Alman Devleti’nin Müslümanlara Yaklaşımı: İki Adım İleri, Bir Adım Geri
Alman İslam Konferansı bütün eleştirilere rağmen “yolda düzülen bir kervan”. Bu kervandaki kriz zamanlarını anlayabilmek, konferansın geleceğini değerlendirebilmek için önem arz ediyor.
Alman İslam Konferansı’nı anlayabilmek için önce onun niçin hayata geçirildiğini analiz etmek gerek. On yıllar boyu göçü göz ardı eden Almanya, böylece kendi içinde yaşayan insanlarla uzun zaman ünsiyet kurmayı ihmal etmiş oldu. Müslümanları “yabancı”, İslam’ı da “yabancıların dini” olarak görerek 40 yıl geçirdi. Bu pencereden bakıldığında İslam Konferansı’nı hayata geçiren zamanın İçişleri Bakanı Wolfgang Schäuble’nin, Müslüman kuruluşlarla devlet arasında bir iletişim tesis etmesi ve bu iletişime bürokraside ve kamuoyundaki maksatlı itirazlara rağmen, “Ben Müslümanlarla konuşacaksam eğer herkesi davet etmeliyim.” şeklinde takdir edilmesi gereken bir duruş sergilemesi aslında İslam Konferansı’nın bütün eksikliklerine rağmen bir milat olduğunu ortaya koyuyor.
İslam Konferansı Müslümanlara bakış açısından bir milattı. Çünkü bu konferans aracılığıyla Alman devleti ülkedeki İslam gerçeğini kabul ettiğini, İslam’ın Almanya’nın bir parçası olduğunu söylemiş oldu. Nitekim Schäuble tarihî bir ifadeyle, “İslam Almanya’nın ve Avrupa’nın bir parçasıdır. İslam bugünümüzün ve geleceğimizin bir parçasıdır.” diyerek tarihî bir sinyal göndermiş oldu. Benzer bir ifadeyi Schäuble’den 4 sene sonra Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulff söylediğinde kamuoyunda ciddi bir infial oluşacak, hatta Wulff’un kendi deyimiyle bu ifade kendisini koltuğundan eden faktörler arasında yer alacaktı. Wulff’un istifasından 3 ay sonra İçişleri Bakanı Thomas de Maizière İslam’ın Alman kültüründe Hristiyanlık ve Yahudilikle aynı değere sahip olmadığını söyleyecekti.
Müslümanlara bakış ve yaklaşım açısından devletin İslam politikalarında bir milat olan İslam Konferansı o güne kadar Müslümanlar hakkında konuşan devletin artık Müslümanlarla konuşmanın bir yolunu aradığını gösteriyordu. Fakat bu diyalog arayışlarının Müslümanları diğer vatandaşlar gibi eşit bir seviyede görüp görmediği tartışmalıdır. İslam Konferansı’nın temel ruhuna daha çok tepeden buyruk veren bir yaklaşımın, “Gelin de size bir üslup öğretelim” gibi bir arzunun hâkim olduğun söylemek yanlış olmaz. Diğer yandan Konferans bütünde pozitif bir girişim olmasına rağmen hâkim hava Müslümanları “ehilleştirme” üzerine yoğunlaşmıştı. Bu tepeden ve kendisini muhatabına kıyasla “mutlak doğru” olarak konumlandıran bakış, konferansta hangi konuların konuşulacağını ve bu konuların yine kimlerle konuşulacağını kendisi belirliyordu.
Müslüman Camia İçinden “Aykırı” Sesler
Burada ortaya çıkan en ilginç durum o güne kadar Müslüman camianın tanımadığı ve taban referansı olmayan kişilerin İslam Konferansı sayesinde bir hamlede “Müslüman camianın temsilcileri” olarak sunulması oldu. Devlet Müslümanları temsil ettiğini iddia ettiği İslam eleştirmenlerini “sessiz ve organize olmamış Müslümanların sesi” olarak masaya oturttu. Oysa bu kişiler Müslümanlar arasında bir karşılığı olmayan, hatta kısmen Müslümanlara karşıt duruşları olan kimselerdi. Konferansın belki de en hatalı girişimi olan bu durumun plansız olduğunu söylemek yanlış olur. Din konusunda tarafsız olmak zorunda olan ve dini yönlendirme yetkisi olmayan devlet, Müslümanlarla diyaloğunda “Müslümanların saflarından” birileriyle, muhataplarından beklentilerini de dillendirmiş oldu. Böylece devletin talepleri konferansa katılan “İslam eleştirmenleri”nin ağzından döküldü. Şimdi adı unutulan, 3-5 kişinin bir araya geldiği, tabanı olmayan, cemaati olmayan, ama İslam’ın nasıl “reforme” edilmesi gerektiğini tarif etmekte çok gayretli olan kuruluş ve kişiler masanın baş köşesinde oturuyordu. O güne kadar Müslüman camia içinde kimsenin tanımadığı dernek ve şahıslar, o güne kadar sadece İslam aleyhine yazmış yazarlar, Müslümanları karalayan, küçük düşüren, genel şüpheyi körükleyen ve Müslümanları töhmet altında bırakan insanlar Konferans’ın çatısı altında bir araya getirildi. Böylece “Müslümanların tamamının sesinin yansıtıldığı” iddia edilse de aslında uzlaşma imkânının baştan yok edildiği bir “horoz dövüşü” ortamı ortaya çıktı.
Alelacele Bir Girişim
İslam Konferansı’na Alman devletinin Müslümanlara yönelik hegemonyal yaklaşımı da sık sık yansıdı. Dahası Müslümanları entegre etmek ve devletle Müslümanlar arasında daha düzenli bir münasebet geliştirmekten ziyade güvenlik endişeleriyle, o zamanın siyasi atmosferinin baskısıyla biraz da apar topar hayata geçirilmiş bir girişim İslam Konferansı. 11 Eylül, Madrid ve Londra saldırılarının ardından Alman İslam Konferansı’nı bir “zorunluluk” hâline getiren biraz da Hollanda’daki çokkültürlülük anlayışının Van Gogh cinayetiyle iflas ettiği varsayımı olmuştur. Nitekim o günden bugüne dek Almanya’da çokkültürlü toplumun iflas ettiğini iddia eden sesler çoğalmıştır. Devletin bakışıyla “çokkültürlü toplum nostaljisinin çökmesinden sonra bir çözüm yoluna gitme zorunluluğu” hasıl olmuş ve âdeta bir refleks olarak ikisi de aynı zamanda olmak üzere, hem İslam Konferansı hem de Uyum Zirvesi yapılmıştır. Burada bir ek olarak çokkültürlü toplumun iflas etmediğini ifade etmekte de fayda var.
Konferansın ihtiyaçtan değil, devlet açısından konjonktürel bir zorunluluktan kaynaklandığı, konferansa çağrılan cemaatlerde toplantı öncesi bir nabız yoklaması yapılmamış olmasında da kendisini göstermiştir. Konferansın ilk oturumlarında tabiri caizse, “daha iyi birlikte yaşam için nelere ihtiyacımız var, bir konuşalım” yaklaşımı yerine “Sizde bir hastalık/sorun var, gelin tedavi edelim.” şeklindeki yaklaşım söz konusuydu. Bu “zaruret” hâliyle çıkılan yolda ülkedeki Müslüman azınlıklar gibi hassas bir konuda aslında biraz da deneme yanılma yöntemi uygulanmıştır.
İslam Konferansı’nda 3 Dönem
İslam Konferansı’nın oluşum itibariyle bir milat olduğunu, bununla birlikte yaklaşım itibariyle sorunlu yanların kendisini gösterdiğini belirttik. Fakat Konferansı durağan, değişmeyen bir blok olarak görmek hatalı olacaktır. Nitekim değişen İçişleri Bakanları, katılımcıların ve kamuoyunun tepkisiyle birlikte Alman İslam Konferansı kısmen “yolda düzülen bir kervan” olarak nitelendirilebilir.
Bu anlamda İslam Konferansı’nı 3 döneme ayırmakta fayda var. Birinci dönemi “Tanışma Dönemi”(2006-2009) olarak tanımlayabiliriz. Nitekim devletle Müslümanlar 45 yıl sonra ilk kez tanıştılar. Bu tanışma esnasında da bazı buyrukçu kural koyma denemeleri kendisini gösterdi.
İkinci dönemi (2009-2012) “Yönlendirme Dönemi” olarak tanımlayabiliriz. Bu dönemde bariz bir şekilde devletin İslami cemaatleri yönlendirme ve şekillendirme isteği kendisini gösterdi. Öyle ki zamanın İçişleri Bakanı Hans-Peter Friedrich Müslümanlarla diyalog amacını güttüğü Konferans’ta hızını alamayıp meseleyi bir Güvenlik İşbirliği’ne çevirdi. Bu dönemde İslam Konseyi dışarıda kaldı, katılan İslami kuruluşlar da bu dönemde iyi bir sınav vermedi. Özellikle kamouyunda “Vermisst” (Kayıp) kampanyası olarak bilinen proje ile Konferans “duvara tosladı”. Kamuoyundan, siyasetten ve özellikle de Müslüman toplumdan gelen tepkiler neticesinde kampanyadan geri adım atıldı.
Üçüncü dönemi (2012-) “Mutabakat Arayışı Dönemi” olarak tanımlayabiliriz. Duvara toslayan ikinci dönemde kötü bir imtihan verildiği için üçüncü dönemin aynı yaklaşımlarla devam edemeyeceği açıktı. Öte yandan devlet İslam ve Müslümanlarla ilgili siyasetini tam olarak belirleyemediği için konferansın devam etmesi gerekiyordu. Geçmiş dönemde edinilen tecrübeden dolayı bu iletişimin aynı göz hizasında, karşılıklı saygı ve mutabakat içinde devam etmesi şarttı ve daha çok Müslümanların güncel sorun ve ihtiyaçlarını ilgilendiren konulara ağırlık verilmesine gerek duyuluyordu. Bu nedenle ilk iki dönemde devletin taleplerinin ağırlıkta olduğu, üçüncü dönemde ise Müslümanların ihtiyaçlarına kulak verilmeye başlandığı söylenebilir. Bu konulardan biri de Müslüman cemaatlerin sosyal hizmet çalışmaları kapsamında kurumsallaşması meselesidir.
İslami Cemaatlere Yaklaşım
Alman devleti Müslümanlarla iletişime geçmek için 40 sene bekledi. Alman İslam Konferansı’nın 10. senesini geride bıraktığı şu günlerde devletin Müslüman cemaatin beklentilerini artık anladığını da iddia etmek çok doğru olmayacaktır. Bugün Aşağı Saksonya’da ve diğer eyaletlerde devlet anlaşmasında Müslüman cemaati diğer dinî cemaatlere kıyasla çok daha aşağıda bir pozisyonda gören, Müslümanlara haklarını vermek konusunda isteksiz olan, hatta bazı haklarını kısıtlamaya meyleden yaklaşım göz önüne alındığında İslam Konferansı’nın Alman siyasetinde bir paradigma değişikliğine yol açamadığı ortada. Getirdiği bazı “kazanımlar” büyük atılımlar olarak nitelendirilemez. Devletin Müslümanlara yaklaşımı hâlâ güvensizlik üzerine kurulu. Bugün özellikle de Türkiye kökenli Müslümanların Türkiye ile ilişkileri bile bir güvenlik endişesi doğuruyor. Okullarda verilen İslam din dersi Müslümanların dinlerini öğrenmeleri amacından çok, cami hocalarının etkisini azaltmak ve “radikalizmle” mücadele etmek gibi güvenlik eksenli bir motivasyon taşıyor. Bu durumda aslında Alman devletinin Müslümanlarla ilişkisi iki adım ileri gidiyorsa bir adım da geri gidiyor.
İletişim ve karşılıklı çözüm arayışları açısından İslam Konferansı bir milattı. Bu dönüm noktasının Alman kamuoyunda bir paradigma değişikliğine yol açması için daha kat edilmesi gereken çok mesafe var. Güvenlik eksenli ve güvensizlik üzerine bina edilen yaklaşımlardan uzaklaşmak şart. Başarılı ve bir ortak gelecek karşılıklı güven üzerine bina edilebilir. Elbette geriye doğru atılan adımların iç siyasette sağ popülist seçmenlere göz kırpmak için çoğaldığını düşünürsek, bu mesafenin ne kadar sürede kat edilebileceği hâlâ muamma. Ama yine de geleceğin krizlere daha dayanıklı bir güven ve kabulü gerekli kıldığını, bunun gelecek nesillere karşı hepimizin sorumluluğu olduğunu unutmamak gerek.
Fotoğraf: Katy Otto _ Deutsche Islam Konferenz 2