""İslam Reformu""

“İslam Reformu Tartışması Bir Monolog”

Almanya’da sözde “İslam eleştirmenleri” tarafından dile getirilen İslam reformu talepleri giderek artıyor. Bu taleplerin İslam geleneği açısından sorunlu yanları çoğunlukta.

Her yeni gün, İslam hakkındaki eleştirilerle karşılaşıyor, “reform” ve “aydınlanmış bir İslam” talepleriyle karşı karşıya kalıyoruz. Hristiyan Reform hareketinin 500. yıldönümünde en dikkat çekici örnek Berlin’de açılmış olan ve etkinliklerine dindarlardan çok basın mensubunun katıldığı “liberal” ‘İbn Rüşd-Goethe-Camisi’. Ekim ayında Freiburg Üniversitesi İslam İlahiyatı Fakültesi’nden Abdel-Hakim Ourghi’nin Almanya’nın Neukölln şehrindeki bir caminin girişine astığı “İslam’ın Reforme Edilmesi İçin 40 Tez” için de takdir dolu manşetler atıldı. İçlerinde özellikle Protestanların bulunduğu bazı yorumcular Ourghi’nin girişiminin bir PR-çalışması olduğunu belirtirken, medyada Ourghi’nin tezleri sıkça işlenmiş ve hatta Ourghi “Müslüman Luther” olarak tanımlanmıştır.

Bu gibi olaylar bulvar basınında veya günlük gazetelerde ele alınırken Müslüman “İslam eleştirmenleri”nin görüşleri tıpkı “liberal” ilahiyatçıların görüşleri gibi geniş okurlu platformlarda, aynı zamanda “Zeit” ve “Cicero”, “Aufklärung und Kritik” gibi haftalık dergi ve gazetelerde ve diğer birçok medya aracında yer alıyor. Eğer medyada “İslam’ın reformu” ve “liberal İslam” ile ilgili tezlere ilişkin eleştirilere de aynı ölçüde yer verilseydi itiraz edecek bir şey olmazdı. Ancak şu sıralarda herhangi bir Müslüman, en iyi gerekçelerle desteklenmiş olsa da, “liberal” ya da “modern” olarak adlandırılan bir reform projesini eleştirdiğinde bir anda bu kavramlara zıt olarak kabul edilen “muhafazakâr”, hatta “gerici” gibi nitelemeleri kendi üstüne çekmektedir. Bu suni zıtlıklara karşı çıkan seslere şu anki gergin ortamda pek kulak verilmemektedir. Bu yüzden İslam’a ilişkin toplumsal tartışma da genellikle Avrupa merkezci bir monolog durumundadır. Almanya’da Abdel-Hakim Ourghi, Seyran Ateş ya da Hamed Abdel-Samad gibi yazarlar İslam’da bir reformun başarılı olup olamayacağı konusunda ortak bir fikre sahip değildirler. Böyle bir reformun gerekliliği ve bunun Avrupa ölçütleri doğrultusunda gerçekleşmesi gerektiği ise hepsinin tartışmasız olarak buluştuğu ortak noktadır. Oysa “İslami Aydınlanma” talebi sadece Müslüman âlimler tarafından değil, aynı zamanda İslam bilimi içinde de uzun süredir tartışılan bir konudur.[1]

Tamamlanmış Bir Metin, Sonu Gelmeyen Anlamlar

“İslam değiştirilemez.” cümlesinde bahsedilen “değiştirilemez” olgusuna sadece “liberal” ilahiyatçılar karşı çıkmıyor; geçmişin klasik ve günümüzün gelenek odaklı âlimleri de bu hususa bir şerh düşüyorlar.

Thomas Bauer “Belirsizlik Kültürü – Farklı Bir İslam Tarihi” adlı eserinde, hiçbir neslin Kur’an’da yeni, daha önce bilinmeyen anlamlar keşfetmekten ve bunlardan hukuki hükümler türetmekten vazgeçmeyeceğini ifade eden Kur’an âlimi İbn Cezeri’ye (vefat 1429) atıfta bulunmaktadır. Kur’an, metin olarak tamamlanmış olsa da içinden çıkarılacak anlamlar tamamlanmamıştır.

Tefsirlerin nasıl değişiklik gösterdiği, sıklıkla tartışılan “şiddet” meselesine bakıldığında da açıkça görülmektedir: Kur’an’da, şiddeti uygulama hakkındaki ayetlerin bulunmasından dolayı Ourghi ve diğerleri İslam’ın bir şiddet problemi olduğunu savunmaktadır. Bu dar bir bakış açısıdır. Kur’an ayetleri belirli tarihsel olaylar bağlamında inmiştir ve bu sebeple ne genel davranış yöntemleri ne de bir savaş teorisi oluştururlar. Müslüman âlimler Kur’an’daki ayet ve hadisleri (modernlik öncesi) bağlamlarına göre inceleyerek bir savaş hukuku geliştirmişlerdir. Bu konseptler günümüzün ihtiyaçlarını artık karşılamamaktadır. Dönemin âlimleri bile kendi görüşlerinin değiştirilmeden 21. yüzyıla kadar geçerliliğini koruduğunu görselerdi muhtemelen şaşırırlardı. Zira İslam hukukunun bilinen bir ilkesi de “zamanın değişmesiyle hükmün uygulanışının da değişeceği”dir.

Günümüz âlimlerinin büyük bir kısmı, askerî cihadın yalnızca savunma durumunda uygulanabileceği görüşüne sahiptirler.[2] Uluslararası hukuk ve ulusal devlet ilişkileri gibi yeni şartlar klasik tasarıların yeniden değerlendirilmesine neden olmuştur. İslam âlimi Abdullah Bin Beyyah bu yaklaşımı “bağlam çerçevesinde İslam Hukuku” (fıkh’ul vaki) olarak adlandırmaktadır. Bin Bayyah, Said Ramazan al-Buti ya da dinî aşırılığa karşı farklı fetvaların altına imza atmış olan, geleneklere bağlı birçok İslam âlimi, gayrimüslimlere ya da mürtetlere yönelik şiddeti reddetmektedirler. Bu âlimler bunu yaparken de geleneksel düşünceden uzaklaşarak değil, aksine geleneksel düşünceyi geliştirerek ve bağlam içinde yeniden ele alarak yapmaktadırlar. Ne takdir görmek için Aydınlanma çağrılarında bulunan ne de medyada Batı’yı lanetleyen bu âlimler sadece yüzyıllık bir geçmişi olan bir tartışma geleneğini sürdürmekte; fakat bu sesler tartışmalarda büyük oranda duymazdan gelinmektedir. Buna karşın aşırı yorumlar çok daha fazla ilgi çekmektedir.

Radikal grupların kendi eylemlerini Kur’an’a dayandırmaları onların Kur’an’ı anlama biçimlerine geçerlilik kazandırmaz. Tabii eğer radikalleri bir dinin esas temsilcileri olarak kabul etmiyorsak… Aksi hâlde Hristiyanlığı Lord’s Resistance’ın ordusunun, Budizm’i ise Myanmar’daki katillerin temsil ettiğini düşünmek durumunda kalırız.

Gelenek Hakkında Yeterli Bilgi Yok

“İslam eleştirisi”nde en sevilen ikinci konu cinsiyet eşitliğidir. Kadın-erkek ilişkilerinde ataerkil bir tutum tarihte geniş bir dönemde görülmüş ve İslam dünyasının birçok bölgesinde günümüze kadar da devam etmiş olabilir. Ancak bu durum İslam dâhilinde farklı algıların mümkün olmadığı ve bunların şu anda ve eskiden var olmadığı anlamını taşımaz. Bu hususta bilinmeyen gerçekler şunlardır: Müslüman kadınlar sömürgeci dönem öncesi toplumlarının şekillendirilmesi konusunda vakıflar üzerinden önemli bir role sahipti. İslam ülkelerinde vakıfların yüzde 30 ila yüzde 50’sinin sadece kurulması değil, aynı zamanda kontrolleri de kadınlar tarafından gerçekleştirilmekteydi.

Biyografi derlemelerinde şiir, siyaset veya bilim alanında tanınmış binlerce Müslüman kadın vardır. Bu bilgi eğer, Kur’an’ın feminist bir bakış açısıyla ele alınmasını talep eden İbn Rüşt-Goethe Camisi’nin kurucularında olsaydı, belki de projelerini sadece erkek isimleri ile adlandırmazlardı. Müslüman kadınlar dinî eğitime de katılmışlardır. Hadis bilimcileri arasında kadınların oranı, Orta Çağ döneminde yüzde 15’tir. Bu sayı günümüzde pek tatmin edici olmasa da örneğin 35 kişilik “Aufklärung und Kritik” (Aydınlanma ve Eleştiri) adlı grubun ilk kadın çalışanını 2017 yılında istihdam ettiği düşünüldüğünde, grubun bu orana ulaşmak için daha çok yol kat etmesi gerektiği görülmektedir. Anlaşılan eşitlik, diğer insanlardan kolaylıkla talep edilebilir olsa da kendi önceliklerinden vazgeçmek hayli zor.

Liberal Tek Boyutluluk

Çok sık dile getirilen ithamlardan biri de, kendini radikal bir reform projesiyle özdeşleştirmeyen bir Müslüman’ın özgür demokratik temel değerleri savunamayacağı iddiasıdır. İnançlı Müslümanlar gizli Yahudi karşıtı, homofobik, insan hakları ve eşitlik düşmanı gibi görülmektedir. Bu yaklaşımlar birçok açıdan hatalıdır.

Öncelikle Yahudi karşıtlığı ya da homofobi gibi Avrupa’dan ihraç edilen yaklaşımlar, Müslümanlar arasında zaman zaman yer almış olsa da örneğin Thomas Bauer ve Khaled Rouayheb’in homofobi, Stephan Wild ile Marc Cohen’in Yahudi karşıtlığı konusunda ortaya koyduğu gibi bu düşünceler, geleneksel İslam’ın özellikleri arasında yer almamaktadır.[3] Bu ikisini tamamıyla İslam’a atfeden insanlar, bugün Doğu’daki otoriter devletlerde İslam’ın bugünkü yansımalarını ve baskı altındaki azınlıkları İslam’ın temel tabiatı olarak görmektedirler.

Müslümanlar hukuki düzene uymak konusunda Almanya’daki diğer insanlardan daha fazla yükümlülüğe sahip değildirler. Federal Almanya Mahkemesinin eski hâkimi Dieter Grimm, FAZ gazetesindeki bir yazısında, “Hiçbir din anayasa ile uyumlu olmak zorunda değildir, ancak bir dinin emrettiği her şey de anayasa altında gerçekleştirilemez.” ifadesini kullanmıştır.[4] Liberal ilahiyatçıların sıkça yaptığı gibi İslam’ın bazı yorumlarına itiraz etme özgürlüğü talep edilmesine gerek yoktur, çünkü hem Alman Anayasası hem de inançlı Müslümanlar için bu durum üstesinden gelinebilecek, tabii bir durumdur. Bazılarının işine gelmeyen ayetler Ourghi’nin büyük rağbet gören talebi gibi öylece “geçersiz sayılamazlar”, bu ayetlerin “Aydınlanma’nın hassasiyetleri”yle uyumlu olmaması onların Allah’ın sözü oldukları gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Ancak buradan Kur’an’ı bir vahiy olarak algılamamak gerektiği ya da had cezalarının uygulanmasının tüm Müslümanların amacı olduğu sonucu çıkarılamaz. Ağır cezalara karşı rahatsızlık hissetmek, yalnızca aydınlanmış modernizme has değildir; aksine bu İslam tarihinde zaten var olan bir durumdur: İslam tarihinde ağır cezaların önüne geçmek için çaba sarf edilirdi ve bu konuda Peygamber’den gelen emir de şüphe durumunda cezadan vazgeçmek yönündedir. Tarih araştırmaları, örneğin recm gibi cezaların günümüzdeki bazı sözde İslam ülkelerinin aksine eskiden fiilî olarak uygulanmadığını göstermektedir. Kur’an’da geçen cezalar, ilgili suçların ağırlığını vurgulamaktadır. Uygulamaları ise ayrı bir konudur.

Bütün bunlara karşın, aşırıcı hareketlerin de bir parçası olduğu modernizm, yalnızca “ya hep ya hiç” çözümlerini tanır: Cezalar ya uygulanmalı ya da kaldırılmalıdır, arası yoktur. İslami geleneğin çok anlamlılığı kaldırabilme ve farklı görüşleri yan yana barındırma kabiliyeti için Thomas Bauer “belirsizlik hoşgörüsü” (Alm. “Ambiguitätstoleranz”) kavramını ortaya koymuştur.

Liberal Modernizmde İnançlı İnsanlara Yer Var Mı?

Anayasa ve inançlı insanların çoğu bu gerilimli durumla başa çıkabilir. Asıl soru, seküler toplumumuzun bununla yaşayıp yaşayamayacağıdır. Dinlerini aydın-Protestan paradigma uyarınca yaşamayan, yani dini salt manevi ve kişisel bir inanç olarak sınırlamayan dindar insanlar (sadece Müslümanlar değil!), varsayılan çoğulculuğu teste tabi tutmaktadır.

Dinini yaşayan Müslümanlar, Ortodoks Yahudiler ya da Özgür Kilise’ye bağlı Hristiyanlar tasarladıkları hayatı sürekli “geri kafalı” oldukları ithamına maruz kalmadan da yaşayabilirler mi? İnsanlar toplumsal söylemden dışlanmadan, “tekâmül” hakkındaki şaşalı anlatılardan şüphe duyup, dinî-geleneksel değerlerinde ısrarcı olabilirler mi? Dindarlar da sekülerizmi eleştirebilir mi yoksa sadece bunun tersi mi mümkündür?

Bir papaz ya da piskopos bu eleştiriyi kabul edilebilir oranlarda yapabilir, ancak yabancı olarak algılanan bir din mensubu için bu durum hayli zordur. Bu durumla birlikte özgür-demokratik toplum bizzat kendi prensiplerine uymamakta ve eşit katılım talepleri, aynı görüşe sahip olan insanların tek taraflı gerçekleştirdikleri konuşmalarla sınırlı kalmaktadır.

[1] Frank Griffel’in Süddeutsche’deki söyleşisi: “İslam’ın reformu anlamsız”: http://www.sueddeutsche.de/kultur/geschichte-der-toleranz-alles-ausser-aufruhr-1.3008818

[2] Bu pozisyon “Cihad ve İslam’ın Savaş Hukuku” broşüründe açıklanmıştır. “Jihad and the Islamic Law of War” (2009) Royal Islamic Strategic Studies Centre, Amman, Jordanien. http://rissc.jo/jihad-and-the-islamic-law-of-war/

[3] Stefan Wild’in “Der Freitag”taki 07.05.2004 tarihli söyleşisi: https://www.freitag.de/autoren/der-freitag/wie-antisemitisch-ist-der-islam

[4] www.faz.net/aktuell/feuilleton/debatten/islam-vs-grundgesetz-debatte-ueber-religionsfreiheit-14191706-p2.html

Dr. Hakkı Arslan

Osnabrück Üniversitesi İslam İlahiyatı bölümünde öğretim üyesi olan Arslan, dinî değerler ve modernite konularında araştırmalarını sürdürmektedir.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Diğer Gündem Yazıları

Son Yüklenenler