Halep’te Kuşatma Altında Otuz Gün
Rejim ve Rus uçakları Halep’i bomba yağmuruna tutarken dünya Halep kuşatmasını canlı yayında izledi, hiçbir müdahalede bulunmadan. Halep’ten gelen bir ses, kuşatma altında geçen 30 günün neden 1 sene gibi uzun sürdüğünü anlatıyor.
Rejim kuşatması başladıktan sonra Halep’e girdik; yalın ayak, yürüyerek. Hepimiz orada bir, iki sene kalacağımızı biliyorduk. Belki de açlıktan ölecektik. Açlıktan ölmek, aynı daha önce kuşatma altına alınan diğer yerlerde olduğu gibi…
Eşim doktor, ben ise gazeteciyim. 2011’deki Suriye ayaklanmasından beri Halep’teydik. O çok yaralı tedavi etti, bense birçok hadise ve hikâyeyi belgeledim. Zaten başka türlüsü mümkün değildi. 350 bin insan kuşatma altındayken ellerimiz bağlı seyredemezdik. Bu bizim sorumluluğumuzdu. Bütün zamanlardaki en büyük silahımız ise umuttu. Bir tek umudumuz vardı.
İki saat boyunca tozlu yollarda yürüdük. Gökyüzünün zifiri karanlığını aydınlatan bombalar, yakınımız ve uzağımıza düşen mermiler… Eşim 6 aylık yavrumuz Sema’yı kucağında taşıyordu. Yanımızda bir doktor arkadaşımız, eşi ve bir gazeteci daha vardı. Bir savaş uçağından fırlatılan füze az kalsın hepimizi biçecekti. Derken on dakika sonra helikopterden atılan varil bombaları başımıza yağdı. Büyük bir patlama, havada uçuşan şarapneller, ortalığı kaplayan kesif bir barut kokusu, her yer toz duman…
Ölümün bize bu kadar yaklaşması ilk değildi. Beni boğan kızımın çığlıkları ve feryat dolu ağlamasıydı. Ben kızımı bağrıma bastım; eşim de ikimizi. Zifiri karanlık altında çocuğumuza şarkı söylemeye çalışıyorduk.
Her iki bombardımandan sağ salim kurtulduğumuza kimse inanamıyordu. Bense Halep’e selametle gireceğimizi hiç tahmin etmiyordum. En büyük korkum bu kadar mesafe kat ettikten sonra yolun yarısından geri dönmek veya Halep’in dışında kuşatılmaktı. Kastilo diye bilinen yolun sonunda içinde iki doktorun çalıştığı bir ambulans bizi bekliyordu. Hastaneye vardık, arkadaşlarımız bizi orada karşıladı. Onların sevinç gözyaşları bana yolun bütün zahmetlerini unutturdu. Şehrin genel görüntüsü ve ezbere bildiğim formu hiç değişmemişti. Harap olmuş evler aynen bıraktığım gibiydi. Rejim ve Rus uçakları şehri yerle bir etmek için birbirleriyle yarışıyorlardı.
En çok değişen yerler ise çarşı ve pazarlardı. Pazarlarda patlıcan hariç hiçbir şey yoktu. İki gün geçmedi, insanlar ekmek kuyrukları oluşturmaya başladılar. Tahin, pirinç ve kızımıza süt depolamıştık biraz. Ama bunlara dokunmuyor, ihtiyaçlarımızı günübirlik temin etmeye çalışıyorduk. Fakat çarşıdaki durum gittikçe kötüleşiyordu. Her üç günde bir kızım Sema için tükenmeye yüz tutmuş süt kutularından birini açarken içimi korkular kaplıyordu. Akaryakıta ender rastlanıyordu, şehirde çok az sayıda araba çalışıyordu. Elektrik günde dört saat veriliyordu. Halep’teki bombardıman geçen dört yıl içerisinde şahit olduğum bombardımandan bambaşkaydı. Halep semalarında rejimin veya Rus harp uçakları ve helikopterlerinin dolaşmadığı, insanların başına bomba yağdırmadığı tek bir an yoktu. İnsanların ne bir çıkış yolu ne de sığınabilecekleri güvenli bir yer vardı. Sonraki günlerde insanlar rejimin ve Rus yönetiminin açıkladığı emniyet koridorlarıyla tanıştılar. Bu koridorlar Özgür Suriye Ordusu ve Suriye yönetimini birbirine bağlıyordu. Uçaklar bildiri ve broşür atıyorlardı. Ben bu işten endişelendim. Bu katil rejim gerçekten bu kadar insancıl olabilir miydi? İnsanlara saldırmayacaklar, okullara hastanelere sığınanlar hedef alınmayacaktı. Ama beni asıl üzen Esat’ın yalanları değil, medeni dünyanın suskunluğuydu.
Sahi bu koridorlar gerçekten güvenli miydi? Elbette ki hayır!
Birkaç gün geçmeden Esat yönetiminin güvenli bölge ilan ettiği caddede keskin bir nişancının kurşunuyla kasığından yaralanan Tale isimli bir kızın ameliyatında bulundum. Günlerce yoğun bakımda tuttuk. Yine bu günlerde yoğun bombardıman çıldırmışçasına devam ediyordu.
Bir gün yine evdeydik, akşam yemeği hazırlıyordum. Yakınımızdaki bir eve düşen tank mermisinin sesiyle sarsıldık. Hamza feryat etti ve Sema’yı kucakladı. Mutfağı bırakıp yanlarına koştum. Yakınımıza bir bomba daha düştü. Dışardan çığlıklar, feryatlar geliyordu. Sema’yı Hamza’dan kaptım. Hamza hızla dışarı çıktı. Yerimde donup kaldım. Sessizliği daha yakınımıza düşen bir varil bombası bozdu. Aklıma Hamza’nın dışarda olduğu geldi. Delirmeye başladım. Bir yandan Sema feryat ediyordu. Ne yapacağımı bilemedim. Sema’yı bırakayım ve bombardımanın yok ettiği kapıdan Hamza’yı aramaya çıkayım diye düşünürken eli yüzü kan ve toza bulanmış bir şekilde, nefes nefese ve tebessüm ederek Hamza eve döndü. “Bir şeyim yok, az kalsın ölüyordum.” dedi. Bize yaklaşmasıyla dışarda yeniden bir varil bombasının şiddetle patlaması bir oldu.
Binanın girişinde sesler işittik. İndiğimizde bir adam ve yüzünü korkuların kapladığı hamile bir kadın gördüm. İçeri aldım. Yüzünü gözünü yıkadım. Selamette olup olmadığını kontrol ettim. Yanımızdaki binanın bir ve ikinci katında bir spor salonu vardı. Yoğun bombardıman anında mahalle sakinleri orada olurdu. Sema’nın eşyalarını ve bazı önemli şeyleri aldık, hızlıca indik. Mahallenin bütün kadınları ve çocukları oradaydı. Kadınlardan biri de benim gibi hazırladığı yemeği sahana doldurmuş, oraya getirmişti. Hamile kadını yanıma oturttum. Adını dahi soramadım. Sadece, “İyi misin?” diyebildim. Orada üç saat kaldık sonra Hamza geldi eve döndük.
Normal bir gece değildi. Hamza uyudu, Sema da uyudu, bense hiç uyuyamadım. Füzeler ve varil bombaları düşmeye devam etti. Bu bir ay boyunca sonumuzun geldiği duygusuna çok kapıldım. Ne zaman bir zaaf veya içime bir korku düşse etrafımdakilere baktım ve onlardan kuvvet aldım. Ne zaman kalemimden buraya, Suriye’ye dair birkaç satır dökülse kendimi iyi hissettim; sonraki nesiller tarafından okunacak acılı Suriye’nin özgürlük destanını yazdığım için…
Suriye, inşallah, umduğu özgür akıbet ve afiyete bir gün kavuşacak…