Alman İslam’ı ve İslam’ın “Konstantinleştirilmesi”ne Dair
Alman İslam Konferansı, 2006 yılında federal hükümet ile ülkedeki Müslümanların diyaloğunu sağlamak amacıyla kurulan bir iletişim platformu. 4. safhasını yaşayan konferansın bu seneki mottosu “Almanya’da, Almanya’dan ve Almanya için bir İslam”. Peki bu sloganın bundan 1700 yıl önceki gelişmelerle bağlantısı olabilir mi?
Büyük Konstantin 325 yılında, Roma İmparatorluğu’nda düzen ve barışın sağlanması için İznik Konseyi’ni toplar. Milano Protokolü (MS. 313) uyarınca Hristiyanlar imparatorlukta bulunan diğer din mensuplarıyla eşit konumdadır. Adı geçen konseye kadar Roma İmparatorluğu’ndaki Hristiyanlar arasında günümüzdeki manada bir kilise, diğer bir deyişle tüm Hristiyanları temsil eden ve devlet tarafından teşvik edilen bir kurum yoktur ve mevcut kurumlar farklı teolojik görüşler sebebiyle bölünmüştür. Önceki konseyler ve aynı zamanda anlaşmazlıklar sadece Hristiyanların gözetimi altında gerçekleşir. Ancak Konstantin en son “Arian ihtilafı” adı verilen anlaşmazlık sebebiyle imparatorluktaki düzen ve barışın tehlike altında olduğunu düşünüp İznik Konseyi’ni gerçekleştirir.
Konstantin sadece konseyi toplamakla kalmamış “seremoni ve usulleri belirlemiş, tartışmalara müdahale etmiş, homoúsios (Hristiyanlık inancında İsa’nın Baba’yla aynı özde olduğunu belirten) anahtar kavramını önermiş, en azından favori göstermiş ve bunu kabul ettirmiş, sonunda da İznik Amentüsü’nü onaylamıştır.”[1]
İznik Konseyi’ne Arian’lar da dâhil olmak üzere Hristiyan grupların tüm temsilcilerinin katılması öngörülmüştür. Fakat konseye bu kadar kapsamlı bir katılım olmamış, katılımcıların büyük çoğunluğunu Arianizm karşıtları oluşturmuş ve bunlar Logos/İsa hakkındaki görüşlerini kabul ettirerek İsa’nın Tanrı ile “aynı özde” olduğu ilan edilmiştir. Rahip Arius, İsa’nın da sadece diğerleri gibi bir insan olduğu öğretisini savunduğu için (Caesarea’lı Eusebius ile birlikte) sürgün edilmiştir. Kendisi bir ateist olan ve Hristiyanlığı asla açıkça kabul etmemiş olan Konstantin, İznik Amentüsü’nü onaylamış; ardından da Nikomedialı (günümüz Türkiye’sinde İzmitli) Eusebius gibi diğer muhalif katılımcıların bu inanç esaslarını imzalamasını “sağlamıştır.”
Konstantin’in müdahalesiyle sadece ilk İmparatorluk Kilisesi ortaya çıkmamış, aynı zamanda Hristiyanlar arasındaki teolojik tartışmalar o andan itibaren “yabancı müdahalelerle” dogma hâline gelmiştir. Bu olay, devletin Hristiyan teolojisiyle ilgili meselelere karışmasının ilk örneğidir. Bu ayrıcalık o andan itibaren pagan imparatorluk tarafından sürdürülmüştür. İmparator hangi düşünceyi veya öğretiyi temsil ederse etsin, daima masada yerini almıştır. Konstantin’den sonra belli bir teolojik öğretiyi devlet gücü ile kabul ettirmek isteyen imparatorlar da devam edegelmiştir.
İznik Konseyi ve İslam Konferansı
Almanya Federal İçişleri Bakanlığı tarafından organize edilen ilk İslam Konferansı’ndan bu yana Müslümanlar arasında “Avrupa İslam’ı” veya “Alman İslam’ı” konulu tartışmalar daha da yoğunlaştı. Ve nihayet bir ay önce “Alman İslam’ı” kavramı İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Kerber tarafından açık bir şekilde ifade edildi. Buna göre “Alman İslam’ı” kavramının içini devlet destekli İslam Konferansı kapsamında Müslümanların doldurması bekleniyor. Bu noktada beni anakroniklikle suçlayanlar olabilir, ancak –bu yazının başlığının da ortaya koyduğu gibi- İslam Konferansı ile İznik Konseyi arasında yapı ve düzen bakımından bazı paralellikler var.
Alman İslam Konferansı dinî açıdan aslen nötr olması gereken Alman devleti tarafından organize ediliyor. Devlet, konferansın katılımcılarını belirliyor. Masada sadece İslam dinî cemaatleri değil, kendisini tüzükleri uyarınca “Müslüman” olarak tanımlamayan göçmen dernekleri de var. Ayrıca masada kendilerini “Müslüman” olarak tanımlamayan, hatta buna ek olarak 2009 yılında olduğu gibi Müslümanlarla arasına mesafe koyan cemaatler de yer alıyor. Daha önceden konferansa 15’i devleti, kalan 15’i de “Almanya’daki Müslüman çeşitliliğini” temsil eden ve aralarında dinî cemaat temsilcilerinin ve bireysel kişilerin bulunduğu toplam 30 kişi katılmıştı. Bu açıdan bakıldığında Hristiyanlar için İznik Konseyi’nin, Müslümanlar için İslam Konseyi’nden çok daha özerk bir yapıda gerçekleştiğini söylemek mümkün.
Sözde “Reformlar”, Şüpheli “Reformcular”
Alman İslam Konferansı’na katılan münferit bireyler arasında, geçimini İslam eleştirisi ile sağlayan, Müslümanları çeşitli konularda genel zan altında bırakan, Hz. Muhammed’e (sav) karşı karalama kampanyaları yürüten veya şiddetin kökenini İslam’da gören kişiler de vardı. Bu kişilerin reform çağrısı anlaşılması güç bir çağrı, zira onların istediği reform kavramının doğru bir şekilde uygulanması değil, daha ziyade İslam’ın deforme edilmesidir. Örneğin bu deformasyonun savunucuları büyük günahların “artık çağa uygun olmadığı” görüşünü taşımakta ve Kur’an’ın bazı kısımlarının çıkartılması gerektiğini öne sürmektedir. Günümüzde her kapıyı açan sihirli “liberal” kavramı sayesinde bunların sesine medyada ve politikada “akılcı” bir şekilde kulak verilmektedir.
Öte yandan Alman İslam Konferansı şimdiye kadar daha çok devletin farklı temsilcileri ve çeşitli göçmen dernekleri arasında gerçekleşen bir tür diyalog etkinliği oldu; bu sebeple aslında bu etkinliğe “Alman Göçmen Konferansı” adının verilmesi daha uygun olurdu. Müslümanları, günümüz toplumunu ve politikayı ilgilendiren konuların görüşülmesi anlaşılabilir bir şey. Ancak Kerber’e göre şimdi bir de İslam Konferansı’nda “Alman İslamı’nın” ne olduğu ve böyle bir şeyin olup olamayacağı kararlaştırılmak durumunda. Bunun için de “Almanya’da henüz organize olmamış Müslüman vatandaşların İslam Konferansının merkezine alınması” adına münferit bireylerin davet edilmesi gündemde.
İslam Konferansı sürecinde aynı şekilde hatalar yapmış olan ve şu ana kadar Almanya’da Müslümanca bir yaşam için yeterli çabayı göstermemiş olan İslam dinî cemaatleri, ne kadar saçma olsa da devlet adına “sessiz çoğunluğun” sesi olan münferit bireylerle eşit tutuluyor. Böyle bir uygulama kiliselere yapılsaydı muhtemelen çok kötü sonuçları olurdu. Müslüman dinî cemaatler üyelik aidatlarına dayanarak Müslümanların yüzde 20’sini temsil ederken, Müslümanların yüzde 60-70’i bu cemaatlerin camilerinden ve hizmetlerinden en azından haftada bir kere (cuma namazı), yılda dört ya da beş kere (kandil geceleri), yılda otuz kere (teravih namazı) veya en azından hayatlarında bir kere (cenaze namazı) faydalanıyorlar.
Politikacıların, medyanın, bazı üniversitelerin ve kilise temsilcilerinin kendini “imam” ilan eden ve daha çok ezoterik bir guru tablosu çizen kişiye veya Kur’an’ın bazı kısımlarını silmek isteyen Freiburg’lu sözde İslam ilahiyatçısına verdikleri desteğe bakıldığında münferit şahıs olarak kimlerin davet edileceğini tahmin etmek zor değil. Özellikle de şimdiki İçişleri Bakanı’nın İslam’a karşı tutumu göz önüne alındığında. Ve şimdi bu kişiler veya bu zihniyete sahip başka kişiler “Alman İslam’ı” kavramının ne demek olduğunu belirleyecekler.
Öte yandan farklı görüşlerden sadece basiretli Müslüman münferit şahıslar davet edilseydi bile, seküler bir devletin yönetimi ve etkisi altında belirlenen “Alman İslam’ı” kavramının anlamı beklentileri karşılayamayacaktı.
Söz Konusu Olan Şey “İslam”
Buradaki en büyük sorun, Alman İslam Konferansı’nın konusunun “Müslüman kültürü” veya “Müslümanlar” değil, “İslam” oluşudur. Tam olarak bu durum benim bu konferansı İznik Konseyi’ne benzetmeme yol açıyor. Eğer bir “Alman İslam’ı”ndan söz ediliyorsa, teolojik ve dogmatik konular ve hatta dinin kendisi en başından beri tartışmaların konusu olmuş demektir.
Din evrenseldir ve değiştirilemez. İyi niyetli fakat yanıltıcı bir ifade olan “Tek bir İslam yok” ifadesi hukuk, gelenek ve dinî bilimler alanında geçerli olabilir. Ancak bu ifade, eğer kişi İslam’ın ezoterik veya senkretizme dayalı bir hareket olduğu düşüncesini taşımıyorsa din ve inanç alanında geçerli değildir. Bir mozaiği örnek alırsak, ilk bakışta zengin parlak renkler ve cilalanmış farklı taşlar gözümüzü kamaştırabilir, ancak daha dikkatli baktığımızda, bu çeşitliliğin sınırlarını belirleyen çerçeve daha net görülecektir. İslam’ın da bunun gibi Allah tarafından belirlenen sınırları vardır. Bu sınırlar dinin özünü oluşturur, hukuk ve gelenek alanında yorumlama çeşitliliğine izin verir.
Eğer bir sonraki Alman İslam Konferansı’nda “Alman İslam’ının tanımlanması” amacı güdülüyorsa böyle bir dış müdahale kaçınılmazdır. Böyle bir teşebbüs sadece gelenekleri ve kültürel inkişafları ele almakla kalmayacak, aynı zamanda İslam’ın esaslarını tartışmaya açma cüretinde de bulunacaktır. Bunların arasında Kur’an’ın dokunulmazlığı konusunun yanı sıra bazıları için önem arz etmeyen ancak Müslümanlar için varoluşsal bir anlam ifade eden konular da yer alacaktır. Evlilik dışı ilişkiler, alkol tüketimi günümüzün laik toplumunda günlük hayatın bir parçası hâline gelmiştir ve Müslümanların bu büyük günahları hâlâ günah olarak algılaması ve böylece “bazılarının tadını kaçırması” sıklıkla rahatsız edici ve itici bulunmaktadır. Bu günahları işleyen Müslümanlar da olabilir fakat İslami günah öğretisi onlar için daima mevcut olacak ve onların vicdanını sızlatacak, İslam’ın günah öğretisini kabul etmeyen gayrimüslimleri ise “rahatsız etmeye” devam edecektir.
Demokrasi, seküler-yasal çerçevede Müslümanlar da dâhil olmak üzere tüm insanlara istedikleri gibi giyinme, istedikleri gibi eğlenme veya istedikleri ortamlarda bulunma hakkı verir. Ancak İslam hukukuna ve İslam inancına göre Müslümanlar istedikleri gibi giyinemezler (çıplaklık), istedikleri gibi eğlenemezler (alkol tüketimi, zina) veya istedikleri mekânlarda (disko vs.) bulunamazlar. Hem laik hem de dinî yaşam biçimi tercihi anayasal olarak korunmaktadır ve buna saygı gösterilmeli, daha da ötesi bu kabul edilmelidir.
“Türk İslam’ı” Diye Bir Kavram Hiçbir Zaman Olmadı!
“Alman İslam’ı”nın bazı savunucuları temel teolojik noktaları gözden kaçırıyor ve büyük bir gayretle “Alman İslam’ı”nı kültürel açıdan cazip hâle getirmeye çalışıyorlar. Bu anlamda “Arap, İran ve Türk İslam’ı”na atıfta bulunuluyor ve Müslümanların her zaman asimile olduğu gibi akıl almaz ifadeler kullanılıyor.
Göçmen kökenli olan veya olmayan Alman Müslümanların içinde yaşadığı, İslam’la karakterize olmuş bir Müslüman Alman toplumunun gelişmesi tabii bir süreç. Fakat ısrarla vurgulanan bir Alman-İslam kültüründen bahsedebilmek için öncelikle İslam dininin korunması ve ikinci olarak sadece Müslümanlar arasında vuku bulan değil, tarihsel süreçlere dayanan iki temel gelişmeye ihtiyaç var:
Bunlardan ilki, durumu “Alman” olarak adlandırmaksızın ve böylece politikanın veya medyanın herhangi bir dayatması ya da müdahalesi olmadan en başından itibaren yavaş ve doğal bir kültürel gelişim kaydetmektir. İster İslam’ı yaşayan bir ailede doğmuş, ister sonradan İslam’ı seçmiş olsun, Alman Müslümanlar kendi kültürlerinden vazgeçmek zorunda değiller. Bu, söz konusu gelenek ve görenekler İslam’ın temel bakışını olumsuz etkilemediği sürece İslam’ın izin verdiği bir durumdur. Bu Müslümanlar içinde yaşadıkları çağa, geleneklerine ve yaşadıkları yere uygun olarak farklı sosyal ve hukuki konularda dinin izin verdiği çerçevede, başka Müslüman toplumlarınkinden farklı kararlar verecekler.
İslam dininin esasları ile çelişmeyen alışkanlıklar sürdürülebilir ve zaten sürdürülüyor da. Bu sayede kültürel ve hukuki yeni bir zenginleşme sağlanacak ve din, değiştirilemez aynı din olarak kalacaktır. Bu gelişim günümüzün ve geleceğin Alman Müslümanları için çok uzun bir süreç olacak, sabır gerektirecek ama sonunda Allah’ın izniyle meyvelerini verecektir.
İkinci ve alternatif gelişme tarihte sadece Müslümanlarda vuku bulmayan “topluca dini kabul etme” meselesidir. Tarihte Araplar, İranlılar ve Türklerin Müslüman oluşu ya da Kral I. Clovis’in 499 yılında Katolik inancını kabul etmesiyle Almanların Hristiyan olmasında olduğu gibi bu alternatif gelişim yüzyıllar öncesinde yaşanmıştır. Bu toplumlar hukuk (şeriat) ve gelenekler çerçevesinde kültürel bir gelişim göstermiş ve böylece kültürel yaşam biçimlerini korumuştur. Bir örnek vermek gerekirse: Birçok İslam âlimi için mezar taşının üzerine yazı yazılması mekruh olarak kabul edilir, ancak Hanefî mezhebi için bu böyle değildir. Böylece Hanefi mezhebini kabul etmiş olan Türkler mezar taşlarının üzerine isim yazılmasına ilişkin İslam’dan önceki uygulamalarını devam ettirebilmiştir. Böylece mezar taşlarında önceki dine veya bunların tanrılarına ilişkin yazılar kaldırılmış, bunun yerine isim yazma geleneği devam ettirilmiş ve İslami olarak tasarlanmıştır. Bu anlamda Selçuklulardan ve Osmanlılardan bu yana mezar taşlarında, diğer kültürlerde pek görülmeyen “Hüve-l bâkî” gibi kaligrafik yazılar bulunmaktadır. Bu doğal gelişim sürecine fırsat verilmesi halinde Almanya’da da benzer süreçler pek tabi gerçekleşebilir ve gerçekleşecektir de. Yine de bu Müslüman toplumlar ve kültürler hiçbir zaman Arap, İran veya Türk İslam’ı gibi bir kavram kullanmamıştır.
Şu anda çoğunluğu gayrimüslimlerden oluşan ve hatta istatistiklere göre yarısı İslam karşıtı bir tutum içinde olan bir Alman toplumuna sahibiz. Fakat görünüşe göre Alman hükümeti ve bazı Alman Müslümanlar bu durumun bir önem arz etmediğini ve İslam’a milliyetçi bir etiket verilirse bu uzun gelişim sürecinin atlatılacağını düşünüyor.
Ciddi biçimde yanıldığımı ve İçişleri Bakanlığının sadece kültürel faktörlerle ilgilendiğini farz edelim. Fakat böyle bir durumda İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Kerber’in yine neden “Alman İslam’ının tanımlanmasından” bahsettiğine bir anlam veremiyorum. Peki bu ülkede yaşayan, anayasaya riayet eden ve anayasanın da izin verdiği gibi kendi kültürlerini, gelenek ve göreneklerini yaşamaya devam etmek isteyen Müslüman halk ne olacak? Aklıma gelen diğer bir soru da, yüzyıllardır mevcut olan Müslüman toplumların bile böyle bir istekte bulunmamasına ve böyle milliyetçi bir girişimin (onlarca yıl önce gerçekleşen Türk-İslam sentezi girişimi gibi) açık bir şekilde reddedilmiş olmasına rağmen İslam’ın neden “Alman” etiketi alması gerektiği.
Özetle İslam’ın Almanya’ya ait olmadığını düşünen bir İçişleri Bakanı’nın yönetiminde gerçekleştirilecek olan bir İslam Konferansı’nın son oturumunun amacı oldukça kafa karıştırıcıdır.
[1]1 Brox: Kirchengeschichte, Patmos, S. 71
s.a. Değerli Ahmet İnam'ın Alman İslam Konferansı ile İznik Konsülü arasında kurduğu ilişkiyi dikkate değer buluyorum. 12 yıllık bir geçmişin ardından gelinen noktada Konferans'ın taraflarca beklenen yararları ortaya koyamaması bir çok açıdan eleştiriyi hak etmektedir. Ancak Ahmet İnam'ın da yazısında kısaca değinmek zorunda hissettiği konu olarak Almanya Müslümanlarının özellikle organize olmuş olanlarının Almanya'daki İslam ve Müslümanlarla ilgili yapılması gerekenler konusunda yeterince aktif olamamaları gelecek açısından endişe verici görünmektedir. Konferans tüm yanlış taraflarına rağmen birçok olgusal sorunu gündeme getirmesi açısından olumlu karşılanmalı ve Müslümanlar yazarın da endişeyle karşıladığı hususlar da dahil olmak üzere kendi pozisyonlarını daha da bilinçlice belirleyebilmelidirler. Emeğinize teşekkürlerimle, selamlar.
Yazarı tebrik ediyorum.Tespitler mkemmel.