Alman İslam Konferansı: Diyalog Değil Siyasi Baskı
Şimdiye kadar toplanan konferanslarla çerçevesi devlet tarafından belirlenen, ruhu alınmış bir Müslüman modeli, bir “kültür müslümanlığı” modeli ortaya konulmaya çalışılmakta.
Alman Federal Meclis Başkanı Wolfgang Schaeuble’nin içişleri bakanı olduğu dönemde gerçekleştirilen ilk İslam konferansı, Almanya’da toplumun her kesiminden olumlu-olumsuz tepkiler almıştı. Schaueble’nin Eylül 2006’da hükümet adına yaptığı açıklama, “Ortak Bir Geleceğe Dair Perpektif Arayışları” başlığını taşıyordu. Schaeuble’nin Alman İslam Konferansının toplanmasına ilişkin hükümet açıklaması, Almanya’da yaşayan tüm müslümanlar için bir umut olmuştu. O zamana kadar konuşulmayan temel haklardan, bilhassa İslam din dersleri, Kur’an kursları, başörtüsü meselesi gibi konular ilk defa, bir hükümet yetkilisinin ağzından Müslümanların Almanya’daki çözülmesi gereken meseleleri olarak kamuoyuna aktarılıyordu. Bilhassa 11 Eylül olaylarından beri terör kavramı ile birlikte anılan Müslümanlar, haksız yere genel şüpheli olarak damgalanmaktan kurtulacak, dışlanmayacak ve Alman toplumu tarafından kabul görecekti.
Başlangıçta oluşturulan çalışma grupları ile, Müslüman cemaatlerinin hukuki statüleri, İslam din derslerinin anayasal dayanakları ve Alman devlet okullarında İslam din derslerini Müslüman cemaatlerinin vermesi gibi konular konuşulmuş, İslami cemaatlerin hukuki statüleri ile ilgili tavsiye niteliğinde raporlar hazırlanmıştı. Bu konuların yanında yine günlük yaşamı kolaylaştırıcı meselelerde Müslümanların sorunları gündeme getirilmişti.
Ancak 2006 yılında başlayan ilk dönem toplantıları ve daha sonra 2011’de başlayan ikinci İslam Konferansında, yukarıda sayılan konuların yanında çeşitli ilave grup ve toplantılarla, Müslümanların “güvenlik ve işbirliği” maksatlı olarak Alman devletiyle birlikte hareket etmesine yönelik çalışmalar gündeme getirildi. “Islamismus=İslamcılık” kavramı etrafında radikal Müslümanlarla mücadele eylem planları hazırlanarak, bir bakıma Müslümanları, Müslümanlara takip ettirmenin ortamı hazırlandı. Geçmişte hazırlanan ve federal düzeyde uygulanan, radikal Müslümanlarla mücadele etme amacı taşıyan bu projelerden biri “Vermisst=Kayıp Aranıyor” kampanyası olarak ortaya çıkmıştı. Kampanyanın hayata geçirildiği dönemde, Müslümanları genel şüpheli ve radikal olarak, bir terörist gibi damgalayan bu kampanyaya bazı Müslüman organizasyonların da destek vermesi, kampanyaya destek vermeyen ve komisyonlardan çekilen organizasyonlarca ağır şekilde eleştirilmişti. O dönemi hatırlayanlar bilirler. Meselenin Türkiye’de gündem oluşturması üzerine, Alman hükümeti dönemin başbakan yardımcısı tarafından da ağır şekilde eleştirilmişti.
Beklentilerin aksine, yani Müslümanların sorunlarını konuşmak ve Alman toplumunda bir sosyal barış sağlamak yerine kısa sürede yeni sorunlar üreten bir mekanizma haline gelen Alman İslam Konferansı, ilk dönemde, Almanya İslam Konseyi gibi yıllardır faaliyet gösteren organizasyonları suni tartışma gündemi içerisine çekerek, konseyin radikal organizasyonlara ev sahipliği yapan bir kuruluş olduğu iddiasıyla, haksız ve hukuksuz bir şekilde kamuoyunda damgalanmasına yol açmıştır. Sebep olarak ise o dönemde Almanya İslam Konseyi’nin en büyük üyesi olan ve Almanya iç istihbarat organı ‘Verfassungsschutz’ tarafından “legalistisch islamistisch=legal ve İslami” bir organizasyon olarak tanımlanan İslam Toplumu Milli Görüş (IGMG) organizasyonu hakkında yürütülen mali soruşturmalar gösterilmiştir.
Konferansın Amacı Diyalog mu Baskı mı?
İlk toplanan İslam Konferansından itibaren, konferansa katılanların dağılımına baktığımızda, dağılımın organize olmuş Müslüman teşkilatların aleyhine olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bilhassa federal devlet yöneticileri, eyaletleri temsilen katılan yöneticiler, birinci konferanstan itibaren “seküler ve organize olmayan Müslümanlar” adı altında çağrılan kişiler ve dini cemaat statüsü taşımayan organizasyonlar ve menfaat grupları, konferansın amacının diyalogdan ziyade, Almanya’daki örgütlü Müslümanlar üzerinde baskı oluşturmak olduğu düşüncesini hakim kılmıştır.
Alman anayasal sistemine göre, kolektif açıdan din ve vicdan özgürlüğünü yaşayabilmek için, bireylerin inançları doğrultusunda dini cemaat olabilme ve kurabilme hakları bulunmaktadır. Ancak, bir yandan dini cemaat olabilmenin temel şartlarından biri olan örgütlü ve organize olmuş dini yapıların geliştirilmesi ifade edilirken, diğer yandan esasen Alman yasalarına göre kurulmuş örgütlü Müslümanların Almanya’da Müslümanları yeterince temsil edemediği iddiaları, Hristiyan ve Yahudi dini cemaatlerden istenmeyen, Müslüman organizasyonların demokratik ve özgürlükçü Batı değerlerine uymalarının diyalog için bağlayıcı şart olduğunun ifade edilmesi, İslam Konferansı’nın çözümden çok çözümsüzlüğü hedefleyen bir düşünce yapısına sahip olduğunu söylemek mümkün. Esas itibarıyla Alman anayasasına göre, dernek kurma ve organize olma özgürlüğünü kullanan bir dini cemaatin artık anayasal şartlara bağlılığının, demokratik ve özgürlükçü toplum değerlerine saygı göstermesi gerektiğinin sorgulanmaması gerekir.
İlk konferanstan beri gündemde olan ve her konferansta çoğulculuk ve farklılık adına başköşeye oturtulan, günlük yaşantılarında İslam karşıtlığına malzeme taşımaktan öteye gitmeyen ve yaygın örgütlü olarak temsil edilmeyen “seküler Müslüman” şahsiyetlerin varlığı hiçbir zaman Müslüman organizasyonlar tarafından tartışılmasa bile, sanki bunlara karşı konferansta bir tavır varmış gibi hareket edilmesi ise oldukça düşündürücü. Dördüncü kez oluşturulan ve 28 Kasım’da ilk toplantısını yapan İslam Konferansı’ndan günler önce “Seküler İslam Girişimi” adı altında Yeşiller Partisi’nin eski genel başkanının öncülük ettiği ve baştan beri değişik aşamalarda İslam Konferansı’nda yer alan ve isimleri üzerindeki tartışmanın hiç bitmediği on kadar kişinin oluşturduğu girişimin temelinde, Almanya’da artan İslami hareketlerle ve siyasallaştığı iddia edilen Müslümanlarla mücadele etme düşüncesinin yer aldığını ve bir Avrupa İslamı söylemi geliştirmek istediklerini söylemek mümkün. Bu şekliyle, siyasallaştığı iddia edilen İslam’ın karşısında bir denge unsuru gibi görünen ve “seküler İslam’ı” temsil ettiği iddia edilen yeni bir siyasi hareketin, dördüncü İslam Konferansı bünyesinde ortaya çıktığını ifade etmek de mümkündür.
Asıl Hedef “Alman İslamı”
Seküler İslam kavramının artık organizeli bir girişim olarak yer aldığı Alman İslam Konferansı’nda, ilk konferanstan beri -öyle olmadığı iddia edilse bile- “Alman İslamı” kavramı, tartışmaların temelini oluşturmakta ve İslamiyetin demokratik değerlerle bağdaşmadığı iddiası değişik şekillerde sürekli gündemde tutulmakta. Geçtiğimiz günlerde Federal İçişleri Müsteşarı Kerber’in verdiği bir röportajdaki “Almanya’da yaşayan Müslümanların İslamı” ifadesi, hükümetin ve İslam konferansı bürokrasisinin niyetini ortaya koyuyor. İfade edildiği gibi konferansın asıl amacı, İslam dinini, diğer dinlerle eşit bir seviyeye getirecek ve kamusal alanda İslam dinini resmen tanımaya yönelik mekanizmaların geliştirilmesi gerekirken, şimdiye kadar toplanan konferanslarla maalesef çerçevesi devlet tarafından belirlenen, ruhu alınmış bir müslüman modeli, bir “kültür müslümanlığı” modeli ortaya konulmaya çalışılmakta.
Geçmiş dönemlerdeki konferanslarda Müslüman teşkilatlara ve organizasyonlara yöneltilen eleştirilerden biri de, Almanya’daki Müslümanların tamamının bu organizasyon ve teşkilatlarca temsil edilmiyor olmasıydı. İlk toplandığı andan itibaren Almanya’daki organize olmuş İslam’ın ve Almanya’da kurulu bulunan camilerin yüzde 80’inin Alman İslam Konferansı’nda temsil edildiği gerçeği dahi federal hükümeti ya da onlar tarafından davet edilen bağımsızları ve sekülerleri rahatlatmaya yetmiyor.
İlk toplanan 2006’daki İslam Konferansı’nda, İslam din dersleri, İslami örgütlerin dini cemaat olarak tanınması, helal kesim ve kurban, cami inşasına dair uyulacak prensipler gibi alanlardaki teorik çalışmalar ve raporlamalar, sonraki dönemlerde hem devlet tarafından hem de İslami cemaatler tarafından rafa kaldırılmış, toplumun gerçeklerinden uzak, kısır döngü üreten bir tartışma ortamına girilmiştir. Bu durum bizi, Almanya’da, çoğunluğunu Türk Müslümanların oluşturduğu örgütlü İslam yaşantısında herkesin mevcut durumdan memnun olduğu sonucuna götürüyor.
Cemaatler Birleşmek Yerine Ayrıştı
Gerek federal hükümete, gerek federal hükümet tarafından davet edilen, sekülerlere ve bağımsız olduğu iddia edilen temsilcilere, geçtiğimiz 12 yıl içindeki tavırları nedeniyle pek çok olumsuz eleştiriler getirilebilir. Konferansın adında ‘İslam’ olmasına rağmen, kilise temsilcilerinin bu konferansta ne işi var diye sorulabilir. Ancak, yıllarca Alman devleti tarafından muhatap alınmak için mücadele veren, kiliselerle birlikte eşit haklara sahip olmak isteyen ve Almanya’da kurulu bulunan camilerin yüzde 90’ını bünyelerinde barındıran, baştan beri Alman İslam Konferansı’nda temsil edilen Müslüman çatı kuruluşların, ilk İslam Konferansı’ndan bu yana neler yaptığının sorulması da yerinde ve haklı bir eleştiri olarak gündeme gelecektir.
Yıllarca, özellikle 90’lı yılların sonunda, Almanya’da kurulu diğer İslami organizasyonlar tarafından Türkiye ile sıkı bir iş birliği içinde olduğu iddiasıyla eleştirilen DİTİB, 2006 yılındaki ilk İslam Konferansı’nda kendisini eleştiren dini cemaatlerle aynı masaya oturmuştur. Sonrasında, federal hükümet tarafından konferansta temsil edilen dini cemaatlere getirilen radikalleşmeyle ilgili çeşitli eleştirilere ses çıkarmayan DİTİB, federal hükümetçe güvenilir ve iş birliği yapılabilecek bir organizasyon olarak kabul görmüştür. Bugün gelinen noktada ise DİTİB -bu konuda kesinleşmiş bir emare bulunmamasına rağmen- yine Türkiye ile sıkı bir iş birliği içinde bulunduğu ve bünyesindeki cami imamlarının ajanlık yaptığı iddiasıyla İslam Konferansı’na dâhil edilmemesi gerektiğini ifade eden sekülerlerce suçlanmaktadır.
İslam konferansı ilk gündeme geldiğinde dağınık bir şekilde hareket eden ve 2007 yılında, birlikte hareket etme ve Müslümanları ortak bir organizasyon yapısına kavuşturma maksadıyla kurulan KRM ya da bilinen ismiyle Müslümanlar Koordinasyon Kurulu, geçen 11 yıl içerisinde Müslümanları ortak bir organizasyonda toplayacak tek bir adım dahi atmamıştır. KRM’nin yapısına dikkatle bakıldığında, Türkiye kökenli İslami organizasyonların yüzde 85’inin bu yapıda temsil edildiği görülebilir. KRM’nin temel hedefi olan, ortak bir organizasyon çatısı altında birleşmek ve dini cemaatlerin hukuki yapılarını güçlendirmek yerine, bu süreç içerisinde hiç bir gelişme yaşanmamış, bilakis yaşanan ayrışmalarla, geçmiş dönemlerde elde edilen kazanımların pek çoğu da maalesef kaybedilmiştir.
Geçtiğimiz çarşamba günü hayata geçirilen dördüncü İslam Konferansı bu defa, “İslam Almanya’ya ait değildir, ancak Müslümanlar Alman toplumunun bir parçasıdır” diyen bir içişleri bakanının ev sahipliğinde toplanmaya başladı. İlk günden itibaren hükümet tarafı konferansta baskınlığını artırmaya başladı. Müslümanların tamamının temsil edileceği, bütün Müslümanlar adına konuşacak bir organizasyonun yokluğu yine gündemde. Bu haliyle İslam Konferansı, çoğunluğu Türk ya da Türk asıllı Alman vatandaşı olan Almanya Müslümanlarının arasındaki ayrışmaları artırmakta. Özellikle, yeni konferansın formatında önceden belirlenen bir konunun olmaması, güncel siyasete göre değişken konuların konuşulacak olması, dördüncü İslam Konferansı’nı, 90’lı yılların düşüncesiyle yönetilen İslami organizasyonlar için aşılması güç bir meydan okuma olarak ortaya çıkarıyor.
Almanya’daki Müslüman Türklere Baskı
Dördüncü İslam Konferansı’nın 28 Kasım’daki ilk gününde gündeme oturan tartışmalardan biri de, dini cemaatlerin yabancı kaynaklardan, daha doğrusu dış ülkelerden finansmanı ve camilerdeki imamların eğitimi, imamların Almanya’da Alman devletinin belirlediği esaslar çerçevesinde yetiştirilmesi konusu olmuştur. Bu ve benzeri tartışmaların, benzer şekilde Avusturya ve Fransa gibi ülkelerde de yürütüldüğü düşünüldüğünde ve bu ülkelerdeki tartışmalardan zararlı çıkan hep Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yurt dışı organizasyonları, dolayısıyla Türk vatandaşı ve Türk asıllı Müslümanlar olduğu görülecektir.
Benzer bir tehlike şimdi de Almanya DİTİB’i beklemektedir. DİTİB’in Türkiye Cumhuriyeti tarafından desteklenmesi, sadece DİTİB camilerine değil, talep halinde diğer Türk Müslüman organizasyonlara Türkiye’den imam gönderilmesi, geldikleri ülkeyle bağlarını koparmak istemeyen Türkler için büyük bir kolaylık. Oysa Almanya, DİTİB’in Türkiye tarafından artık finanse edilmemesini ve gelecekte Türkiye’den imam gönderilmemesini talep etmekle aslında Türkiye ile Almanya’daki Türkler arasındaki her türlü duygusal ve kültürel bağın kesilmesini de talep ediyor. Halbuki, Almanya’da yaşayan iki milyon civarındaki Türk vatandaşının ve sayıları bir o kadar olan Türk asıllı Alman vatandaşı Müslümanın geldikleri ülkeyle bağlarını koparmak istememeleri gayet normal ve sosyolojik açıdan son derece doğal bir durum olarak kabul edilmeli.
İslam Konferansı etrafında şekillenen eleştiriler bilhassa Türkler tarafından kurulmuş organizasyonlara karşı yöneltiliyor. Eleştirilerin temelinde, her fırsatta dile getirilen, Türkiye’nin bu organizasyonları bir şekilde etkilediği iddiaları var. Oysa, İslam Konferansı’nda temsil edilen ve ülkeleriyle sıkı ilişki ve iş birliği içerisinde bulunan ve ikinci dönemden itibaren İslam Konferansı’na dahil edilen Boşnak ve Faslı Müslümanlara aynı eleştiriler getirilmiyor. Aynı durum, dünya çapında bir tarikat olan ve tüm dünyada aynı merkezden yönetilen ve 2013 yılından itibaren kendisine Almanya’da kamu tüzel kişiliği statüsü tanınan Ahmediyye cemaati için de geçerli. Bu yönüyle İslam Konferansı’nın, Almanya’da yaşayan Müslüman Türkler üzerinde siyasal bir baskı aracı olarak kullanıldığı aşikârdır.
Temsil Sorunu
İslam Konferansı ve etrafında yaşanan tartışmalar sadece DİTİB’i değil, Almanya’da kurulu bulunan, camilerin yüzde 80’den fazlasını bünyelerinde barındıran Müslüman-Türk organizasyonlarını ve konferansta temsil edilen diğer İslami cemaatleri de büyük bir sorumluluk içerisine itmiş bulunuyor. İslam Konferansı’ndan bağımsız olarak Hamburg ve Bremen eyaletlerinde 2012 ve 2013 yıllarında imzalanan devlet sözleşmeleri de, gerek sözleşmeyi hazırlayan eyaletler açısından, gerekse de sözleşmelerde taraf olan, aralarında DİTİB’in de olduğu İslami cemaatler açısından genel durumda büyük bir değişiklik ortaya koymamıştır. Taraflar bir durağan statü durumu içerisinde hallerinden memnun bir şekilde hareket etmektedir. Bu sebeple İslami organizasyonların kendi durumlarını, çalışmalarını ve hedeflerini yeniden gözden geçirmeleri gerekmektedir.
Anayasal olarak tüm dinlere eşit mesafede olduğunu iddia eden Alman devlet sistemi, gerek federal düzeyde, gerek eyaletler düzeyinde İslam dini ile ilişkilerini belirlemek açısından gelecekte nasıl davranacağını, mevcut İslami organizasyonlarda baskın Türk-Müslüman etkisi sebebiyle Türkiye’deki siyasi gelişmelere endekslemiş bulunuyor. Alman hükümetinin ve eyalet hükümetlerinin iddialarına göre, Türkiye’de bir ‘aşırı dindarlaşma’ süreci yaşanmakta ve Almanya’da yaşayan Türkler, Türkiye Cumhuriyeti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın etkisinde kalmaktalar. İnsanın kökleriyle bağını koparmamaya çalışması gibi tabii ve anlayışla karşılanması gereken bu husus, geçtiğimiz iki yıl boyunca hem eyaletler düzeyinde hem federal düzeyde sıkça dile getirildi ve Bundestag araştırma raporlarına dahi girdi. Bunun sonucunda DİTİB’e, Alman devleti tarafından çeşitli projeler dahilinde verilen mali destek durduruldu. Bugün artık Almanya’da yaşayan Türklerin dini meseleleri, Almanya’nın meseleye yaklaşımı sebebiyle sadece DİTİB üzerinden değil, genel olarak Türk vatandaşları üzerinden, Almanya-Türkiye arasında yaşanacak bir siyasi krize işaret ediyor.
Türklerin kurduğu dini organizasyonlar açısından baktığımızda, en alt katmanlarda cemiyetler, camiler düzeyinde büyük bir ayrışmanın yaşanmadığı görülüyor. Fakat temsil sorusu gündeme geldiğinde hep aynı, bilinen isimlerin Müslümanları temsil bağlamında gündeme gelmesi ve Alman devleti tarafından sürekli bu kişilerin muhatap alınması, sadece Türk asıllı Müslümanların temsilinde değil, diğer Müslümanlar açısından da Müslümanların devlet karşısında doğru temsilinde en büyük engellerden biri olarak karşımızda duruyor. Bu sebeple başta DİTİB olmak üzere, diğer Türk-Müslüman organizasyonların, Türkiye ile bağları koparmadan profesyonel bir yeniden yapılanma içerisine girmeleri, Almanya’da Müslümanların temsili sorununu da çözecektir. Benzer yaklaşımların olduğu ve esas itibarıyla şu ana kadar pek çok hak kaybının yaşandığı Fransa ve Avusturya’yı da dikkate alırsak, Türkiye’nin aktif tavır almaması halinde, Almanya’da da Türk vatandaşları açısından hak kayıplarının yaşanması kaçınılmaz görünüyor.(AA)
[Muhterem Dilbirliği Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Enstitüsü’nde çalışmalarını sürdürmektedir]
*Perspektif’te yayınlanan yorum yazıları, dergi redaksiyonunun görüşlerini değil, yazarlarının pozisyonlarını yansıtmaktadır.