“Biz Bu Kasabada Yabancıları Sevmeyiz!”: Trump ve Popülizm
Princeton Üniversitesi'nden Doç. Dr. Edip Asaf Bekaroğlu, Amerika Birleşik Devletleri'nde Cumhuriyetçi aday Donald Trump'ın başkanlığa gelmesinden sonra zirveye ulaşan popülizmi ve etkilerini Perspektif için yazdı.
Kovboy filmlerinde görmeye alışık olduğumuz bir sahnedir. Yabancı biri kasabaya girer, ahaliyi tedirgin eder, şerif adamın karşısına geçip silahını göstererek “Bu kasabada yabancıları sevmeyiz” der ve olaylar gelişir. Amerikan siyasi kültürünün önemli bir bileşenini bu küçük kasaba sosyolojisi oluşturur. Kasabada herkes birbirini tanır, herkes kasaba hayatına katkı yapar, kararlar ortak alınır, Pazar günleri herkes kiliseye gider ve kasaba hayatı karşılıklı güven ve sorumluluk üzere devam eder. Trump aslında bu sosyolojiyi temsil ediyor. Kasabanın şerifi olarak yabancıya “dur” diyor.
Çelişen Dinamikler
Öte yandan Amerikan siyasi kültüründe bu kasaba sosyolojisine ters bir başka güçlü damar daha var. ABD aynı zamanda geleneksel bir göç ülkesi. Ta en başta, Avrupa’daki din savaşlarından kaçan Püritenler doğu kıyısında ilk yerleşimleri kuruyor. Daha sonra Fransız Devrimi’nin getirdiği çalkantılardan kaçan Avrupalılar geliyor. Bir süre sonra ülkelerindeki büyük bir kıtlıktan kaçan İrlandalılar. Amerika Batı’ya doğru genişledikçe yeni zenginliklerden pay almaya veya iş gücü ihtiyacını karşılamaya gelenlerin ardı arkası kesilmiyor. Çinliler, Japonlar, İtalyanlar, Meksikalılar… 20. yüzyılın başından bugüne kadar da ekonomik, siyasi veya insani sebeplerle göçmenler ve sığınmacılar ABD’ye gelmeye devam ediyorlar. Dolayısıyla ABD farklı kültürlerin bir arada yaşadığı, etkileşim içinde olduğu, milli kimliğini bir etnisite üzerine değil, bu topraklarda daha iyi bir hayat yaşama, bu hayali paylaşma üzerine kuran bir ülke. Buna “eritme kazanı” (İng. “melting pot”) diyorlar.
Kasaba sosyolojisi dinamiği ile eritme kazanı dinamiği ABD’de sürekli gerilim halinde olmuştur. Trump’ın göçmenlerle ilgili her çıkışı bu gerilimin sahnelendiği bir hesaplaşmaya dönüşüyor. Çocukken illegal yollarla bir şekilde ABD’ye gelenlerin haklarını güvence altına alan DACA’nın sonlandırılmasını, bu statüdeki herkesin sınır dışı edilmesini ve ABD’nin güney sınırına bir duvar örülmesini isteyen Trump, bunların Kongre’den geçmesi için Demokratların da desteğine ihtiyaç duyuyor. Oysa kendi partisinden bile tam destek alabilmiş değil. İki partinin üzerinde uzlaşacağı bir düzenleme için 11 Ocak’ta Beyaz Saray’da gerçekleştirilen toplantıya ise Trump’ın “b*ktan ülkeler” (s**thole countries) lafı damga vurdu. Ve böylece henüz başkanlığının ilk yılı dolarken gerçekleşen hükümet kapanması (İng. “government shotdown”) göçmenlerle ilgili bir gerilimden kaynaklanmış oldu. Bu gerilim halen devam ediyor.
Göçmen Karşıtlığının Tarihsel ve Toplumsal Karşılığı
Peki Trump neden bu kadar ısrarcı? Çünkü ısrar ettiği konuların Amerikan seçmeninin veya ABD’de çok sık kullanılan bir ifadeyle, “Amerikan vergi mükelleflerinin” (İng. “American taxpayers”) bir kısmı nezdinde karşılığı olduğunu biliyor. Trump seçmeninin önemli bir kısmının merkezi hükümete, siyasetçilere, yöneticilere kızgın, vergileri ile oluşturulan kaynakların kendi faydalarına kullanılmadığını düşünen, kendilerine saygı duyulmadığı kanaatinde olan insanlardan oluştuğunu unutmamak gerekir. Ayrıca bu göçmen karşıtlığının Amerikan toplumunda çok yerleşik bir tarihsel arka planı da var. Her ne kadar ABD daha iyi bir hayat arayanların eskiden beri en popüler istikametlerinden biri olduysa da Amerikan toplumunun yeni gelen göçmen gruplara baştan kucak açtığı aslında bir efsanedir. Mesela İrlandalılar Katolik oldukları için “Amerikan değerleri” ile uyumsuz oldukları söylenmiş, birçok işveren İrlandalıların işe başvurmasını yıldıran ayrımcı notları dükkanlarının kapısına yazmaktan imtina etmemiştir. İtalyanlar da aynı şekilde karşılanmıştır. 19. yüzyılın sonlarında Çinlilerin göçmen olarak ülkeye girmesini engellemeye dönük alenen ayrımcı yasalar çıkarılmıştır. İlginç bir şekilde ayrımcılığa uğrayan, aşağılanan her grup, kendinden sonra gelenleri aşağılamaya devam etmiş, kültürel hiyerarşide beyaz Protestanlar en üstteki yerlerini muhafaza ederken, son gelenler hep en aşağıda kalmıştır. Yani bugün turistlerin uğrak yeri olan Little Italy’ler, Little China’ların tarihi ABD’nin göçmenleri aşağılayan, onları gettolaşmaya iten tarihinin ürünüdür aslında. Yabancıyı sevmeyen, yeni geleni dışlayan bu tavra bir de ırkçılığı ekleyince söz konusu tarihin ne kadar çirkin olduğu tahmin edilebilir. Öte yandan, bu ayrımcılıklara paralel devam eden ve 1960’lardan beri güçlenen hak mücadelelerinin de sağlam bir temeli olduğunun altı çizilmelidir.
“Göçmen Karşıtlığının Tek Muhatabı Müslümanlar Değil”
Müslümanlarla ilgili bugün yapılan tartışmalar bize çok sert gelse de, Müslümanlardan başka kimseye bu muamelenin yapılmadığını düşünsek de bu yaşananlar aslında uzun bir dizinin son bölümü sadece. Trump ise ABD’de hep var olan kasaba sosyolojisinin çok açık sözlü temsilcisi oluyor bu durumda. Tabii bu sosyolojiyi istismar ederek ABD Başkanı olma becerisi Trump’ı tüm diğer temsilcilerden farklı bir yere koyuyor. Öte yandan bu siyaset ne Trump’a özgü, ne Amerika’ya özgü, ne de yeni! Göçmenlere ve Müslümanlara karşı benzeri açık sözlü söylemi kullanarak parlak bir kariyer inşa eden siyasetçiler Avrupa’da 1990’ların sonundan itibaren boy gösteriyor. Avusturya’da, Hollanda’da, Almanya’da, Fransa’da, Danimarka’da ve daha birçok Avrupa ülkesinde göçmen ve İslam karşıtı bir siyasetin yükselmesini, parlamentolarda ikinci, üçüncü büyük grupları kurmalarını veya koalisyon ortağı olmalarını izliyoruz. Ancak ABD’de böyle bir kişinin başkan olması tüm bunlardan daha sarsıcı olabilir. En nihayetinde küresel bir süper gücün başkanından bahsediyoruz. Sadece alacağı kararlar değil, attığı twitler bile dünya siyasetini etkiliyor.
Popülizm
Bu etki kapasitesi haricinde Trump’ın Avrupa’daki muadilleri ile önemli benzerlikleri ve farklılıkları var. Bu tür siyaseti tanımlamaya dönük birçok kavram üretildi. Yeni-realizm, gerçek ötesi (post-truth) siyaset, aşırı-sağcılık veya korku siyaseti ilk akla gelenler. Sosyal bilimciler yeni ve süslü kavramlar üretmeyi çok severler ama çoğu zaman bu farklı kelimelerle benzer şeyler söyleniyordur. Burada da aynı durum söz konusu. Tüm süslü kavramları bir yana bırakıp bu siyaseti kısaca “popülizm” olarak tanımlamak hem yeterli hem de önümüzdeki durumu anlama çabamız açısından daha münasip olacaktır. Böylece bu tür siyasetçilerin Batı’da 2000 sonrasında yükselmesini popülist siyasetin uzun tarihi içinde bir yere oturtmamız mümkün olur. Çünkü siyaset var olduğundan beri, popülizm de var olagelmiştir. Mesela Platon demokrasiyle ilgili çekincelerini anlatırken meşhur gemi metaforu üzerinden popülizm tehlikesine dikkat çeker. Geminin sahibi ve denizciler arasındaki ilişkinin çoğunluk dinamiğine bırakıldığında neye dönüştüğünü anlatarak demokrasi hakkındaki menfi fikirlerini aktarır. Kaptanlığın ne olduğunu bilmeyen denizciler ya gemi sahibini ayartarak ya da çoğunluğun gücünü kullanarak gemi yönetimini doğrudan veya dolaylı olarak ele geçirir, bol bol yer, kafayı çeker, gemiyi de böyle yürütürler. Platon’a göre gerçek bir kaptan varsa bile bu sistemde gemiyi yürütme şansına sahip olmayacaktır. ABD anayasasını yazanlar da bu tehlikeye önlem olarak başkanın doğrudan halk oyuyla değil, bir delegeler kurulu (İng. “Electoral College”) aracılığıyla seçilmesi yöntemini benimsemişlerdir. Trump gibi bir popülistin bu yöntem sayesinde başkanlığı kazanmış olması da ayrı bir ironi elbette.
Trump’ın Avrupa’daki popülistlerle ortak yanı “yerli” ahalinin göçmenlerle ilgili rahatsızlıklarını en açık şekliyle dile getirmek. Toplumsal gerçeklikleri ana akım aktörlere has siyaseten doğrucu bir dille değil, halkın diliyle siyasete taşımak tüm popülist liderlerin en önemli ortak özelliği olarak göze çarpıyor. Ekonomi, göçmenler, kültürel yozlaşma, suç oranları, küreselleşme gibi konulardaki rahatsızlıklar arttıkça, bunları çarpıcı bir dille siyasetin gündemine taşıyan popülist liderlerin yükselişi de hızlanıyor.
ABD ve Trump’ın Farkı
Ancak tam da bu noktada hem Trump’ı hem de ABD’yi Avrupa siyasetinden farklı kılan önemli noktaların altını çizmek gerekir. Öncelikle Trump tamamıyla siyaset dışı bir aktör, tam bir “outsider”. Başkan adayı olana kadar hiçbir siyasi tecrübesi yok. Avrupa’dakiler ise aykırı olsa bile ya merkez siyasetten kopmuş ya da baştan kendi siyasi hareketini kurmuş, bir şekilde siyasetin içinden tipler. İkinci olarak, Avrupa’dakiler merkez siyasetten ayrık bir şekilde hareketlerini yürütürken, Trump iki partili siyasi sistemin bir partisinin ön seçimini kazanarak başkan adayı ve sonrasında başkan oluyor. Üçüncüsü, Avrupalı popülistler belli bir siyasi çizgiye ve iddiaya sahipler, bu çizgiden pek de taviz vermiyorlar. Trump’ın ise siyasetinde sabite diye bir şey yok. Siyasete de bir işadamı gözüyle bakıyor, pragmatik bir pazarlıkçı olmakla övünüyor, fikrini değiştirebiliyor, ikna edilebiliyor. Başkan olmadan önce New York Times’a verdiği bir mülakatta “tahmin edilemez bir pazarlıkçı” olacağını müjdelemişti zaten.
Son olarak Trump’tan ziyade ABD’nin farklı bir yönünü belirtmekte fayda var. Avrupa’da göçmenlerin 1980’lerden itibaren sosyal devlete ciddi bir yük ve iş piyasasında alt sınıflara rakip oldukları, bunun da toplumda bir rahatsızlığa sebep olduğu söylenir. Popülist siyasetçiler bu rahatsızlığı doğrudan dile getirip seçmenleri cezbetmeye çalışırlar. Bunun gerçek bir sosyal ve ekonomik karşılığı olduğu bir yere kadar doğrudur. Ancak ABD’de göçmenlerin ekonomiye yük olduğu tamamıyla gerçek dışı bir söylem. Tam tersine, göçmenlerin hem üretim hem de tüketim anlamında Amerikan ekonomisine ciddi katkıları olduğu, ekonomideki dinamizmin en önemli bileşenlerinden birini genç göçmen nüfusun teşkil ettiği yadsınamaz bir gerçek. Ayrıca ABD’de düşük gelirli biri çalışırsa düzgün bir standartta hayat yaşama şansına sahiptir, çalışmadığı gün ise aç yatar. Bu da özellikle göçmenleri çalışmaya iten, ekonomiye katkı yapmalarını sağlayan önemli bir faktör. Dolayısıyla Trump’ın pazarlıkçı yönünün göçmenler konusuna gelince pek de başarılı olmaması, hatta hükümet kapanması ile sonuçlanması sürpriz değil.