkarmanın verimli olacağı düşünülüyor. Örneğin, hâlihazırda Almanya’da olan bir resmî tatili kaldırıp yerine Müslümanların dinî bayramını tatil etmek yerine, herkes için ekstra bir resmî tatil olarak bu hakkı kamuoyuna tanıtmanın işe yarayabileceği düşünülüyor.

Araştırma ekibi, böylesi adımların -özellikle toplumun göçmen düşmanlığı kesimlerinde- Müslümanların hak taleplerini karşılayan sosyal politika değişikliklerini kabul etmeye teşvek amacıyla katkı sunacağı öngörüyor. Araştırmanın bulguları, ayrıca, dışlayıcı zihniyete sahip gruplardaki Müslümanların dinî haklarına olan itirazın kökünde sadece stratejik manevralarla giderilebilecek bir “kültürel kayıp” korkusunun değil, Müslümanların haklarını tanıma konusunda bir isteksizlik yattığını vurguluyor.

 

Dipnotlar

[1] Korioth, Stefan, and Ino Augsberg. “Religion and the secular state in Germany.” In General Reports of the XVIIIth Congress of the International Academy of Comparative Law, pp. 322-323. 2010.

[2] Foroutan, Naika. “Identity and (Muslim) integration in Germany.” Washington, DC: Migration Policy Institute 4 (2013).

Perspektif’le Avrupa gündemini günlük takip etmek ister misiniz? Perspektif bültenine kaydolun, Avrupa'daki gelişmeler e-posta kutunuza gelsin.

 

Esma Güney Aksoy

Lisans ve yüksek lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümünde tamamlayan Güney Aksoy, Çukurova Üniversitesi Arkeoloji bölümünde ikinci lisans eğitimine devam etmektedir. Ağırlıklı olarak duygulanım sosyolojisi, medya ve hukuk antropolojisi alanları ile ilgilenen yazar, aynı zamanda Fidiro Kahvesi ve Talking Anthropology podcastlerinin yapımcı ve sunucularından biridir.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler