Avrupa Sağının 2017 Karnesi: “Hiçbir Şey Eskisi Gibi Değil”
Trump ve Brexit’le başlayan domino etkisi önce Hollanda, ardından Fransa ve Almanya’da kendini hissettirdi. Avusturya’da koalisyon ortağı olan aşırı sağın 2017 karnesi, önümüzdeki dönem için de Avrupa için aydınlatıcı olacak.
2016 Haziranında Brexit oylamasında ayrılma kararı çıkması ve Kasım’da Amerika Birleşik Devletleri’ndeki başkanlık seçimlerini Donald Trump’ın kazanması, ilerleyen dönemde Avrupa Birliği ülkelerinde de benzer gelişmelerin yaşanacağını gösteriyordu. Geride bıraktığımız 2017 senesi, Brexit ve Trump rüzgarının bir “domino etkisi” getireceğini düşünenleri haklı çıkardı.
2017 Avrupa için “seçimler yılı” olarak tarihe geçti. Birçok ülkede art arda düzenlenen seçimler, sağ-popülist partiler için bir sınav niteliğindeydi. Genele bakıldığında bu sınavların Avrupa sağı için şaşırtıcı ölçüde başarılı geçtiği söylenebilir.
Konuyu daha iyi anlamak adına 2017 yılında yaşananlara bakmakta fayda var.
Koblenz’de Sağcı Liderler Zirvesi
Avrupalı popülist sağ parti liderleri 21 Ocak’ta Almanya’nın Koblenz şehrinde bir zirve düzenlemişti. Avrupa Parlamentosu’ndaki popülist sağ Ulusların ve Özgürlüklerin Avrupası (ENF) grubu liderleri, Fransa’dan Ulusal Cepheli Marine Le Pen’in çağrısıyla toplanmıştı. Hollanda’dan Özgürlük Partili Geert Wilders, İtalya’dan Kuzey Ligli Matteo Salvini ve diğer sağcı liderlerin katıldığı zirvede Brexit sonrası dönemde AB içinde sağ politikaların geleceği ele alınmıştı.
Protestoların yükseldiği Koblenz’de güvenliği sağlamak için bin polis memuru görevlendirilmişti. Zirvenin yapıldığı binanın önüne sağcı liderlerin fotoğraflarını Hitler ve Mussolini’nin portreleriyle birlikte asan göstericilerin sloganları, zirvenin yapıldığı binaya erişmemiş olmalı ki toplantı sonunda tüm katılımcıların yüzü gülüyordu. Brexit ve Trump’la başlayan “domino etkisi”nin Avrupa’yı kasıp kavuracağı 2017’nin ilk ayında kendini açıkça gösteriyordu. Ulusal Cephe’nin (FN) Genel Başkanlık koltuğunda oturan ve bundan 6 yıl sonra, Nisan 2017’de Fransa’daki Cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olacak Le Pen’in kapanış konuşması aslında her şeyi özetler nitelikteydi: “2016’da Anglo-Sakson dünya uyandı. 2017’de Kıta’dakiler de uyanmış olacak, eminim.”
Hollanda: Seçimlerin Gizli Galibi Wilders
Le Pen’in ön görüsü daha ilk seçimde, Hollanda Genel Seçimleri’nde gerçek oldu. 15 Mart’taki seçimlerde İslam karşıtı söylemleriyle öne çıkan ırkçı Geert Wilders’in Özgürlük Partisi yüzde 13 oy alarak 150 sandalyeli Temsilciler Meclisi’ne 20 vekille girdi. Böylece Hollanda’daki son seçimlerde sağ tendanslı partiler Meclis’te 113 sandalye ile yüzde 75’lik bir çoğunluğa ulaşmış oluyordu. Bu oranın bir önceki dönem 79 sandalye ile yüzde 50 olduğu göz önüne alınınca sağın yükseliş eğilimine ilişkin kötümser bakışların pek de yersiz olmadığı ortaya çıkıyordu. Hükümette yer almasa dahi Hollanda’da İslam karşıtlığının sembolü haline gelen Wilders artık daha üst perdeden, daha yüksek bir özgüvenle konuşabilecekti. Çünkü artık “radikal” bir figür değil, Hollanda’nın ikinci büyük partisinin genel başkanı sıfatına sahip oluyordu. Sadece bu da değil; Mart seçimleri Wilders’le “baş edebilmek” adına diğer siyasilerin nasıl “Wildersleşebildiğini” de gözler önüne serdi. Liberal Başbakan Mark Rutte, seçimlerden hemen önce yerel gazetelerde bir açık mektup yayımlayarak müstakbel göçmenlere “Hollanda değerlerine uyamayacaksanız, buraya gelmeyin” mesajı yolladı. “Wilders etkisi” bu haliyle, Hollanda siyasetini yeniden dönüştürmeye namzetti, hâlâ da öyle.
Fransa: Le Pen Cumhurbaşkanlığı İçin Yarıştı
Popülist sağın Hollanda’daki başarısı yaklaşan Fransa seçimleri için de endişeleri beraberinde getiriyordu. Benzer bir etkinin AB’nin lokomotiflerinden biri olan Fransa’da da görülmesi ile ne gibi sonuçların doğabileceği tahmin bile edilemezdi. Dominonun belki de en kritik safhası böylece 7 Mayıs’ta, Fransa seçimlerinde görüldü.
Seçimlere Yürüyüş Hareketi lideri Emmanuel Macron damga vursa da sonuçlar sağ için hiç de fena değildi. Le Pen tam 11 milyon oy almıştı. Hollande’nin eski bürokratlarından genç bir lider yüzde 66 ile cumhurbaşkanlığına çıkarken Fransız sağını destekleyen 11 milyon seçmen pek konuşulmadı. Daha önce baba Le Pen ile cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci tura kalmış olan Ulusal Cephe, bu sefer onun kızı, Marine Le Pen’i üst tura çıkardı. Söz konusu kitlenin önümüzdeki seçimlerde nasıl tavır alacağı, Fransa’da popülist sağın geleceğini de belirlemiş olacak.
Almanya: AfD Federal Parlamento’da
24 Eylül’de gerçekleşen Almanya Federal Parlamentosu seçimleri, sağ rüzgarının en belirgin hissedildiği olay oldu. Irkçı, göçmen karşıtı ve İslamofobik söylemleriyle gündemden düşmeyen Almanya İçin Alternatif Partisi (AfD), oyların yüzde 12.6’sını alarak ülkenin üçüncü büyük partisi konumuna geldi. Koalisyon görüşmelerine katılmayan AfD, Hristiyan Birlik-Sosyal Demokrat koalisyonu gerçekleşirse ana muhalefet partisi özelliğini kazanacak.
Vatandaşlık, entegrasyon, Müslüman toplumu-devlet ilişkisi ve güvenlik konularında radikal “tedbirler” ön gören bir partinin ana muhalefette olması Federal Almanya Parlamentosu’nun yeni dönemde odaklanacağı konular hakkında da bir fikir veriyor. Bu da Almanya özelinde kötümserliğe kapılmak için yeterli bir sebep.
Avusturya: Aşırı Sağ Koalisyon Ortağı Oldu
Popülist sağın Avrupa Birliği’nin kaptan köşküne girdiği bir dönemde diğer ülkelerin bu “rüzgar”dan etkilenmeyeceğini düşünmek saflık olurdu. AfD rüzgarı nitekim çok kısa bir süre sonra Avusturya’ya ulaştı. Heinz-Christian Strache liderliğindeki Özgürlük Partisi (FPÖ), 15 Ekim’de gerçekleşen genel seçimlerde yüzde 26 ile üçüncü oldu. 31 yaşındaki eski Dışişleri Bakanı Sebastian Kurz’un Halk Partisi ile koalisyonu kuran FPÖ, Brexit ve Trump’la başlayan domino etkisinin en somut hamlesini temsil ediyordu. 1956’da aralarında Nazi sempatizanlarının da bulunduğu bir grup tarafından kurulan, İslam karşıtlığını programının temel direklerinden biri haline getiren bir parti Avusturya’da koalisyona ortak oluyordu.
Aşırı sağcı hükümet programının AB ile ilişkilerin ele alındığı bölümde, özellikle göçmenlerin ülkeye girmesini önlemek için sınırların kapatılması, Akdeniz rotasının kapatılarak bölge ülkeleriyle sağlanacak anlaşmalarla sığınmacı akınının durdurulması gibi konular ilk sırada yer alıyordu. Yeni hükümet, özellikle göçmen çocuklarını göz önünde bulundurarak 6 yaşına kadar yeterince Almanca öğrenememiş çocukların ilkokula başlamasına müsaade etmeyeceğini açıkça deklare ediyordu. Çocukların Almanca seviyesinin nasıl belirleneceği belirtilmeyen programda, Almancası yetersiz çocuklara bir yıl daha dil eğitimi alma zorunluluğu getiriliyordu. Bu haliyle, Wilders’ın, Le Pen’in ve diğer aşırı sağcı liderlerin rüyası Avusturya’da hükümet programına giriyordu.
Avusturya, Avrupalı popülist sağ liderler için kesin bir zafer olarak tarihe geçti. FPÖ’nün ÖVP ile girdiği ortaklığın başarısı bir anlamda tüm Avrupa aşırı sağı için de model olacak gibi görünüyor.
Çekya: Göçmen Karşıtı Partinin Göçmen Lideri
Brexit ve Trump’la başlayan, Hollanda, Fransa, Almanya ve nihayet Avusturya’da kendini gösteren aşırı sağ rüzgarının görece “küçük” ülkelerde nasıl bir sonuç doğuracağı merakla bekleniyordu. Nitekim Avusturya’dan bir hafta sonra, 20-21 Ekim’de Çekya’daki genel seçimlere aşırı sağ partinin yükselişi damgasını vurdu. Göçmen krizinin ve aşırı sağın ana gündem maddeleri olduğu seçimlerde milyarder Andrej Babis’in liderliğindeki ANO (Çekçe “Evet” anlamında), yüzde 29.6 ile 1. parti oldu. Seçimlerin dikkat çekeni ise yüzde 10.6 ile dördüncü parti olan Özgürlük ve Doğrudan Demokrasi Partisi (SPD) idi. SPD’nin aldığı oy oranı kadar dikkat çeken bir başka özelliği de kuşkusuz genel başkanı oldu. Japonya göçmeni Tomio Okamura hem kampanya sırasında hem de seçim sonrası başta Müslümanlar olmak üzere göçmen grupları hedef alan çok sayıda açıklamada bulundu.
2015’te kurulan partisini ilk katıldığı seçimde meclise taşıyan Okamura’nın kendisi de, Tokyo doğumlu bir göçmendi. O dönemki adıyla Çekoslovakya’ya ilk kez 6 yaşındayken ayak basmış, farklı aralıklarla Japonya-Çekoslovakya arası gidip geldikten sonra Okamura, Tokyo’da temizlik işçiliğinden patlamış mısır satıcılığına kadar çok sayıda işte çalıştıktan sonra 2012’de siyasete atılmıştı. Senato Seçimleri’nde Zlin şehrinden bağımsız aday olan Okamura %66’lık tarihi bir oy oranıyla meclise girmeye hak kazanmıştı. Böylece “domino etkisi”nin Çekya ayağı Japon asıllı bir göçmen eliyle gerçekleşiyordu.
21 Aralık’ta bir basın toplantısı düzenleyen Okamura, hükümeti kuracak olan ANO Partisi ile program anlamında çok sayıda ortak noktaya sahip olduklarını kabul etti. Ancak sağcı lider, muhtemel bir koalisyonda yer almayacaklarını açıkça belirtti. Okamura’nın koalisyon denemesinin başarısız olması halinde daha güçlü bir şekilde yeni görüşmelere katılmayı planladığı düşünülüyor. Her halükârda Çekya, popülist sağ için artık çok daha umut vaadeden bir ülke görünümüne kavuşmuş oldu.
Polonya: Aşırı Sağın Gövde Gösterisi
Ülkenin bağımsızlık günü olarak kutlanan 11 Kasım’da aşırı sağcı gruplar âdeta gövde gösterisi yaptı. Başkent Varşova’da toplanan kalabalık “Müslümanlar için holokost” talebiyle geniş çaplı bir gösteri düzenledi. Nazi flamaları ve ırkçı söylemlerin öne çıktığı organizasyona Polonya’nın ve Avrupa’nın farklı şehirlerinden binlerce kişi katıldı. Avrupa basınında, meydanda yaklaşık 60 bin göstericinin bulunduğu kaydediliyordu.
Müslümanları ve göçmenleri hedef alan küfürlü pankartların yer aldığı gösteride “Temiz kan”, “Avrupa beyaz olacak”, “İslami Holokost için dua edin” gibi sloganların yanı sıra “Tanrı, gurur, anavatan” ve “Ana yurdun düşmanlarına ölüm” gibi ifadeler yer aldı. Aşırı sağcıların her sene farklı bir sloganla katıldığı gelenekselleşen Polonya’da Bağımsızlık Günü kutlamalarının 2017’deki teması da böylece İslam ve yabancı karşıtlığı olmuştu.
“Varşova Olayı” popülist sağın “zaferleri”yle geçen 2017’nin sonuna gelirken Avrupa fikrine ve çokkültürlülük hedefine açık bir ret mesajıydı.
Kendine Karşıt Bir Avrupa
Brexit ve Trump’la Kıta Avrupası’na ulaşan popülizm hayaleti 2017’de yedeğine İslamofobi ve AB karşıtlığını da alarak çok sayıda ülkeyi dolaştı. Hollanda, Fransa, Almanya ve Çekya’da seçimlerin flaş partileri olan aşırı sağ, Avusturya’da koalisyon ortağı oldu. 2018’de Belçika ve Birleşik Krallık’ta yerel, İtalya, Slovenya ve İsveç’te genel, İrlanda, Güney Kıbrıs ve Çekya’da ise başkanlık seçimleri gerçekleşecek. 2017 trendinin bu seçimlerde de devam etmesi durumunda Avrupa’nın “Avrupa birliği karşıtı” bir hâle gelmesi kaçınılmaz görünüyor. Kendine karşıt bir Avrupa’nın birlik idealine ne kadar sadık kalacağı da elbette büyük merak konusu.