Emsaller Arasında Diyalog (Mu?)
“Geri” ve “ileri”. “Aydınlanmış” ve “aydınlanmamış”. Alman İslam Konferansı ırksal tarihçilik tezi üzerinden okunduğunda Almanya’da Müslümanlarla devletin diyaloğuna dair ilginç ipuçları da ortaya çıkıyor.
Her tanımlama çabası gibi ırkçılığın tanımı da oldukça tartışmalı. Bu olgunun ten rengine dayalı ideolojik farklılıklarla sınırlı olduğunu iddia edenlerden tutun da, kategorize etme kültürünün insanları bölme ve tabakalara ayırmaya hizmet ettiğini savunanlara kadar tartışma devam ediyor. Yapılan araştırmalar bu kavramın karmaşıklığını, değişik yorumlamaları ve sınıf, cinsiyet, din ile birazdan değinileceği üzere tarihe dayalı kategorizasyonlarla kesişme noktalarını ortaya koyuyor.
Her ne kadar Müslümanlar Batı’da her gün daha da çok ayrımcılık, dışlama ve sözlü hakarete maruz kalsalar da; bağnazlık, şiddet ve cinayetlerden sorumlu tutularak hedef hâline getiriliyor olsalar da ana akımda yer alan genel söylem Müslüman olmayı sorun olmakla özdeşleştiren ırkçı fikriyatta saplanıp kalmış durumda. Uzun ve karmaşık bir tarihe rağmen İslam ve Müslümanlara karşı kin ve düşmanlık 11 Eylül saldırıları ve ardından gelen “terörle mücadele” ile daha da perçinlenip şiddetlendi.
11 Eylül yeni şiddet, ırkçı ayrımlar ile dışlama süreçleri ile devlet müdahalelerinin temelini oluşturdu ve bu süreç doğrudan Müslüman olarak algılanan kişiler üzerinde yoğunluk kazandı. Müslümanlara karşı ırkçılık 11 Eylül’den sonra başlamış olmasa da Müslümanları bir ulusun dışındaki ve içindeki düşmanlar olarak tanıtan söylemlerde bariz bir yoğunluk görüldü ki bu yaklaşım devlet müdahalesini mümkün kılacak olanaklar yarattı. Almanya’da Alman vatandaşı olarak değil de “yabancı” ya da “göçmen” olarak ele alınan ve ayrımcılığa maruz kalan tek kesim neredeyse sadece Müslümanlar.
Ilımlı İslam Teşviki
Müslümanların varlığını sorunsallaştıran ideolojilere bir cevap olarak Avrupa’daki birçok hükûmet ulusal konseyler oluşturarak İslam’ı entegre etme çabasına girdi. Bu konseyler devlet ve Müslüman cemaat arasında aracı olarak işlev görecek, daha ılımlı bir İslam versiyonunu teşvik edecek, ulusal güvenlik otoriteleriyle iş birliği yapacak ve birbirine uymayan ya da çatışan nitelikte görülen Müslümanlarla “Avrupalılar” arasında bir arada yaşamayı daha sorunsuz kılacaktı.
Almanya’da böyle bir gelişme 2006 yılında Alman İslam Konferansı’nın kurulmasıyla gerçekleşmiş oldu. Alman İslam Konferansı’nın ana özelliklerinden biri Müslüman cemaatlerle Alman devlet temsilcileri arasındaki “diyalog ve fikir alışverişi platformu” olarak sunulmasıdır. Ne var ki bu tanıtım ifadelerinde çoğunlukla gizlenen şey şudur: Alman İslam Konferansı, Alman devleti tarafından kurulmuş ve onun tarafından yönetilmekte, böylelikle devletin dikte ettiği hedeflere, gündemlere ve parametrelere cevap vermektedir. Bu durum çoğunlukla fark edilmemekte, böylece Alman İslam Konferansı otoritesini gizli bir şekilde etkin kılmaktadır.
Irksal Tarihselcilik
Bu manada her ne kadar “emsaller arasında diyalog” olarak sunulmuş olsa da Alman İslam Konferansı temsilcileri Müslümanlar ve İslam hakkında bir dizi temel ırksal varsayım dile getirmiştir. Alman İslam Konferansı’nın tesis edilmesinin arefesinde konferansın kurucusu olan İçişleri eski Bakanı Wolfgang Schäuble Süddeutsche Zeitung’a verdiği röportajda açık açık, “Aydınlanmış ülkemizde aydınlanmış Müslümanlar istiyoruz.” demiştir. Aydınlanma söylemiyle Schäuble Müslümanlar ile Almanlar arasında zamana dayalı bir ayrım ve sınır çizmekte; böylelikle birinin diğerinden daha ileri olduğunu varsayan farklı tarihsel güzergâhları ortaya koymaktadır.
Aydınlanma çağrısı “biz-onlar” söylemi yoluyla işlemekte ve iki kapalı grup tasvirini oluşturmaktadır: Aydınlanmış Almanlara karşı cahil ve karanlıkta kalmış Müslümanlar; üstelik Alman İslam Konferansı’nın kendi verilerine göre ülkedeki Müslüman nüfusun yarısı Alman vatandaşı olmasına rağmen. Böylelikle Schäuble’nin sözleri Aydınlanma’nın kendi çelişkilerinden birini ortaya koymaktadır. Bu çelişki Avrupalıların entelektüel bir “üstünlüğe” Avrupalı olmayanların ise “daha aşağı” bir statüye sahip olduğu varsayımıdır.
Bu bağlamda Schäuble’nin Aydınlanma ifadesini stratejik bir şekilde Almanlarla Müslümanlar arasındaki tarihsel ve zamansal farklılıkları tarif etmek için kullanması, David T. Goldberg’in “ırksal tarihselcilik” terimiyle açıkladığı bir şeydir. Irksal tarihselcilik, tarihsel olgunluk ve tarihsel gelişmemişlik konusundaki iddialara dayandırılan, insanlar arasındaki farklılıkları ve hiyerarşileri oluşturmak için tarih ve tarihsel gelişmenin tek kıstas kabul edildiği ırksal ayrıma dayalı bir yaklaşım şeklidir. Irksal tarihselcilik gelişme ve ilerlemeye dair tarihsel argümanlar kullanarak “ırklaştırılan” topluluklar üretir.
Sorunlar Yumağı Olarak Görülen Müslümanlar
Alman İslam Konferansı’nın yapısı, işleyişi ve programlarının genel olarak Schäuble’nin mantığını nasıl takip ettiğini, yani Müslümanları pedagoji ve entegrasyon yoluyla Alman modernitesine taşıma ihtiyacını ifade ettik.
Alman İslam Konferansı’nın “Müslümanların tarihsel eksikliklerine” yaklaşımının bir diğer yanı bu oluşumun kendisini Almanya’daki Müslümanların teşkil ettiği sorunlara bir tepki olarak sunmasıdır. Burada şunu vurgulamakta fayda var: Alman İslam Konferansı Müslümanların Almanya’daki varlıklarının farklı arenalarda yoğun bir şekilde sorunsallaştırıldığı bir çerçevede gün yüzüne çıktı. Öğretmenlerin okulda başörtüsü takmalarından ve başörtüsünün bir baskı unsuru olarak sembolize edilmesinden tutun da, Alman topraklarında cami inşa edilmesine; nefret vaizlerinin toplumsal kutuplaşmayı körükleyen ajanlar olarak varlık göstermesinden, Müslüman kesim içerisindeki yüksek doğum oranına; aşırıcılık ve radikalleşmedeki yükselişten, “paralel toplumların” gelişmesine; Alman dilindeki yetersizliklerden, siyasi üyelik ve sadakat konularına kadar liste uzamaktadır. Müslümanların hem ırk hem de ontolojik olarak “sorun” olarak görülmesi nihayetinde Müslümanlara vatandaşlık hakkının tanınıp tanınmamasıyla ilişkilendirilmektedir.
Alman İslam Konferansı’nın yayımladığı 2008 dönem raporu Almanya’da son yıllarda farklı kültürden insanların, yani Müslümanlar ile Almanların bir arada yaşamı konusunda zorluklar görüldüğü için Müslümanların entegrasyonuna ağırlık verilmesi gerektiğini öngörüyor. Ne var ki bu tarz ifadeler Müslüman olmak ve Alman olmak gibi hayalî ve ayırıcı öncüllerin sonucu olarak ortaya çıkıyor; bu iki kültürün de dışa kapalı kültürler olduğunu ve dolayısıyla toplumsal çatışmaları tetiklediğini ima ederek, karşılığında devletin Müslüman topluluklara müdahalesi yoluyla toplumsal çatışmaların azaltılması gerektiği telkin ediliyor. Ancak Edward W. Said’in Medyada İslam kitabında da acı bir şekilde bahsettiği gibi: “Bir Müslüman’ın dini, kültürü ya da mensup olduğu topluluğun birer tehdit unsuru olarak görülmesi ve Müslümanların ısrarla terör, şiddet ve ‘kökten dincilik’ ile sürekli bağdaştırılması karşısında rahatsız olabileceğini biraz empati ile anlamak zor değil.”
Fotoğraf:IMO _ photothek.net 7