“Müslüman Olarak Konuşun, Ama Bizim İstediğimiz Gibi Olun.”
Freie Universität Berlin’de öğretim üyesi olan Prof. Dr. Schirin Amir-Moazami Avrupa’da din politikaları alanında uzman. Amir-Moazami ile Alman İslam Konferansı ve devletle Müslüman cemaatlerin diyaloğu üzerine konuştuk.
Habermas dayatmacı olmayan bir tartışmanın, iletişim taraflarının eşit olmasına ve simetrik bir diyaloğun gerçekleştirilmesine bağlı olduğunu söyler. Alman İslam Konferansı için bu durum geçerli mi sizce?
Hayır, kesinlikle değil. Egemenlikten, dayatmadan uzak tartışmaların genelde en iyi durumda sadece teoride ama asla siyasi realitede mümkün olmadığını bir an için göz ardı edip siyasi uygulama olarak Alman İslam Konferansı’nı ele alalım. Bu girişim en başından beri asimetrik bir tutum sergiledi. Devlet Uyum Zirvesi’nin yanı sıra Müslümanlar için ayrı bir zirvenin olması gerektiğine karar vermişti. İletişim partnerlerini devlet belirledi. Gündemi ve daha da önemlisi diyalog sonucunda ortaya çıkacak hedefleri de devlet belirledi.
Yani bu iyi niyetli diyalog yaklaşımı en başından beri devlet egemenliği ile karakterize. Bununla beraber “devletin Müslümanları devlet masasına davet ettiği” bir vaziyette başka bir şey de beklenemezdi aslında. Öte yandan mesele gerçekten farklı fikirlerin karşılıklı olarak ortaya konması olsaydı daha eşitlikçi bir fikir alışverişi söz konusu olabilirdi. Fakat Alman İslam Konferansı’nın içinde barındırdığı entegrasyon modelinin amacı bu değil. Özellikle ilk yıllarda tek taraflı olarak Müslümanların sözüm ona entegrasyon sorunlarına odaklanılmış ve bu sebeple sorular sadece bir yöne kanalize olmuştur: “İslam’ın yaşadığı sorun nedir ve İslam’ı entegrasyon kaynağı olarak nasıl kullanabiliriz?” Bu anlamda son yıllarda değişim gözlense de bu egemenlik asimetrilerinin yok olduğu anlamına gelmiyor. Bunun başlıca sebebi de Konferansın “medenileştirici” bir güdü izliyor olması. Şöyle deniliyor yani, “Müslüman olarak konuşun ama bizim istediğimiz gibi olun!”
Bir makalenizde Alman İslam Konferansı’nın tek taraflı bir gündem ve tek taraflı bir davet politikası izlediğini söylüyorsunuz. Bu yargıya nasıl vardınız?
Alman İslam Konferansı’nın fikir babası Schäuble “İslamcılık”, “cinsiyet standartları” veya “temel haklar” gibi konuları tek taraflı bir yaklaşımla Müslümanların sorunları olarak tanımlayarak gündemi en başından belli etti. Bu arada ben bunun geçmişte de günümüzde de kötü niyetli bir strateji olduğunu düşünmüyorum. Bence bu nihayetinde İslam ve bu ülkede yaşayan Müslümanlar hakkında Alman İslam Konferansı’ndan uzun süre önce yerleşmiş olan derin düşüncelerin bir ifadesi.
Resmî olarak Almanya’daki Müslüman “çeşitliliğini” yansıtmak için farklı kökenden Müslümanların davet edildiği belirtiliyor. Ancak temsil edilen Müslümanların kompozisyonuna bakıldığında özellikle ilk etapta her bir temsilci için belli bir rol biçilmiş olduğu görülüyor. Örneğin sözde “İslam eleştirmenlerinin” erkeklerin egemen olduğu dernek temsilcilerine cinsiyet eşitliğini öğretmesi, bu sırada “İslam uzmanlarının” da İslami cemaatlerle “güven ortaklıkları” kurması öngörülmüştü. Fakat bunu gerçekleştirmek çok kolay olmadı. Alman İslam Konferansı mevcut vaziyette pek de kurgulanmış gibi görünmese de egemenlik asimetrilerinde değişen bir şey yok. Kiminle, nasıl ve hangi konuda görüşüleceğine hâlâ devlet temsilcileri karar veriyor.
“Cihat” veya “şeriat” gibi İslami temel kavramlar Alman kamuoyunda açık bir şekilde olumsuz çağrışımlara yol açıyor. İslami cemaatler ve devlet arasındaki diyalog, güvenlik politikası çerçevesinde mücadele edilmesi gerektiği düşünülen bu “olumsuz” kavramların gölgesinde gerçekleşiyor. Müslümanlar kendi kavramlarını yorumlama yetkisini nasıl kazanabilirler?
Bu çok güzel bir soru, ancak benim cevabım maalesef biraz hayal kırıcı olacak. Hangi kavramların toplumda hangi şekilde yayılacağı sorusu, liberal ulusal devletlerin marjinal seslerinin ifade olanaklarının ve koşullarının ne olduğu sorusuna bağlıdır.
Herkesin fikrini serbestçe ifade edebilecek olması, söylenen her şeye kulak verileceği veya bunların kamuoyunda tartışılacağı anlamına gelmez. Dolayısıyla kavramları yorumlama hakkı kamuoyuna erişim olanağına sahip olanlarda saklıdır. Dijitalleşme bu anlamda köklü bir değişiklik sağlamadı. Tam aksine: Hem kendilerini İslam savaşçıları olarak lanse eden, artmakta olan terör şebekeleri hem de aşırı sağcı hareketler medyanın bu alanlarını rahatsız edici ve kısmen vahşet içerikli olarak kullanıyor. Böylece İslami kavramlarla bağdaştırılan olumsuz çağrışımlar farklı yollardan besleniyor. Yani kamuoyu istediği zaman düşüncelerini destekleyen belgeler bulabiliyor.
Süddeutsche Zeitung’ta kısa bir süre önce savaş bölgesinde insanları kurtaran ve bombalanmış bir binadan bir bebeği kurtarırken sonunda yaylım ateşinde hayatını kaybeden bir Suriyelinin dokunaklı hikâyesi yayımlandı. Bu kişi ölümünden önce verdiği röportajda bu yardımlarını “cihat” olarak tanımlamıştı. Buradaki basında cihadın bu versiyonunun dikkate alınmaması anlamlıdır. Genellikle sadece malum varsayımları teyit edenler duyulmaktadır.
İçselleştirilmiş dinleme ve görme alışkanlıklarına bağlı olan kökleşmiş fikirleri değiştirmek çok zor. Maalesef karşınızdakinin kendi varsayımlarını eleştirel olarak gözden geçirmesini sağlamadan “uzmanlık bilgisi” ile gerekçelendirmeler yapmak genellikle pek bir fayda sağlamıyor.
Aşağı Saksonya Eyaleti uzun süredir bir devlet sözleşmesi için İslami cemaatler ile görüşmeler yürütüyor. Ancak müzakereler çıkmaza girmiş durumda. Devlet ve Müslümanlar arasındaki diyalog ne gibi zorluklara gebe?
Hristiyan olmayan dinî cemaatlerin tanınmasını zorlaştıran Devlet Kilise Hukuku şartlarının yanı sıra marjinalleştirilen azınlıkların tanınması prensip itibarı ile karmaşık: Azınlığın aktör olarak fark edilmek ve tanınmak için ortak bir sesle konuşması şart. Diğer taraftan tanınma kriterlerini devlet belirler ve bunun üzerinden egemenlik kazanır.
İslami cemaatlerde ise bu durum cemaatlerin birini dışlamadan tek bir fikirde birleşememeleri ile daha da zorlaşıyor. Buna sorumlu siyasi otoritelerin İslami derneklere karşı sıklıkla dillendirilmeyen bir şüphe beslemeleri de ekleniyor. Bu da güven oluşturmak için çaba sarf etmek gerekliliğini ortaya koyuyor. Müslümanlar ise bu anlamda kendileri taleplerde bulunabilmek yerine sürekli aynı sorular karşısında kendilerini ifade etmek zorunda oldukları için devamlı savunma konumundalar.
Siz Almanya ve Fransa’da yürütülen başörtüsü tartışmasını araştırdınız. Peçe yasağına ilişkin güncel tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Görünüşe bakılırsa bu tartışma, toplumun büyük bir kesiminin küresel terörle nasıl başa çıkılacağı konusundaki çaresizliğinin bir ifadesi. Fakat kıyafet yasağı ile tehlikelerin önlenebileceğini veya sembolik siyasi uyarılar verilebileceğini düşünmek saçmalık. Güncel tartışmada herkesin peçenin arkasında neyin gizli olduğunu bilmek istediğini iddia etmesi ise akıl karıştırıcı. Bu anlamda tüm vücudun örtülmesi “bizim değerler sistemimizin” reddedilmesini ve “Orta Çağ’a dönüşü” ifade eden kesin bir gerçek olarak kabul ediliyor. Peçe daima yabancı bir cisim gibi tanımlanıp dışlanıyor. Kimse bunu kadınlara sormaya gerek bile duymuyor.
Bu tartışmada ilk etapta bazı fonksiyonları sorgulamalıyız. Neden tam da şimdi peçe yasağı yeniden tartışılıyor? Burada hâlâ çok marjinal bir fenomen söz konusu. Ancak en üst siyasi düzeyde yürütülen bu tartışmalar yakında tüm Avrupa’nın peçe takmaya başlayacağı ve geç kalınmadan beraberce bunun önüne geçilmesi gerektiği izlenimini veriyor. Yani “ötekine” karşı duyulan ortak antipati bir beraberlik doğuruyor. Artık düşmanın nerede olduğu bilindiğine göre beraberce “değerler birliğimizi” oluşturan liberal kazanımlar ele alınabilir, gibi bir düşünce var. Ancak asıl soru bu tür düzenlemelerin kamusal alandaki liberal özgürlüğü gerçekten koruduğu mu yoksa onu kısıtladığı mı olmalı.
Ayrıca bu yasakların sadece uygulama açısından değil aynı zamanda siyasi açıdan da ne kadar problemli olduğunu Fransa örneğinde görmüş bulunmaktayız. Fransız hükûmeti bir taraftan dinî olan her şeyden katiyetle uzak durduğunu iddia ederken diğer taraftan bu tür müdahalelerle dini kışkırttığı için çelişkili bir tutum sergiliyor.
Mülteci krizi gittikçe artan bir şekilde “İslam meselesi” çerçevesinde ele alınıyor. İslam’ın etnikleştirilmesinden söz edebilir miyiz?
Böyle bir etnikleştirme uzun zamandır devam ediyor. Hatta ben bir “ırka özgüleme” tutumunun söz konusu olduğunu düşünüyorum, zira İslami karakteri öne çıkan ülkelerden gelen göçmenlerin “doğal olarak” Müslüman oldukları kabul ediliyor. Bu durum devlet düzeyinde kendini 2006 yılında Baden Württemberg’de gerçekleştirilen ve halk dilinde “Müslüman testi” olarak bilinen vatandaşlığa kabul testinde göstermiştir. 2011 yılına kadar sadece İslam karakteri ile öne çıkan ülkelerden gelen adayları vatandaşlığa kabul etmeden önce açık bir kılavuzda son derece sorunlu, verilecek cevaba yönlendirme yapan sorularla bu adayların anayasal bağlılıkları sorgulanmıştır. Müslümanların ırka özgülenmesi genel olarak entegrasyon tartışmasında kendini göstermektedir.
Entegrasyon meselesi büyük ölçüde bir İslam meselesi hâline geldi. Mülteci meselesi bu eğilimi onaylayıp teşvik etse de bunu ortaya çıkaran yegâne faktör bu değil. Mültecilerin her türlü yanlış davranışı hemen “kültür kaynaklı” olarak yorumlanıyor ve böylece er ya da geç İslam’a dayandırılıyor. Mülteciler Hristiyanlığa geçtiklerinde ise -ki görünüşe göre bu hiç de nadir rastlanan bir durum değil- genellikle sadece bu kişilerin fanatik Müslümanlar tarafından dışlandıklarından söz ediliyor. Üye ve meşruiyet mücadelesi veren kiliselerin din yayma çalışmalarından ise hiç söz edilmiyor.
İslami cemaatler diğer dinî cemaatlerle eşit bir statü kazanmak için çaba sarf ediyorlar. Ancak onlara dinî aşırılıkla mücadele, anavatanla olan ilişkilerin kesilmesi, “Alman değerleri”nin tanınması gibi başka talepler sıralanıyor. Bir Müslüman ne zaman “tam bir vatandaş” olarak kabul görür?
Burada çok merkezî bir mekanizmadan söz ediyorsunuz. Görünüşte siyasi otoriteler Müslümanlara ellerini uzatıyor ve İslam’ın Almanya’da yeri olduğunu kabul ediyorlar. Ancak bir sonraki adımda Müslümanların gerçek vatandaş olabilmek için yerine getirmeleri gereken genişletilebilir bir koşullar repertuarından söz ediliyor.
İşte tam da bu koşulsallık dâhil etme ve dışlama arasındaki sınırı ilk bakışta görünenden çok daha kırılgan hâle getiriyor. Talep ve teşvik edilen entegrasyon çoğunluk toplumunu ve azınlıkları sürekli (yeniden) üreten ulusal mekanizmaları belirliyor. Burada dışa vurulan antipatiden daha köklü düşmanlığı çiğ ve ırkçı bir dille ifade eden geleneksel bir asimilasyon paradoksu iş başında. Sizin de belirttiğiniz gibi, Müslümanlara bir taraftan sürekli olarak zor kazanılmış Avrupa standartlarını ve değerlerini kabul etmeleri gerektiği hatırlatılırken hemen ardından onların farklı, şüpheli, yenilenmeye muhtaç veya en azından sıra dışı olarak etiketlenmesi de oldukça dikkat çekicidir.
Burada da kendini “Müslüman meselesinde” açık bir şekilde gösteren, evrensel liberal özgürlükler ve millî düzenlemeler arasındaki genel gerilim ilişkisi söz konusudur. Kabul görmek için mücadele eden Müslümanların vatandaşlık hakları garantisi, itaatkâr vatandaşlar olmalarına bağlı olan genişletilebilir bir koşullar repertuarına bağlıdır. Buna rağmen genellikle sıra dışı vatandaşlar olarak kalacaklar. Zira bunu, yüksek sesle liberal değerleri öven ve tüm güçleri ile Müslüman olarak etiketlenmekten kurtulmaya çalışan “İslam eleştirmenlerinde” de görüyoruz. Nihayetinde onlara da sürekli Müslümanlar olarak söz veriliyor.