'Almanya'

Alman İslam Konferansı: “Dışlama Yoluyla Çeşitlilik”

Dördüncü Alman İslam Konferansı (DIK) geçtiğimiz haftalarda düzenlendi. Bu defa konferansta “çeşitlilik” ve “çoğulculuk” kavramları özel bir önem taşıyordu. Bunun uygulamada ne derece geçerli olduğunu ve İslam Konferansı’nın neden hiç olmadığı kadar “Alman” olduğunu Ali Mete yazdı.

@ AA değişiklikler: Perspektif

Bir yıldan uzun süren bir hazırlık döneminden sonra dördüncü Alman İslam Konferansı (DIK) geçtiğimiz haftalarda düzenlendi. Din, siyaset ve bilim alanlarından 200’ü aşkın kişi iki gün boyunca konferansta gerçekleştirilen sunum ve panellere katıldı. Konferansta açılış konuşması yapan Federal İçişleri Bakanı Horst Seehofer, İslam ve Müslümanlara karşı temel bakış açısını muhtemelen çok değiştirmemiş olsa da geçtiğimiz aylara kıyasla daha dengeli bir üsluba sahipti.

Konferansta, “Sahada Entegrasyon Desteği”, “Almanya’da İmamlık Eğitimi” ve “Almanya’da Müslümanlar – Alman Müslümanlar” konulu üç panel yapıldı. Programda Alman İslam Konferansında çeşitliliğe yer verilmesinin ve Müslümanların çoğulculuğunun ne kadar önemli olduğu tekrar tekrar vurgulandı.

Alman İslam Konferansı’nda Dejavu’lar

2006 yılı sonbaharında Alman İslam Konferansı ilk kez düzenlendiğinde Almanya’daki birçok aktör bu adımı doğru bir adım olarak değerlendirmişti. O zaman devlet ilk kez anayasal din hukuku bağlamındaki soruları tartışmak üzere Müslüman temsilciler ile üst düzeyde bir diyalog başlatmıştı. Sonrasında birinci konferanstan dördüncüsüne kadar çeşitli formatlar “denendi”. Geçtiğimiz haftalarda düzenlenen dördüncü İslam Konferansı ise birinci konferans ile büyük benzerlikler gösteriyordu. Bunlara “DIK Dejavu’ları” da diyebiliriz. 

Değişmeyenlerden ilki, birinci Alman İslam Konferansı”nı da düzenlemiş olan “Alman İslam Konferansı”nın Mimarı”: Federal İçişleri Müsteşarı Markus Kerber. Değişmeyen hususlardan bir diğeri ise, devlet temsilcilerinin ve Müslüman temsilcilerin yanı sıra; bir tabanı temsil etmeyen Seyran Ateş ve İslam eleştirmeni ve hatta İslam düşmanı olarak tanınan Necla Kelek ve Hamad Abdal-Samad gibi isimlerin de hem birinci hem dördüncü konferansa katılmış olmaları. Üçüncü dejavu olarak ise konu seçiminin siyasetten ciddi derecede etkilenmiş olması gösterilebilir. Konferans öncesinde bakanlık ve katılımcılar arasında bir fikir alışverişi gerçekleştirildi. Ancak açılış etkinliğinde ağırlıklı olarak gündeme alınan konulara bakıldığında özellikle imamlık eğitimi ve kimlik sorunları gibi belli konuların siyaset tarafından ön planda tutulduğu görülüyor. Dördüncü olarak, -eğer biraz polemik yapma imkânımız olursa-, organizatörlerin her iki konferansta da küçük-büyük birçok gafı olduğunu da ekleyebiliriz: Ramazan ayında gerçekleştirilen ilk İslam Konferansında yemek servisi yapılmıştı, dördüncü konferansta ise alkol ve domuz eti servis edildi.

Dördüncü Alman İslam Konferansı’nın konuları arasında camilerde entegrasyon desteği, “Alman İslam’ı”, diğer bir ifadeyle “Alman Müslümanların” tanımlanması veya Seehofer’in ifadesiyle “Almanya’da, Almanya kökenli ve Almanya için bir İslam” konuları yer alıyor. Ayrıca imamlık eğitiminin verilip verilmeyeceği değil, bunun nasıl yapılacağı konusunun ele alınması planlanıyor. Federal İçişleri Bakanı açılış konuşmasında her ne kadar amaçlarının “yön verici olmak” değil, “köprü kurmak” olduğunu ifade etse de konu ve katılımcı seçiminin belirli bir yöne işaret ettiği izleniminden kurtulmak pek de mümkün değil.

Derneklerden” Uzaklaşmak “Çeşitlilik” Anlamına Mı Geliyor?

Konferansta ele alınan her üç konunun güncel içeriği de Almanya ve Türkiye arasındaki gerginliklerin artçı yansımaları. Bu hesabın özellikle DİTİB üzerinden görüldüğü göze çarpıyor. Cami sayısına bakılarak değerlendirildiğinde DİTİB sayı bakımından Almanya’daki en büyük İslami cemaatlerden biri. Bu sebeple her iki ülke de bu cemaati etkisi altına almayı istiyor. Şu anda Almanya’daki Türkiye kökenliler ile ve özellikle de DİTİB ile daha güçlü bir bağ kurmak isteyen iki devletle karşı karşıyayız.

Bu bilgiler ışığında Almanya’da imamlık eğitimi veya tamamen Almanya ile özdeşleşme, kişinin geldiği ülkeden kopmasına eşdeğer. Çünkü imamların Almanya’da yetiştirilmesi ile birlikte Türkiye’nin etki imkânları azalacak. Normal şartlarda oldukça makul olan “camilerin doğrudan teşvik edilmesi” konusu güncel bağlamda üst yapılardan kurtulma girişimi olarak görülebilir. Çünkü imamlar bundan sonra Türkiye’den gelmezlerse ve diğer uygulamaların yanı sıra verilen teşviklerle birlikte cemaatlerin iç yapılara bağımlılığı azalırsa Türkiye’nin diğer etki imkânları da yok olacak. Zira şunu görmek gerekiyor ki, DİTİB’in kendi üyelerine “kimlik kazandırıcı manevi çerçevesi”, İslam Toplumu Millî Görüş (IGMG) veya İslam Kültür Merkezleri Birliği (VIKZ) gibi cemaatlerdeki kadar güçlü değil. Seehofer’ın ifadesine göre Almanya’da bahsedilen teşvik için bütçe ayrılmış durumda. Kerber’in ifadesine göre ise bunun için ilk etapta küçük, tek haneli milyonluk bir tutar tahsis edildi.

Bu noktada DİTİB ve diğer cemaatlere yönelik argümanlarda göze çarpan iki tutarsızlığa değinmemiz gerek: DİTİB bir taraftan çok sert bir şekilde eleştirilirken hatta kısmen kriminalize edilirken, diğer taraftan DİTİB cemaatlerinin çok iyi işlere imza attığı ve geçmişte de çok iyi işler yaptığı Alman devleti tarafından vurgulanıyor. Bu da Seehofer’in İslam’ın Almanya’ya ait olmadığı ancak Müslümanların Almanya’ya ait olduğu yönündeki İslam’la ilgili ifadesini akıllara getiriyor. Bunun yanı sıra İslam dinî cemaatlerinin kendi içindeki çeşitlilik de tamamen yok sayılıyor. Daha önceleri bir veya birden fazla dinî cemaatin üyesi olan (ve belki hâlâ da üyelikleri devam eden) Boşnakların veya Faslıların cemaatleri gibi “yeni” küçük cemaatlerin, İslam topluluğundaki çeşitliliğin bir ürünü olduğu göz ardı ediliyor. Bu kişileri dinî cemaatlere “yeni” oyuncular olarak tanıtmak bir Müslümanın bakış açısıyla çoğulculuktan daha ziyade dışlamaya sebep oluyor.

Liberaller ve Sekülerler Aracılığıyla Çeşitlilik?

Alman İslam Konferansı’nın her panelinde ifade edilen ve sunucu tarafından sürekli dile getirilen diğer bir konu da “liberal Müslümanlar”, ya da “liberal bir İslam” ve Alman İslam Konferansı’nın hemen öncesinde aniden kurulmuş olan “Seküler İslam İnisiyatifi”. Alman İslam Konferansı’ndaki panellerde de görüldüğü üzere kendi aralarında da tartışmalar yaşayan bu grupların konferansa katılımı konferans öncesinde oldukça tartışmalıydı. Alman İslam Konferansı’ndan birkaç hafta öncesine kadar bu grupların davet edilip edilmeyecekleri bile belli değildi. 

Bu grupların konferansa dâhil edilmesinin iki sebebi olduğu söylenebilir. Bunlardan ilki, Almanya’daki sağ kesimin üçüncü Alman İslam Konferansı’nda olduğu gibi sadece “derneklerle” görüşülmesine yönelik eleştirilerini önlemek olabilir. Görünüşe göre diğer bir sebep ise, İslami cemaatlerin karşısında başka aktörlerin istenmesidir. Bu grupların İslam dinî cemaatleriyle bir araya gelmesinin tartışmalara sebep olacağı kesindir. Bu açılış etkinliğinde de açık bir şekilde görülmüştür. Durum böyle olunca Federal İçişleri Bakanlığı sunuculuk yapan bir arabulucu konumunu almaktadır.

Görünüşe göre “liberal” ve “seküler” İslam temsilcilerinin yoğunlaştığı konuların içeriği yalnızca birkaç başlık ile sınırlıdır. İlk grubun temsilcileri şu ana kadar gerçekleştirdikleri konuşmalarda ve yazılı beyanlarda “eşcinsel Müslümanların” daha fazla kabul görmesi, aynı cinsiyetten kişilerin evlenmesi ve İslam’ın hakikat iddiasından vazgeçilmesi gibi konular dışında başka bir meseleyi ele almamıştır. Bu üç talep de Müslüman toplumda yankı bulmayacaktır. Aynı durum “seküler bir İslam” yapılanması için de geçerlidir ki bu durum sadece kelime anlamı bakımından bile bir paradoks teşkil etmektedir. Zira “seküler” kavramı “dinden bağımsız” anlamına gelmektedir. Seküler İslam İnisiyatifi de İslam etiketini kullanarak İslam tartışmasına katılma denemesinden başka bir şey değildir. Burada da söz konusu kişilerin gürültülü tiratlarından bir şey beklememek gerekir. Bu inisiyatifi takip edenler “dinsiz bir dinden” başka bir şey bulamayacaklardır.

Müslümanların Bakış Açısı

Müslüman olarak bakıldığında Alman İslam Konferansı iki açıdan aydınlatıcı olmuştur. İlk gözlem, konferans öncesinde ve esnasında dayatılan ifadelerin eleştirilmeden içselleştirilmesidir. Müslüman temsilciler ve diğer aktörler “iyi Alman Müslümanlar” oldukları konusunda birbirleriyle âdeta yarışmıştır. Bunu yaparak amaçlarının aksine, Müslüman gruplar arasındaki uçurumları daha da büyütmüş ve dışlama mekanizmalarını güçlendirmişlerdir. Haklı olarak eleştirilen “liberal” ve “seküler” etiketlerinin yanı sıra “Alman” etiketi de içerik olarak ne manaya geldiği üzerinde düşünülmeden kabul edilmiş ve benimsenmiştir. Esas itibarıyla göçmen kökenli Müslümanları hedef alan bu yeni etiket, her şeyi “Alman” kavramı altında topladığı için çok boyutlu kimlikleri olanaksız kılmaktadır. Peki, örneğin yaşamının merkezini Almanya’da gören Türk ve Alman kökenli bir Müslüman kendini neden yalnızca veya öncelikle “Alman” olarak görmelidir veya görmek zorundadır? Çoğulcu bir toplumda bu yalnızca mümkün değil, aynı zamanda normal de olmalıdır. Bu bakımdan konferansa eleştiriler de yöneltilmiştir ve bu konuda bir uzlaşmanın olmadığı kendini göstermiştir.

Yapılan ikinci gözlem ise, Müslümanların “daha fazla şey yapmak istedikleri” ancak bunun için yeterli finansman sağlanamadığının sık sık dile getirilmesidir. Bu konu açılış etkinliğinde İçişleri Bakanı ve Almanya Müslümanları Merkez Konseyi (ZMD) Başkanı arasında, 2019 yılında Almanya’da kaç imam yetiştirileceğine dair yapılan pazarlıkta da görülmüştür. Diğer dinî cemaatlere de verilen, mülteci yardımı veya manevi rehberlik gibi klasik sosyal hizmetlerde devlet teşviki yerinde ve çoğu zaman gerekli bir uygulamadır. Fakat bu konular, imamlık eğitiminden tamamen farklı bir meseledir. Özellikle devlet kendini “bağımsız” olarak tanımladığı için imamların yetiştirilmesi konusu herhangi bir şekilde devletin etkisi altına giremeyecek kadar önemli bir konudur. İmam eğitimi devlet etkisi riskinin çok büyük olduğu bir alandır. İnancın inananlara aktarılması gibi önemli bir konuya devlet karışmamalıdır. Ayrıca imamlık eğitimi zaten İslam Kültür Merkezleri Birliği (VIKZ) veya İslam Toplumu Millî Görüş (IGMG) gibi organizasyonlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Aynı zamanda DİTİB de 2006 yılından beri Almanya’da sosyalleşen genç Müslümanlardan Türkiye’de ilahiyat eğitimi almak ve eğitimlerini tamamladıktan sonra Almanya’da, örneğin imam olarak faaliyet göstermek isteyenlere destek vermektedir. 

Alman İslam Konferansı’nın dördüncü safhasına dair kısa bir değerlendirme yapacak olursak: Çeşitlilik, hoş bir bütün oluşturduğu sürece güzeldir. Tartışmak, yapıcı bir muhtevaya sahipse iyidir. Ancak şu ana kadar Alman İslam Konferansı diyalog ve empatiden çok, bazı grupların profil kazanmasına ve polemiğe sebep olmuştur. En azından açılış oturumunda durum böyleydi. Bunun sebebi hem “akıcı bir tartışma” olarak methedilen format hem de sayıları oldukça fazla olan ama ortak bir paydada buluşması neredeyse imkansız gibi görünen katılımcılardır. Alman İslam Konferansı’nın planlanan çalışma gruplarında yapıcı bir şeyin ortaya çıkıp çıkmayacağını ise zaman gösterecek. 

Ali Mete

Frankfurt’ta Din Bilimleri lisans eğitimini tamamlayan Ali Mete, İslam Toplumu Millî Görüş (IGMG) Genel Sekreteridir. Mete aynı zamanda PLURAL Yayınevinin müdürlüğünü ve Perspektif dergisinin genel yayın yönetmenliğini yapmaktadır.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler