“Siyasetçiler İslam’ın Dışlanmasında Politik Bir Sermaye Buluyor.”
Sven Speer Açık Din Politikası Forumu’nun (FOR) kurucusu ve başkanı. Aynı zamanda Osnabrück ve Münster Üniversitelerinde araştırma görevlisi. Almanya’daki eyaletlerin din politikalarını araştıran Speer ile Alman İslam Konferansı ve Almanya’nın İslam politikası üzerine konuştuk.
Sizce Alman İslam Konferansı’nın katkıları neler?
Alman İslam Konferansı her zaman anayasaya uygun olarak sunulmasa da İslam din dersinin ve İslam ilahiyatının bazı eyaletlerde yer edinmesine gerçekten katkı sağladı. Ama diğer yandan İslam Konferansı devletin İslam konusunu nasıl ele alacağını bilemediğini gösterdi. İslam Konferansı yeni başladığı zamanlarda dinî organizasyonlar azınlıktaydı. Buna karşın aralarında önde gelen İslam eleştirmenlerinden biri olan Necla Kelek’in de bulunduğu “teşkilatlanmamış Müslümanlar“ çoğunluktaydı. Ahmediye Cemaati başlangıçta Alman İslam Konferansı’nda hiç temsil edilmiyordu. Daha sonra İslam Konseyi ve Almanya Müslümanları Merkez Konseyi (ZDM) üyeliklerini dondurdu. Şu anda ise Alman İslam Konferansı’na üye olan dernekler sadece dinî cemaatler veya dinî cemaat olabilecek olanlar.
Bence Alman İslam Konferansı’ndan öğrendiğimiz en önemli şey, hem birçok Müslüman açısından hem de devlet açısından standart ve kapsamlı bir İslami örgütün gerekli ve gerçekçi olmadığıdır. Sonuç olarak Alman İslam Konferansı büyük bir hayal kırıklığıdır: İslami dernekler açısından hâlâ kabul görmedikleri için, devlet aktörleri açısındansa siyasi yönetilebilirlikteki başarısızlık yüzünden.
Alman İslam Konferansı 10. yılını geride bırakmasına ve bu 10 yılda İslami cemaatler ile yoğun diyaloglar yürütülmesine rağmen devlet ve organize Müslümanlar arasında hâlâ bir güvensizlik olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Alman devleti yıllardır çaresizlik içinde İslami cenahtan kendilerine uygun partner arayışında. 1970’li yıllardan itibaren politikadan büyük ölçüde bağımsız olarak kurulan İslam Toplumu Millî Görüş (IGMG) ve İslam Kültür Merkezleri Birliği (VIKZ) teşkilatlarına Almanya’da güvenilmedi. Bu sebeple de Alman federal eyaletleri Türkiye’de 1980 yılında gerçekleşen askerî darbe sonrasında Türk Diyaneti tarafından yetkilendirilmemiş olan imamların ülkeye girişine izin vermemişti. Bundan sonra kurulan Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) Türk hükûmetinin bu dernek üzerinde oldukça etkili olmasına rağmen ve hatta tam da bu sebepten dolayı Alman siyasetçilerinin tercih edilen iş birliği partneri olmuştu. Ancak Alman politikası bütün Müslümanların Almanya’yı terk etmeyeceğini anladığında yabancı bir hükûmetin etkisi olumsuz görülmeye başladı.
Cami derneklerini koordine eden ve Alman hükûmeti tarafından desteklenen DİTİB’in yanı sıra sadece yeterli derecede farklı bir profile sahip olan dinî cemaatler başarılı olabildi. Bunlar da genellikle VIKZ ve IGMG gibi muhafazakâr kuruluşların yanında ZMD’nin bir kısmı ve Ahmediler gibi etnik olarak farklılık gösteren kuruluşlardı.
Alman hükûmeti kendini problemli bir durumun içine sokmuştu ve bu durumun üstesinden bölgesel Şuralarla gelinmesi istendi. Politikada sevilmeyen çatı kuruluşların etkisi cami derneklerinin bölgesel federasyonlar şeklinde birleşmesi ile azaltılmalıydı. Ancak bu çok başarılı olmadı: DİTİB camileri de tıpkı bazı eyaletlerdeki İslam Kültür Merkezleri Birlikleri gibi bu Şûralardan kaçındı. Ancak Şuralarda zamanla IGMG ve İslam Konseyi mensupları zirveye çıktı ve bu politikanın hoşuna gitmedi. Aynı şekilde Alman İslam Konferansı da eskilerin yerine geçebilecek veya en azından onlardan daha baskın olabilecek yeni bir İslami aktör çıkaramadı. Alman politikası mevcut aktörlerle çalışmak yerine değerli zamanını mevcut aktörlerin yerine geçirmek üzere yeni aktörler oluşturmak amacıyla harcamış ve böylece İslam’ın Almanya’da bu denli kafa karıştırıcı olmasına ve birçok İslami cemaate karşı büyük bir güvensizlik duyulmasına sebep olmuştur.
Uzun yıllar boyunca Alman İslam Konferansı’na güvenlik ve göçmen politikaları hâkim oldu. İslam’la “tehlike” veya “güvenlik” izleri taşımayan bir diyalog gerçekleştirilmesi mümkün değil mi?
Sadece Alman İslam Konferansı değil, Almanya’nın tüm İslam politikası entegrasyon tartışmalarının İslamlaştırılması ve “securitization” yani güvenlik vurgusu ile karakterizedir. Zira İslam din dersinin ve İslam ilahiyatlarının başlatılmasını veya Alman İslam Konferansı’nın kurulmasını sağlayanlar Müslüman temsilciler değildi. Müslüman temsilciler bunun için yeterli etki gücüne sahip olmadı. Mukayese edersek sadece Katolik Caritas Derneği’nin yaklaşık 590.000 gönüllü çalışanı var, bunların Protestan Diakonie ile birlikte yıllık cirosu yaklaşık 44.5 milyar Euro. Bununla mukayese edildiğinde İslam dernekleri küçük değil, çok çok ufak kalıyorlar.
Alman İslam politikasının arkasındaki tetikleyici etken İslam korkusu. Almanların yaklaşık dörtte üçü Müslümanların çoğalmasını bir tehdit olarak görüyor. Yüzde 60’tan fazlası Müslümanlar arasında birçok teröristin bulunduğundan endişe ediyor. Ayrıca Müslümanların sayısı açık bir şekilde mevcut olandan daha fazla tahmin edildiği için tehlike değerlendirmesi de abartılı. Göçmen kökenli olmayan Almanlar Almanya’da ortalama on bir milyon Müslüman’ın yaşadığını tahmin ediyor. Bununla beraber Türkiye kökenlilerin dokuz milyon olarak belirtildiği tahminler de yanlış. Bu bağlamda “tehlikeye karşı savunma” ve “güvenlik” kavramlarının İslam politikasına dair tartışmalarda yer almaması mümkün görünmüyor.
Bununla beraber İslami cemaatlerin avantajı, güvenlik tartışmaları gölgesinde başarıların da elde edilebilecek olması. Uygulama anlamında anayasa ile bağdaştırmak genellikle zor olsa da İslam din dersi ve İslam ilahiyatı bu başarıya örnek olarak verilebilir. Bunlar gelecekte yapılacak iyileştirmeler için çıkış noktaları olacak.
Almanya’nın İslam politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Almanya’daki İslam politikası, diğer dinî ve felsefi geleneklere yönelik din politikasından belirgin ölçüde farklılık gösteriyor. Almanya’da politika alanında İslam olmaksızın bir “din politikası” düşünmek mümkün değil. En geç 11 Eylül’den beri Almanya’da din politikasının, özünde Müslümanlara ve İslam’a yönelik olan bir entegrasyon politikası olarak yeniden düzenlendiğini gözlemliyoruz. Din politikası daha 2000’li yıllarda Almanya’da din ve devlet işlerinin “barışçıl bir şekilde ayrılması” noktasına atıf yapılarak reddedilen siyasi bir yönlendirme içeriyor.
Hristiyan tarikatlarına dair histeri ve Müslüman göçmenlerle birlikte 1990’lı yıllarda bir din politikası oluşturulması yönündeki çağrılar da arttı. Buna karşın toplumdaki dünyevileşmeye bağlı olarak bir dine mensup olmayanların sayısının artması ve Doğu-Batı Almanya’nın yeniden birleşmesi bir din politikası oluşturulması çağrılarında rol oynamadı.
Alman din politikası İslam ile yerleşik dinler arasında, ama aynı zamanda köklü olmayan azınlıklar arasında büyük farklılıklar gösteriyor. 1990’dan beri parlamentoların ve hükûmetlerin din politikasıyla ilgili kararlarının tümü, aralarında iki büyük kilise ve Yahudiler Merkez Konseyi’nin bulunduğu dinî cemaatler için olumlu olmuştur. İslam hariç diğer tüm azınlıklar ise (Yehova’nın Şahitleri, Hümanistler Derneği, tarikatlar) bu kararlardan genellikle olumsuz etkilenmiştir. Din siyasetine dair kararlar sadece İslam için hem olumlu hem de olumsuz olagelmiştir. Bu durum iş birliği aracılığı ile devlet kontrolünün bir göstergesidir. Hümanistlere tıpkı Kuzey Ren-Vestfalya’da “dünya görüşü dersi”ne izin verilmemesi gibi mezhepten bağımsız bir konsey oluşturma hakkı da tanınmazken bu haklar anayasal tereddütlere rağmen Müslümanlara tanınmıştır.
2006 yılında Wolfgang Schäuble İslam’ın Almanya’nın ve Avrupa’nın bir parçası olduğunu söyledi. Hans Peter Friedrich ise bunun kanıtlanamayacağını belirtti. Thomas de Maizière İslam’ın Alman kültüründe Hristiyanlık ve Yahudilik ile eş değer bir konuma sahip olamayacağını ifade etti. Siyasiler bu konu hakkında neden bu kadar sık ve bu kadar farklı söylemlerde bulunuyorlar?
Politikacılar İslam’ın sembolik olarak dışlanmasından politik sermaye ediniyorlar. Belki bu onlara güven hissi veriyor, fakat halkın korkularını pekiştiriyor. İslam’ın Almanya’ya ait olup olmadığı konusunda sonsuz bir tartışma yürütülebilir, zira “Almanya’ya ait olma” ifadesinin somut olarak ne anlama geldiği tanımlanmış değil. Almanya’da yaklaşık dört milyon Müslüman yaşıyor ve bunların yarısı Alman vatandaşlığına sahip. Müslümanlar ve İslam Almanya gerçeğinin birer parçası ve Almanya’da münferit şahısların veya grupların savundukları düşünceler tarafından kabul edilip edilmemeleri bu gerçeği değiştirmez.
Özgürlükçü demokratik temel düzenimizin kurucu bir unsuru olarak anayasa “Almanya’ya ait olan dinler” ve “Almanya’ya ait olmayanlar dinler” diye bir ayrım yapmaz. Genel koşullar herkes için aynıdır. Anayasanın 4. Maddesi Almanya’da herkese bir dine inanıp inanmayacağına karar verme özgürlüğünü tanır.
“İslam eleştirmenleri”, sözüm ona “İslam adına” gerçekleşen şiddeti önlemek için İslam’ın reforme edilmesini talep ediyorlar. Politikacıların da bu tür istekleri sıklıkla desteklediğini görüyoruz. Siyaset bir dine nasıl olması gerektiğini dikte edebilir mi?
Politik çağrıların bence çok fazla bir etkisi yok. Bunlar daha çok siyasetin kendini ifade etmesine hizmet ediyor. Bu konuda münferit çıkış noktaları olsa da devletlerin dinleri nasıl etkilediği bilimsel olarak hâlâ tam olarak bilinmiyor. Fakat yine de dinin devlet işlerinin ve kamunun dışında bırakılmasının mutlak bir laikleşmeye değil, daha ziyade toplumda kutuplaşmaya yol açtığı görülüyor. Fransa ve Belçika’daki Katolisizm ve son zamanlarda İslam bunun en iyi örneği. Buna karşın görünen o ki devletin dinlere açılması ılımlı bir ortamın oluşmasına katkı sağlıyor ve bu durum tüm “laik devlet” telkinlerine rağmen Avrupa’da bir istisna değil, genel bir uygulama. Devletin din teolojilerine doğrudan etki etmesi ise asla istenen sonuçları doğurmuyor.
Örneğin Kalvanistler hükûmeti yoğun bir şekilde dinî yasalarla yönetilen bir devletin kurulması amacına yönelik olarak kullanmışlardır. Ancak günümüzde söz konusu bu ülkeler, yani Birleşik Krallık, İsveç ve Hollanda, Avrupa’nın ve dünyanın en özgürlükçü ülkeleri arasında yer alıyor. Bugün oldukça gelenekçi ve tepkisel olan Selefiler ise 20. yüzyılın başlarında oldukça yenilikçi bir karakter sergilemekteydi. Bu gelişmelerdeki nedensel ilişkileri henüz tam olarak anlayamıyoruz ve bu sebeple istesek de bunları siyasi olarak yönlendiremeyiz. Ancak sonuçta güvenlik sorunlarının din politikası açısından ele alınması genellikle asıl sebeplerin gözden kaçırılmasına neden oluyor: Cihat amacıyla Almanya’dan Suriye’ye giden her beş kişiden neredeyse biri Müslüman olmayan bir ailede büyümüş. Bunlar arasında sadece her üç kişiden biri camilerde faaliyet göstermiş, ancak yüzde 68’inin Selefi çevreleri ile bağlantısı olmuş. Bununla birlikte Türkiye kökenli olanlar ortalamanın altında. Rakamlar kimsenin sorumluluklarını ortadan kaldırmaz ama bu durum güvenlik sorununun din politikası ile çözülemeyeceğini gösteriyor. Ayrıca Münih’te gerçekleştirilen ve muhtemelen ırkçı bir motife dayanan saldırı, “cihatçılık” yöntemlerinin diğer akımlar tarafından da kopyalanabileceğini gösteriyor.