Türkiye’deki Siyasi Partilerin Diaspora İle İmtihanları
Türkiye’de Genel Seçimler yaklaşırken Türkiye’deki partiler de yurt dışı seçmene yönelik kampanyalarını yoğunlaştırdı. Diasporanın ihtiyaçlarını bilmeyen, seçim kampanyasını sembol politikası ve sloganlar üzerinden yürüten partiler, diasporadaki seçmenin tercihini sağlıklı yapmasının da önünde bir engel.
Türkiye’de 7 Haziran 2015’te gerçekleştirilecek Genel Seçimler yaklaştıkça yurt dışında bulunan seçmenlere yönelik hareketlilik de artış gösteriyor. 8-31 Mayıs tarihleri arasında 24 gün süre ile oy kullanılabilecek yurt dışı seçmen için kararı “partilerin yurt dışına yönelik ajandaları” üzerinden vermek oldukça zor görünüyor; zira birçok parti yurt dışına yönelik adımlarını ya sembol siyaseti üzerinden şekillendirmiş ya da yurt dışıyla alakalı adımlarını tamamen askıya almış durumda. Yurt dışı seçmenin klasik ideolojik mensubiyetler ve partilerin sadece Türkiye’ye yönelik iç ve dış siyaseti üzerinden oy vermek zorunda bırakılması, Türkiye’deki siyasi partilerin diasporaya yönelik uzmanlık alanlarını geliştirme gerekliliğini de ortaya koyuyor.
Türkiye’deki siyasi partilerin yurt dışına yönelik adımlarında göze çarpan iki tutumdan bahsetmek mümkün. Bunlardan ilki yurt dışı seçmenin ilgilerinin bütünüyle ihmal edilmesi demek olan “angajman eksikliği”, ikincisi ise hasbelkader atılan adımlardaki metot hataları.
Angajman Eksikliği
Türk siyasi partilerinin diasporaya ilgileri yıllar boyunca yurt dışındaki vatandaşlardan siyasi ya da üye aidatlarıyla ekonomik destek almak üzerine kurulmuş, bu ilgi genellikle yurt dışında “uydu” temsilcilikler tesis etmekten öteye gidememiştir. Bu kurumlarda yurt dışında yaşayan vatandaşların sorunlarına Türk siyaseti içerisinde çözüm üretilmesi ya da onların güçlendirilmesi yerine daha çok yurt dışından Türkiye’ye doğru bir menfaat akışı izlenmiştir. Birçok partinin Yurt Dışı Temsilcilik Yönetmeliği’nde yazdığı üzere yurt dışı temsilciliklerinin amaç ve görevleri daha çok yurt dışında partiyi temsil etmek, tanıtmak ve insanları parti programı hakkında bilgilendirmek üzerine yoğunlaşmıştır.
Türk siyasi partilerinin yurt dışında teşkilatlar kurması, Türkiye’deki iktidar dağılımının doğurduğu çatışma potansiyelinin diasporada da farklı gruplar arasında devam etmesine uygun zemin sağladı. Türkler ve Kürtler, solcular ve ülkücüler, Aleviler ve Sünniler arasında ilgili ülke zemininden bağımsız, sadece Türkiye’deki siyasi ve sosyal koşulların devamı olan yeni çatışma alanları oluşturulmuş oldu. Gezi protestolarına ya da “Millî İradeye Saygı” mitinglerine yurt dışında katılımın oldukça yüksek olmasının nedeni de, Türkiye siyaseti üzerinden lehte ya da aleyhte harekete geçme potansiyelinin Türk siyasi partileri tarafından senelerce canlı tutulmasının bir göstergesidir. Türkiye diasporası yaşadıkları ülkelerde Türk siyaseti dışında farklı bir fenomen üzerinden, örneğin Almanya’da NSU cinayetleri ya da Avusturya’da İslam Yasası üzerinden bu denli başarılı bir kitlesel seferberlik gösterememiştir. Bu ve buna benzer diğer örnekler şunu göstermektedir: Ne yazık ki bilhassa Batı Avrupa’daki Türkiye diasporası, kendi sorunlarının ve ihtiyaçlarının takipçisi olarak, Türkiye’den “millete hizmet” gibi slogan ajandaların ötesinde somut adımlar talep eden bir grup asla olmadı. Diasporadaki vatandaşlar anavatanla bağlarına önem veren ama Türk iç politikasıyla arasına mesafe koyan sivil oluşumlara gidemedi, bu nedenle de Türkiye’nin iç politikasının dışarıdaki taşıyıcıları olarak durmadan araçsallaştırıldı. Bu durum hem sorunları büyüttü, hem de Türkiye’deki siyasilerin sorumluluklarının uzun süre göz ardı edilmesine neden oldu. Talep etmeyen, kendi sorunlarının takipçisi olmayan, Türkiye’nin iç politikasından bağımsız olarak belli ihtiyaçlara sahip azınlıklar olarak değer görmek arzusunu sesli bir şekilde dile getirmeyen diasporaya, sadece seçim zamanlarında yurt dışına gelip konsolosluk ücretleri ve dövizli askerlik konusunda seçim vaatleri veren siyasi partiler karşılık verdi. Nesnel veriler incelendiğinde bu durumun son on senede Türkiye’nin ekonomik olarak gelişmesiyle birlikte büyük oranda değiştiği gözlense de, Türkiye’deki siyasi partilerin hiçbirinin hâlâ diaspora uzmanları yok, Türk azınlıkların durumları siyasi partiler nezdinde düzenli olarak hâlâ takip edilmiyor ve birçok parti için yurt dışındaki seçmenler hâlâ “gurbetçi” kavramından daha fazla anlam ifade etmiyor.
Angajmanda Üslup Hatası
Hem yurt dışındaki vatandaşların bulundukları ülkelerde kalıcı hâle geldiklerinin anlaşılmasıyla, hem de bu ciddi oy potansiyelinin fark edilmesiyle atılan adımlar ise metot ve üslup hataları sebebiyle başarılı bir diaspora politikasının taşıyıcıları olarak değerlendirilemez nitelikte. Nitekim Türkiye’nin kendi vatandaşlarına yönelik hasbel kader ortaya koyduğu girişimler çoğu ülke tarafından sorunsallaştırılıyor. Almanya başta olmak üzere Hollanda, Avusturya ve Danimarka gibi ülkelerin, Türk kökenlilerin Türkiye ile yakın ilişkilerini hazmetmek ve bu ilişkileri bir zenginlik olarak görmek zorunda oldukları oldukça açık. Yine birçok Batı Avrupa ülkesinde Türk vatandaşlarının “zenginlik”ten ziyade asimile edilmesi gereken organizmalar olarak görüldüğü, ilişkilere dinî ve kültürel farklılıklar üzerinden olumsuz kodlar atfedildiği de ortada. Bu durum Almanya başta olmak üzere Batı Avrupa ülkelerini farklılıklarla yaşam konusunda daimi bir imtihana tabi tutuyor. Fakat ortada Batı Avrupa’nın Türkiye kökenlilere kültüralist argümanlarla yaklaşmasından daha farklı gerçekler de var: Türkiye kökenlilerin anavatanları ile ilişkilerinin zenginlik olarak görülmesinin önünde Türk diaspora politikasındaki üslup ve yöntem hataları da oldukça etkili. Zira karşılaştırma yapıldığı zaman aslında Almanya ile Türkiye’nin yurt dışındaki kendi azınlıklarına yönelik yürüttüğü siyaset arasında hiçbir fark yok; tüm mesele üslup ve kullanılan metotlarda saklı. Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı Köln’de bir stadyumu kiralayıp 20 bin kişiye hitap ederken Almanya Şansölyesinin Romanya’da bir stadyum kiralayıp binlerce Alman azınlığa hitap ettiği şimdiye kadar görülmedi. Almanya azınlıkları bir siyaset meselesi değil, partiler üstü bir devlet meselesi olarak değerlendiriyor. Bu nedenle de Almanya’nın girişimleri herhangi bir parti ya da siyasi figür üzerinden medyatik olarak değil, azınlıklarla ilgilenen devlet birimleri aracılığıyla, kapalı kapılar ardında ikili anlaşmalarla, sivil toplum kuruluşlarını ve dinî cemaatleri milyon euroluk bütçelerle destekleyerek gerçekleştirilirken, Türkiye’nin kendi azınlıklarına yönelik genelde bir sembol ve slogan politikasının arkasına sığındığı görülüyor. Bu duruma birkaç örnek vermek gerekirse; Hollanda’daki koruyucu aile tartışmasında Türk bürokratlarının iç siyasette bir güç hamlesi olarak kullanmak adına “Çocuklarımız bilinçli olarak Hristiyan, hatta madde bağımlısı ve lezbiyen ailelere veriliyor.” gibi söylemleri sorunu çözmeyip bilakis büyüten girişimler olarak Türkiye diasporasını Türkiye ile ilişkileri konusunda kısır bir döngünün içine itiyor. Nitekim 2013 yılında lezbiyen bir aileye verilen ve Türkiye ile Hollanda arasında kısa vadeli bir krize neden olan Yunus vakıasının üzerinden bir sene geçtikten sonra Hollanda’daki Türkiye kökenli kuruluş ve cemaatlerin paralel bir yapı içinde olup olmadıklarına dair oldukça olumsuz ve damgalayıcı bir tartışma başladı. Bu tarz gelişmeleri, ülkeler birbirinden rövanş alırken Türkiye diasporasının arada hırpalanması olarak da değerlendirebiliriz.
Yine karşılaştırma üzerinden gidelim: Almanya, Alman azınlığın bulunduğu ülkelerle bir iktidar ve güç yarışına girmeden, bu ülkeleri ortak olarak görüp rahatsızlık vermeden adım atarken, Türkiye’deki siyasi karar alıcılar, “Almanya’daki 3 milyon vatandaşımız büyük bir güç, bu Almanları elbette ürkütüyor.” düşüncesi üzerinden bir güç simetrisi yakalamak peşinde olabiliyor.
Oysa hedef iki ülke için de çoğu zaman aynı. Her iki ülke de yurt içi ve yurt dışındaki azınlıklarıyla ilgilenmenin hem vicdani hem de siyasi bir sorumluluk ve hak olduğunu savunuyor. Bunu Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in Federal Hükûmetin Muhacir ve Ulusal Azınlıklar Müsteşarlığı’nın kurulmasının 20. yılında yaptığı konuşmadan çıkarıyoruz. Merkel Sibirya ve Kazakistan gibi çok çeşitli ülkelerden Alman azınlıklarının temsilcilerine şöyle hitap ediyor örneğin:
“Burada bulunan farklı grupların ortak noktası nedir? Bu ortak nokta, bu insanların kendi kültürel kimliğine duyduğu aidiyettir. İnsanın kendi dilini konuşması, kendi geleneklerini, örf ve âdetlerini yaşayıp yaşatmasının çok doğru ve önemli olduğunu sürekli akılda tutmalıyız. (…) Diğer ülkelerde azınlık durumunda olan Almanlarla bağlılığımızı zayıflatacağız ya da bu bağlılığı güçlendirmeyeceğiz gibi bir algı tamamen yanlış. Daha çok bu bağlılık nesilden nesle daha ileriye taşınmalı. Bu bağlılığı güçlendirmenin önümüzdeki senelerde de sorumluluğumuz olduğunu açık bir şekilde söylemek istiyorum.”
Görüldüğü gibi Merkel’in tüm dünyadan Almanlara ayrım yapmaksızın tek bir mesajı var: “Dilimizi, kültürümüzü, âdetlerimizi ve aramızdaki bağı hiçbir zaman unutmamamız, koparmamamız gerek!” Türkiye’de de aynı hedef var olmasına rağmen sorun, Türkiye’nin bu mesajı verme yöntemlerinin şeffaf, hesap verilebilir ve siyaset üstü olmamasında yatıyor.
Uzun vadede Türkiye’den diasporaya bakışın değişmesi, diasporanın anavatan ile ilişkisini yeni baştan kurgulayıp, fayda akışının yönünün Türkiye’den yurt dışına doğru değişmesinde yatıyor.