Halep: Yalnızca Ölümün Yaşadığı Şehir
Halep’teki sivil halkın şehirden tahliye edilmesinin üzerinden aylar geçti. Yaşanan acıları unutmak ise mümkün görünmüyor.
Sokaktaki insanları bilgisayar oyunu oynar gibi coşkuyla avlayan rejim nişancılarının olduğu caddede bir ev vardı. Bu evin duvarlarında neşeli sesler yankılanmış, duvarlar bu eve gelenlerin şaka ve sohbetlerine tanık olmuştu. Fakat artık bu ev koca bir taş yığınından başka bir şey değildi. O gece o evde eşim Yusuf ve arkadaşları yoktu. Onlar yerine üç çocuklu bir aile ve bir başka anne ile bebeği enkaz altında gömülüydü. Ertesi gün aynı yerdeki enkaz yığınına olan biteni görüntüleyip kaydetmek için gittim.
Görüntü kaydını birden fazla kez tekrar etmek zorunda kaldım, zira cansız bedenlerin hemen yanı başımdaki enkazın altında gömülü olduğunu düşünmek bile ellerimin titremesine yetiyordu.
Bu olaydan birkaç gün önce, yan sokakta evinin karşısındaki kaldırımda ayağa kalkmaya çalışan bir adam gördüm. Hemen yanında patlayan roketten bacaklarına şarapnel parçaları isabet etmişti. Etrafı görebilmek için elleriyle suratını siliyordu. Sonra birden yüzünde temizlemeye çalıştığı şeyin yanındaki arkadaşının parçalanmış başından sıçrayan kan olduğunu fark etti. Şarapnel parçaları arkadaşının kafasını paramparça etmiş; kendisini ise mucizevi bir şekilde ıskalamıştı. “Mucizevi” çünkü, bu gizemli kentte sağ kalabilmek bir “mucize”ydi. Ayağa kalktığında arkadaşının parçalanmış kafasını gördü. Hemen ardından da bir kedinin arkadaşının yerde parçalanmış beynini yemeye çalıştığını. Ne kadar korkunç ve tiksindiriciydi kedinin şehidin beynini yiyor oluşu… Aynen böyle tiksindiriciydi işte, özgürlük ve insaniyet diye tutturan kokuşmuş devletlerin bu soykırıma kılıf bulmaya çalışması… Belki de “Terörizm bu insanların genlerinde var.” diye düşünerek her soykırım girişimini ve insanlık suçunu meşru görüyorlardı.
Katillere Teşekkür
Birleşmiş Milletler bu toprakların sahiplerinin nasıl sürüleceğini, onları nasıl sınır dışı edeceğini kara kara düşünüyordu. Zira bunun korkunç bir insanlık ayıbı olduğunun dünyaya hissettirilmemesi gerekiyordu. Bu zavallı insanlardan topraklarını, yaşamlarını ve haysiyetlerini geride bırakıp, bu soykırımı en fazla iki-üç gün durduran Birleşmiş Milletlere ve katil güçlere teşekkür etmeleri isteniyordu.
Senelerce, sessizce yazılan ve yayımlanan savaş raporlarında birer rakam idik. Haber sayfalarında geçen birkaç sözcükten ibarettik. Ruhlarımız üzerinde pazarlıkların yapıldığı konferanslarda konu listelerindeki bir başlık maddesi idik. Biz ki yaşamı hak etmeyen, ihmal edilmiş insan paçavraları… Yaşamı bizden fazla hak eden diğer insanlar için sosyal yardım politikasından başka bir şey değildik.
Uluslararası kanallarda, Hollywood ünlülerinin gizli hayatlarının ya da elmalı pasta tariflerinin gösterildiği televizyon programlarından daha kısa süren birer haberdik yalnızca.
İnsanlığı tehdit eden küresel ısınma sorunundan daha önemsizdik, bize uygulanan soykırım insanlığı tehdit etmiyordu çünkü. Kuşatma altındaki şehrimizde dünya haberlerinde de göremezdiniz bizi; zira bahçelerde mezar kazmakla, enkaz altında gömülü bedenleri çıkarmakla ya da Esad çetelerinin, işgalci İran ve Rus kasaplarının soykırımlarını geciktirmek için duvar örmekle meşguldük muhtemelen.
Onlar ne zaman kurşunlar kafamıza doğru gelse sevinçten dans edenlerdi. Onlardı korkudan ağlayan kadın ve çocukların çığlıklarıyla yarışırcasına kahkaha atanlar.
Vahşet ve Ölüm Arasında Normal Hayat
Tükenmiş kentte yalnızca geceler vardı. Karanlıkta ve her bombalama sesinde şehitlerin öfkesi vardı. Yaralıların ve Esad’ın kasaplarının terk ettiği tutukluların inleme sesleri de duyuluyordu ama bu iniltileri Rus uçaklarının sesleri bastırıyordu. Günlük uçuşları sırasında o pilotlar karar veriyordu kimler hayata veda edecek ve kimler nefes almaya devam edecek diye. Her hava saldırısında çocukların yüzü dehşetten sapsarı kesiliyordu. Oradan oraya zıplayarak birbirine kavuşmaya çalışan, intikam arayan, parçalanmış bedenlerden kopan et parçaları…
Ve bizler, hâlâ devam eden soykırımın tek hayatta kalanları, tüm bu vahşet ve ölümün arasında normal hayatımızı sürdürmeye çalışıyorduk. Odunları tutuşturuyor, patika yolun az ötesindeki kuyudan su getiriyor, gece pişirmek üzere elimizde kalan son bir avuç pirinci suda ıslatıyorduk.
Oysa ne kadar korkunçtu gündelik yaşam detayları, nasıl da süzülüyordu yaşlar gözlerimizden. Nasıl da nefret ediyorduk onlardan… Ve her hayatta kalışımızda nasıl da nefret ediyorduk kendimizden. Aramızda hükmünü süren ölümü bile utandıran bu hayatı yaşamak zorunda bırakılmıştık. Bir kez daha pilav ve yanan odun kokusu, bu kentin sokaklarına çöreklenmiş kan kokusunu bastırıyordu.
Her gece kendimize soruyorduk, “Peki özgürlük bu kadar kanın dökülmesine değer mi?” Yine kendimiz cevaplıyorduk: “Ya özgürlük, haysiyet, adalet olmayan, canını vermiş binlerce şehidin vebalinin yüklendiği bir hayat yaşamaya değer mi?”
Halep’ten Çıkış
Binlerce şehidimizi toprağa verdiğimiz ve binlercesinin hâlâ enkaz altında olduğu bu şehirden çıkarıldık.
Haysiyetimizle yaşamış olduğumuz günleri ve yılları toprağa gömdük. Esad’ın köleleri olmak istemedik, asla da olmayacağız. Esad ve askerlerinin “Ya Esad’a boyun eğin ya da Suriye’yi başınıza yıkarız” düsturu bile bu katillerin sorgulanması için yeterli. Ülkemiz için özgürlük, insanca yaşama hakkı ve adalet çağrısı olan büyük devrimimizi bastıramayınca, Esad nefes alan herkesi ve içilen her bir şehadet şerbetiyle daha da yücelen devrimi yok etmek için dünyanın tüm şeytanlarını karşımıza dikti.
Sevgili şehrimizi arkamızda bırakıp ona veda ederken, “Onurlu olduğumuz için pişman değiliz.” diye haykırıyorduk. Şehitlerimizin mezarlarının başında son vedalarımızı mırıldanırken. Şehrin duvarlarında yankılanan protestolarımızdaki her satırı biz yazdık. Hatıralarımızı yaktık. Şehrimizi geride bırakırken kalbimizde şehitlerimizin intikamını ve son arzularını taşıdık.
Dünya bize iki seçenek bıraktı: Soykırıma maruz kalmak ya da geri dönülmez bir şekilde topraklarımızı terk etmek. Bizim ise önümüzde sadece iki yol vardı: Arkadaşlarımızın uğruna kendilerini feda ettikleri dava için ölmek ya da intikam almak. Şu kısacık ömrümüzde ağlamak ya da ırzına geçilmiş kentimiz için ağıt yakmaya vakit yok. Sönmez isyan öfkesiyle dolu, daimi mücadelemizle yüce davamızı savunacağız. Öyle bir devrimimiz var ki, yeryüzünün çehresini değiştirdi. Kalemler şu an gelecek nesillerin ileride okuyacakları tarihi yazıyor. Ya muzaffer olarak bu hikâyeyi tamamlarız; ya da kanlarımız şehitlerimizin başlatmış olduğu hikâyeyi bitirecek son mürekkep damlaları olur.
Fotoğraf:©Firas Faham – Anadolu Ajansı