'Avrupa'nın Mülteci Politikası'

Mültecilerin Güvenli Liman Arayışında Türkiye, AB ve Sivil Toplum

Bu yazdan sonra artık hiçbir şey normale dönmeyecek. Önce deniz yoluyla Yunanistan’a oradan da Avrupa ülkelerine geçen yarım milyon insan bir gerçeği ortaya koydu: Avrupa ve Akdeniz birbirinden ayrı değil, hiçbir zaman da değildi. Son mülteci krizi sadece göç ve mülteci politikalarının değil, aynı zamanda Avrupa’da yaşamanın ve Avrupa vatandaşı olmanın da ne anlama geldiğinin yeniden eleştirel bir gözle değerlendirilmesini sağladı.

Fotoğraf: ©Flickr.com/Michael Gub

BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin verilerine göre bu sene deniz yoluyla Avrupa’ya varan mültecilerin yüzde 53’ünü Suriyeliler oluşturuyor. Azımsanmayacak yüzde 16’lık bir bölümünü Afganistanlı mültecilerin oluşturduğu göçmen akımının geri kalanı ise Eritre, Irak, Nijerya, Pakistan, Somali, Sudan, Gambiya, Bangladeş ve daha başka ülkelerden insanlardan oluşuyor. Bu ülkelerden kaçış yeni bir gelişme değil, zira Irak, Somali ve Nijerya’daki sivil katliamlar 2013’ten beri artarak devam ediyor. Afganistan’da ise güvenlik alanında yaşanan kötüleşme günlük hayatta gıda bulma sıkıntısı gibi pek çok alanda kendisini hissettiriyor.

Fakat AB’nin Türkiye, Ürdün ve Lübnan gibi ülkelerin mülteciler konusunda üstlendikleri rolü takdir etmesine neden olan esas şey Suriye’den Avrupa’ya yönelen ve daha önce benzeri görülmemiş mülteci akını. Bilhassa Türkiye şu an dünyada 2.2 milyonunu sadece Suriyelilerin teşkil ettiği, dünyanın en geniş mülteci nüfusuna ev sahipliği yapan ülke konumunda.

AB Türkiye’nin mültecilerin bakımı için sarf ettiği masrafları üstlenmek adına 3 milyar Euro tutarında finansal destek vaadinde bulundu. AB’nin bu adımının arkasında yatan neden çok açık: Türkiye’nin Ege’deki mülteci hareketliliğini kontrol altına alması.

Bu arada sadece 2015 yılının ocak ve ekim ayları arasında Türk Sahil Güvenlik Güçleri’nin Ege’de 60 bin kadar insanın Yunanistan’a geçmesine engel olduğunu belirtmekte yarar var. Aynı şekilde Yunanistan ve Bulgaristan ile olan toprak sınırları da düzenli olarak korunuyor. Haklı olarak şunu sormak gerekiyor: Türk Sahil Güvenliği aynı anda denize açılan onlarca küçük botu güvenli bir şekilde nasıl durduracak ve sahil şeridi boyunca zeytinlikler arasına saklanan binlerce mülteciyi nasıl tespit edecek? Ve bunu yapmak neden sadece Türkiye’nin sorumluluğunda olsun?

Neden mülteciler için alınması gereken küresel sorumluluktan kimse bahsetmiyor? AB liderleri bu konuda dikkat çekici bir sessizliğe gömülmüş durumda. Şansölye Angela Merkel ile yaptıkları bir görüşmenin ardından Başbakan Davutoğlu, Türkiye’nin bir toplama kampı olmadığını ve sırf AB’yi memnun etmek için göçmenleri topraklarında daimi olarak ağırlamaya niyetlerinin olmadığını belirtti. Bu özellikle AB içerisinde ve onun dış sınırlarında olan bitenler ışığında değerlendirildiğinde oldukça önemli bir konu.

Bulgaristan ve Yunanistan’ın Türkiye ile olan kara sınırlarını kısmen güçlendirmesi Ege denizinin daha çok tercih edilen bir rota olmasına neden oluyor. Macaristan da Sırbistan’la ve bir AB üyesi olan Hırvatistan’la kara sınırlarını güçlendirdi. Slovenya ve Avusturya belli aralıklarla sınırlarını Suriyeli ve diğer mültecilere açıyor. Mülteciler koca bir domino etkisiyle karşı karşıya kalsalar da birçok sığınmacı, insan yapımı bu bariyerleri aşmayı başarıyor.

Avrupa topraklarındaki sınır karakolları, tren istasyonları, otobanlar ve çamurlu tampon bölgelerde yaşanan bu insanlık krizi Avrupalı hükûmetlerin işlevsel olmaktan uzak mülteci politikalarının bir ürünü. Tel örgüler bir işe yaramadığı gibi bu politika birçok aileye ve zaten güçsüz olan insanlara ilave bir zorluk ve sıkıntı getiriyor. AB ve Schengen Bölgesine dâhil olmayan Türkiye, Makedonya, Sırbistan ve Hırvatistan’ın da içinde bulunduğu ülkeler istemeyerek de olsa kendilerini AB ve diğer geçiş ülkeleri adına eşik bekçiliği yapan bir konumda buluyorlar. Fakat gerçek şu ki, yanlış veya doğru, mülteciler Avusturya, Almanya, Fransa, Hollanda, İngiltere, İsveç ve daha başka Avrupa ülkelerine ulaşmayı kafalarına koymuşlar ve büyük ihtimalle de bir şekilde bunu başaracaklar. Slovakya ve Macaristan gibi ülkelerin önde gelen bazı siyasi yetkilileri hiç çekinmeden kapılarının Müslüman mültecilere açık olmadığını belirtmişken, mültecileri istenilmedikleri bu yerlerde kim tutabilir?

Siyasi liderler ortak bir iltica politikası ve hâlihazırda Avrupa sınırlarında bulunan mültecilerin paylaşımı konusunda standart bir yaklaşım geliştirmeyi düşünse de bu konuda pek çok politik engel var. Örneğin Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker’in “120 bin mülteci mi? Problemin büyüklüğü karşısında bu çok gülünç (bir rakam). Acaba Lübnan ve Ürdün neden bahsettiğimizin farkında mı?” ifadeleri gibi…

Uluslararası organizasyonlar ve insani yardım örgütleri denizlerdeki ölümleri azaltacak ve mültecilerin geçici veya devamlı olarak kalacakları AB ülkelerine usulüne uygun bir şekilde ulaşmalarına yardımcı olacak, Türkiye’de iş piyasasına yasal erişimlerini sağlayacak çeşitli düzenlemeler öneriyor. Bu düzenlemelerin bir kısmı hâlihazırda ulusal ve AB mevzuatının bir parçası fakat daha etkin bir uygulama gerektiriyor: Aile birleşimi, öğrenci vizeleri, geçici koruma, iltica karar komitelerinde personel artışı gibi… Aynı şekilde iş piyasasındaki ve Avrupa’nın yaşlanan toplumlarındaki ihtiyacı yansıtan (ve mevcut işçi haklarının gözetildiği) gerçekçi bir işçi göçü kotası da mülteci komisyonlarının iş yükünü hafifletmek adına yararlı olacaktır.

Fakat bunlar politikanın alanı olan konular. Ya Avrupa sivil toplumuna düşen görev nedir? Bilhassa, değişmekte olan Avrupa’nın bir parçası olan göçmenlerin, diasporaların, seküler ve dinî toplulukların rolü nedir?

Napoli’den Hamburg’a, yani yaşadığımız şehirlere her gün yeni mülteciler varıyor. Gelenlerin sosyal, ekonomik ve politik entegrasyonu ise mahallî bazda devletin, yerel kurumların ve şahısların destekleriyle gerçekleşiyor. Söz konusu yerdeki yerleşik topluluklar ise bu konuda kritik bir rol oynuyor. Örneğin tek başına gelen yüzlerce sahipsiz genç sosyal hizmet görevlileri ve öğretmenlerin olağandışı bir çaba göstermesini gerektiriyor. Acil olarak ihtiyaç duyulan şey gönüllülerin yanı sıra yeni öğretmen ve sosyal hizmet görevlilerinin yetiştirilmesi. Bu aynı zamanda çift dilli, birden çok kültürü tanıyan ve toplumda bir fark yaratmak isteyen herkes için eşsiz bir fırsat. Yeni gelen her bireyin onurlu bir yaşam sürdürebilmesi fiziki şartların yanı sıra onlarla birlikte inşa edilecek adaletli sosyal ilişkilere de bağlı.

Binlerce insan kalacak bir yere ihtiyaç duyarken vatandaşlar yerel belediyelerle iş birliği hâlinde evlerini mültecilere açarak kalabalık mülteci barınaklarına alternatif sunarken, misafir ettikleri mültecilerin yaşadıkları çevreye entegrasyonunu da kolaylaştırıyor. Kültürel, sportif ve dinî kuruluşlar ise yeni gelenlere ulaşmak için aktif bir çaba gösteriyor. Geniş yurtlarda kalıyor olsalar bile öğretimden mesleki eğitime ve dinî pratiklere kadar günlük yaşam aktivitelerine katılımlarının artırılması adına yapılabilecek çok şey var. Bu şekilde mültecilerin bilhassa çocuklarının karşısında yaşayabilecekleri hukuki belirsizlikten kaynaklanan çaresizlik ve can sıkıntısının da önüne geçilebilir. Bu anlamda her türlü fikir ve yardıma ihtiyaç var.

Bununla birlikte mülteci yurtlarına yapılan saldırıların devam edeceğinin farkındayız. Almanya’da sadece bu sene 200 saldırı gerçekleşti. Bu provokasyonların devamı da gelecek. Fakat sözde “vatanseverler” kaybettikleri ayrıcalıkların yasını tutarken, bizler içerisinde yaşadığımız demokrasilerde toplumsal hayata aktif bir katılım sağlayarak iyi bir Avrupalının ne demek olduğunu, nasıl olması gerektiğini yeniden tanımlıyor olacağız.

Peki, Avrupalı liderlerin entegrasyonun tek taraflı bir asimilasyon anlamına gelmediğini anlamaları daha ne kadar sürecek? Mülteci akınının engellenmesi gerektiğini söylerken buna ikna edici bir neden sunmak zorunda oldukları gerçeğini ne zaman görecekler? Zira buna bir gerekçe sunmakta aciz kalındığı takdirde göçmen kökenli Avrupalı gençler kendileri gibi insanların, ebeveynlerinin, kuzenlerinin, nişanlılarının, işverenlerinin, çalışanlarının, komşularının veya arkadaşlarının da etnik kökenleri nedeniyle istenmediği çıkarımına varacaklar.

Pek çok insan Avrupa yönetimlerinden mülteciler için daha fazla şey yapmalarını istiyor, fakat esasında bu konuda yönlendirici güç sivil toplum. Cemiyetler mültecilerin günlük yaşamlarının kolaylaştırılması ve ortak bir paydada buluşmak için onlarla birlikte çaba göstermekte. Karar alıcılar bocalarken, toplum kendi içerisinde yeni kent vatandaşlığı ve ulusaşırı dayanışma biçimleri/anlayışları geliştiriyor.

Eylül ayının başında binlerce mülteci Macaristan ve Avusturya arasındaki otobanda AB bayrağının arkasında yürüyordu. Önlerine konan ayrımcı sınırları geçip yolculuklarına devam ederken bir özgürlük ve hak arayışındaydılar. Diğer yanda Akdeniz’in akıntıları arasında hâlâ insan kaçakçılarının ve kurtarma ekiplerinin merhametine terk edilmiş insanlar var. Bu insanların güvenli bir liman arayışıyla yaptıkları yolculukta talep ettikleri tek şey insan onuruna yakışır bir hayat ve adalet.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler