Yeşillerin Metni İtham ve Ön Yargılarla Dolu
Almanya’da Yeşiller Partisinin Kasım 2015’te yayımladığı metin, ülkedeki 4 büyük İslami cemaatin (İslam Konseyi, DİTİB, VIKZ ve ZMD) “dinî cemaat olmadıkları” iddiasını içeriyordu. Ön yargıların vücut bulmuş hâli olan metin hukuki açıdan da sorunlu yaklaşımlarla dolu.
Almanya’da Yeşiller Partisi’nin Eşbaşkanı Cem Özdemir ile partinin iç siyaset sözcüsü Volker Beck, Almanya’daki 4 büyük İslami cemaatin (İslam Konseyi, DİTİB, VIKZ ve ZMD) “dinî cemaat olarak tanınmasına” karşı bir metin hazırladı. İslami cemaatlere karşı hazırlanan ve siyasi arzuların yansıması olan metin, Beck ile Özdemir’in Alman Dinî Cemaat Hukuku’na Giriş dersine ihtiyaç duyduğunu gösteren bir manifesto niteliğinde. İslami “oluşum”ların inanca yönelik değil, ulusal, siyasi ya da dil odaklı organize olduklarının söylendiği metinde eleştirilecek hususlar ise hayli fazla.
İslam Almanya’da “Göçmen”lerin Dini Mi?
Yeşillerin metninin başlığı Almanca “Den İslam einbürgern” ismini taşıyor. Türkçe’ye “İslam’ın vatandaşlığa alınması” olarak tercüme edilebilecek bu başlık, Yeşillerin uzun süredir güttüğü amaçlar arasında. Nitekim 2003 yılında Yeşillerin düzenlediği bir konferans da aynı başlıkla düzenlenmiş1, bunun dışında 2010 yılında Yeşillerin Federal Meclis’teki Fraksiyon Başkanı Renate Künast, Zeit ile yaptığı söyleşide, “İslam’ı vatandaşlığa almamız lazım.” demişti.2 Aynı amaç, 26 Haziran 2012’de “İslam’ın Hukuki Entegrasyonu ve Eşitlenmesi İçin Yeşillerin Yol Haritası” başlığıyla fraksiyon kararı olarak da yer edinmişti.
Bu amaç, Kasım 2015’te Beck ve Özdemir imzalı metinde de yeniden ele alındı. Metnin başlığı hayli uzun: “İslam ve Diğer Göçmenlerin Dinlerinin Alman Anayasasındaki Dinî Cemaatler Hukukuna Entegre Edilmesi – Müslümanlar, Aleviler ve Yezidiler İçin Eşit Haklar!” Bu, devrim bir yana, yeni bile sayılmayacak bir talep aslında.
Sorun ise daha başlıkta kendisini gösteriyor. Beck ve Özdemir’e göre Müslümanlar ve İslam, Alman toplumunun bir parçası değil, hâlâ entegre edilmesi gereken yabancılar. Müslümanların on yıllardır Almanya’da oldukları, birçok Müslümanın Almanya’da doğup hiç göç tecrübesi yaşamamış oldukları metni kaleme alanlar tarafından es geçilmiş. Benzer bir yaklaşım şu cümlede de kendisini gösteriyor: “Almanya’da önemli ölçüde görünür olmayan dinlere mensup insanların göçü, bizim Dinî Cemaat Hukukumuzun entegrasyon gücü ve kabiliyetine dair sorular yöneltiyor.” 3
Ön Yargılı ve İyi Niyetten Uzak
Metinde dikkat çeken ifadelerden bir diğeri şu şekilde: “4 Büyük Müslüman ilgi derneği (İslam Konseyi, VIKZ, DİTİB, ZMD), Almanya Alevi Birlikleri Federasyonundan (AABF) farklı olarak ulusal, siyasi ya da dile dayalı bir yapıya sahiptir; inanca dayalı oluşumlar değillerdir. Bu nedenle onları dinî dernekler olarak görüyor; onları Anayasanın 140. Maddesi kapsamında dinî cemaat olarak görmüyoruz.”
Burada Yeşillerin bu düşünceyi her zaman taşıdığını belirtmek gerek. 2012 yılındaki fraksiyon kararında da bu düşünce şu şekilde dile getiriliyordu: “(Almanya’daki) 4 büyük Müslüman oluşumdan hiçbiri, dinî cemaatler için Anayasada dile getirilen şartları karşılamıyor. Buradaki esas zorluk, (bu cemaatlerin) inanca dayalı olarak teşekkül etmemiş olmaları.”
Bununla birlikte 2012 yılındaki fraksiyon kararı ile Kasım 2015 tarihli metin arasında siyasetçilerin yaklaşımları açısından büyük farklar var. Örneğin fraksiyon kararında Müslümanlara ve İslami cemaatlere karşı iyi niyet gözlenirken Beck ile Özdemir imzasını taşıyan yeni metnin bıraktığı intiba, sanki bu iki siyasetçi devletin İslami cemaatlerle diyaloğunun sürdürülmesini istemiyor ve onlardan dinî cemaat olmanın getirdiği hakları esirgemek arzusunu taşıyormuş şeklinde.
Zayıf Argümanlar
Metinde bahsi geçen 4 kurumun neden dinî cemaat olmadıkları iddiasının açıklanacağı zannedilse de bu beklenti boşa çıkıyor. Beck ve Özdemir, ana tezlerini, yani bu cemaatlerin hangi verilere dayanarak inanca dayalı organize olmadıkları iddiasını açıklamadıkları gibi, bu 4 kurum ile AABF arasındaki farkı da ele almıyorlar. Metnin ana tezi olan “Bunlar dinî değil, siyasi kuruluşlar” şeklindeki iddia, metnin hiçbir yerinde gerekçelendirilmiyor. Yine yazarlar Alevi cemaati de etnik ve dil açısından homojen olmasına ve gündeminde siyasi ilgiler barındırmasına rağmen aradaki farkın ne olduğuna değinmiyorlar. Öte yandan bir dinî cemaatin etnik açıdan ya da cemaatte konuşulan dil itibariyle homojen olmasının önemli olmadığı yazarlar tarafından dikkate alınmıyor. Anayasanın, “apolitik bir din” talebi öngörmediği ve kiliseler örneğinde de görüldüğü üzere siyasi hedeflerle dinî-toplumsal hedeflerin iç içe girmesinin gayet normal olduğu da yazarlar tarafından unutulmuş.
Yine metinde DİTİB’in sunduğu din derslerinin “bilhassa muhafazakâr” olduğu (sayfa 5) gibi sübjektif bir algı yer alırken, neden böyle olduğu ya da her şeyden önce muhafazakâr bir din dersinin neden kötü olması gerektiği gibi sorular cevaplanmıyor.
Temel Haklar Lütuf Değil
Metinde şu ifadeler de dikkat çekici: “Anayasamıza göre Müslümanlar ve Aleviler din özgürlüğünün tadını çıkartmaktadırlar.”4 2015 yılında hâlâ bu ifadenin kullanması, Beck ve Özdemir’in Almanya’daki bütün insanların, köken ya da dinlerinden bağımsız bir şekilde temel haklara sahip olduğunu ve din özgürlüğünün demokratik bir hukuk devletinin özünde olduğu gerçeğini kabul konusunda zorlandıkları hissini oluşturuyor. 4 kurumun “dinî cemaat” olmadığı iddiasıyla dolaylı yoldan onların anayasal haklarından mahrum bırakılmaları talebini içerirken din özgürlüğünün bir lütuf olarak gösterilmesi de dikkat çekici.
Bu sorunlu bakış açısına bir diğer örnek, metnin 9. sayfasında yer alıyor: “Eşit muameleye giden yol herkese açık, fakat hiçbir şey de kimseye hediye edilmiyor”.5 Oysa eşit muamele ya da din özgürlüğü, devletin “hediye”si değildir, herkese her koşulda verilmiş haklardır. Her ne kadar Müslümanlar, başörtüsü davalarında olduğu gibi kendi temel haklarını elde etmek için bile uzun yıllar çaba sarf etmiş olsalar da bu durum uzun süredir böyle.
“Dinî Cemaat” Tanınmaya İhtiyaç Duymaz
Metinde sanki dinî cemaatler yürürlükte olan hukuka göre bir “tanınma”ya ihtiyaç duyuyorlarmış gibi bir intiba var. Oysa Almanya’da diğer ülkelerden (örneğin İspanya’dan) farklı olarak bir kuruluşun devlet tarafından “dinî cemaat” olarak tanınması söz konusu değil. Dinî cemaatlerin, “dinî cemaat” olarak adlandırılmaları için devletin tanımasına ihtiyaçları yok. Kendi tüzüklerini uygun bir şekilde düzenleyip görevlerini kapsamlı bir şekilde yerine getiren cemaatler devletin üst iradesine ihtiyaç duymadan, kendi öz tanımlarının gücüyle “dinî cemaat”tirler. Belli bir formda organize olmak zorunda değillerdir, çünkü “ortak inanç düzleminde ortaya çıkan görevlerin yerine getirilmesi amacıyla oluşan herhangi bir organizasyon formu (bunun için) yeterlidir.”6
Fakat belli hakların, örneğin din dersi (Anayasa 7. Madde 3. Paragraf) ya da kendi içinde bağımsız hareket edebilme hakkı (Anayasa 140. Madde) gibi hakların geçerli olabilmesi için bir derneğin kendi tanımı yeterli olmamakta, burada dinî cemaat olmak etrafındaki anayasal gereklilikler söz konusu olmaktadır. Bu konudaki ihtilafın çözülmesi ve bu hakların kullanımına dair çerçevenin kontrol edilmesi devlet kurumlarına, son olarak da mahkemelere kalmaktadır.7
Bilimsel Araştırmalar Görmezden Geliniyor
Metni kaleme alan siyasetçiler Almanya’da bir İslam dinî cemaatinin olmadığını söylerken Hessen, Hamburg ve Kuzey Ren Vestfalya’daki bilimsel raporları ignore ediyorlar, zira raporlar mevcut derneklerin dinî cemaat olduğunu tasdikliyor. Aynı şekilde Beck ve Özdemir, Hamburg ve Bremen’deki devlet anlaşmalarında İslami cemaatlerin “İslami cemaat” olarak nitelendirildiği konusuna da yorum yapmıyorlar. Yine metinde AABF’in Kuzey Ren Vestfalya’da, Bavyera’da, Hessen’de ve Berlin’de dinî cemaat olarak görüldüğünü belirten yazarlar, aynı durumun İslami cemaatler açısından da Bremen’de, Hamburg’ta, Hessen’de ve Aşağı Saksonya’da geçerli olduğundan bahsetmiyorlar. Bunun yerine Almanya’daki en büyük 4 İslami derneği, neredeyse aşağılar bir şekilde “ilgi dernekleri” olarak niteliyor ve onların ulusal, siyasi ya da dil üzerinden bir araya geldiklerini fakat inanç üzerinden bir birlikteliğin bulunmadığını söylüyorlar.
Yakın bir inceleme yerine kısa ve yüzeysel bilgiler yer alıyor metinde. Örneğin İslam Konseyinin dışarıdan zor anlaşıldığını ve en önemli üyesinin IGMG olduğu söyleniyor. IGMG hakkında on yıllardır kullanılan spot cümleler kullanılıyor ve IGMG ile Anayasayı Koruma Dairesi raporları arasında bir bağlantı kurularak bu konudaki köklü değişime atıfta bulunulmuyor. IGMG kurumlarının tüzükleri, yapıları, cami cemiyetlerinin oluşumları, çatı kuruluşlarının ve cemiyetlerin aktiviteleri metinde yer almıyor.
Oysa yazarlar söz konusu 4 cemaate yakından baktığında hepsindeki ana unsurun “dinî inanca dair hizmet sunmak” olduğunu görebilirlerdi. Yazarların iddia ettiğinin aksine hepsi, üyelerinin dinî yaşamıyla ilgili çalışmalar yapmayı amaç edinmiş dinî dernekler. Cemaatle namaz, dinî bayramların kutlanması, çocuk ve yetişkinlerin eğitilmesi, dinî konularda seminerler verilmesi, manevi rehberlik, vefat edenlerin defni gibi konularda hizmet sunan bu 4 cemaate bağlı cami cemiyetlerinin ortaya koyduğu çalışmaların görmezden gelinmesi en hafif tabirle art niyetli olarak nitelendirilebilir. Bahsi geçen 4 kurum, namaz vakitlerinin ve bayramların tespiti, inanca dair sorular konusunda yetkili merci olma, İslami değerlerin korunması, üyelerinin devlet kurumlarına karşı temsili gibi konularda hizmet sunarken siyasetten destek beklemiyorlar; fakat Yeşillerin metninde olduğu gibi “yok” sayılmayı ve kendi öz tanımlarının görmezden gelinerek çeşitli imalarda bulunulmasını da hak etmiyorlar.
İddiaların gerekçelendirilmediği, Almanya’da senelerdir on binlerce Müslümana hizmet sunan 4 büyük dinî cemaati itham ve imalarla “tanımlamaya” girişen metin ön yargılarla dolu. Almanya’daki İslami cemaatlere dair mevcut gerçeklikleri bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde görmezden gelen bu yaklaşımın Müslümanlarda hayal kırıklığı oluşturacağı kesin. Daha da üzücü olan, İslami cemaatlere dair yüzeysel ön yargıların kamuoyuyla paylaşılabilecek kadar içselleştirilebilmesi.