Aliya İzzetbegoviç: Bilge Lider’in Çağrısını Hatırlamak
Aliya İzzetbegoviç, sadece bir siyaset adamı olmanın ötesinde, İslam düşüncesine önemli katkılarda bulunmuş bir entelektüel. Onun Müslümanlara onurlu bir varoluş için yaptığı çağrı hâlâ geçerliliğini koruyor.
19 Ekim 2003 tarihinde vefat eden Bosna-Hersek eski cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç (1925-2003), sadece bir siyaset adamı olmanın ötesinde, yirminci yüzyılın sonunda İslam düşüncesine önemli katkılarda bulunmuş bir entelektüeldir. Onun bilgeliğine bu yüzden dikkat çekilir. Bilgelik ile siyasetçiliğin bir arada bulunması hem bir ideal hem de siyaset felsefesinin önemli tartışmalarından birisini teşkil eder. Ancak tarih boyunca bilgelik ile yöneticiliği bir arada uyumlu bir şekilde başarabilen çok az örnek mevcuttur. Merhum Aliya İzzetbegoviç, bilge bir lider olmayı başarması ve bu konudaki nadir örneklerden biri olması dolayısıyla da oldukça önemlidir. Onu daha iyi anlamak için liderliğinin ve siyasetçiliğinin ardındaki entelektüel birikimi daima göz önünde bulundurmak gerekir.
Aliya’nın Mücadele Dolu Hayatı
Aliya İzzetbegoviç, yetmiş sekiz yıllık hayatının dokuz yıla yakın bir süresini farklı dönemlerde hapishanede, siyasette bulunduğu on yılın neredeyse yarısını savaş hâlindeki bir ülkenin cumhurbaşkanı olarak geçirdi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Bosna-Hersek’teki “Genç Müslümanlar” örgütündeki faaliyetleri dolayısıyla henüz gençlik çağında hapis cezasına çarptırıldı. 1970 yılında bütün Müslüman toplumlara İslam Rönesansı ve yeniden İslamlaşma çağrısı yaptığı, İslam Deklarasyonu adlı kitabının yayınlanmasından on üç yıl sonra, 1983’te Saraybosna Davasında elli sekiz yaşındayken Yugoslavya’nın bütünlüğüne kastetmek suçuyla hapis cezasına mahkûm edildi. Hapishanedeyken İslam düşüncesine yakın dönemin en önemli katkılarından birisi olarak kabul edilebilecek eseri Doğu ve Batı Arasında İslam, Amerika Birleşik Devletleri’nde yayınlandı. 1983’ten itibaren yaklaşık altı yıl hapishanede kalan Aliya İzzetbegoviç’in aktif siyasi hayatı, Yugoslavya’nın dağılmasından sonra arkadaşlarıyla Bosna-Hersek’te Demokratik Eylem Partisini kurması ve partinin genel başkanlığını üstlenmesiyle başladı. İzzetbegoviç yapılan ilk seçimden sonra Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı seçildi.
Hayatı boyunca bir insan meselesi olarak siyasete ilgi duyan ve siyaset üzerine özgün düşünceler üretmeye çalışan İzzetbegoviç’in aktif siyasetin içinde bulunması Sosyalist Yugoslavya’da mümkün olmadı. Siyasi hayatı boyunca ve üstelik Müslümanların savunmasız bir şekilde kendilerini içinde buldukları bir savaş sürecinde bile bilgeliğini reel siyasi şartlara kurban etmemesi, İzzetbegoviç’in hayatındaki en büyük başarılardan birisidir.
İslamlaşma ve İslam Rönesansı Düşüncesi
Aliya İzzetbegoviç, İslam Deklarasyonu ve Doğu ve Batı Arasında İslam adlı eserlerinde İslam’ı temel alan bir bakış açısıyla Müslüman toplumları ilgilendiren pek çok mesele üzerinde durmuştur. Özellikle Müslüman toplumlarda yaşanan modernleşme tecrübelerinin muhasebesini yaptığı eserleriyle, kendisinden önceki İslamcı geleneğe ve birikime özgün katkılarda bulunur. Farklı dönemlerde Muhammed Abduh, Cemaleddin Efgani, Muhammed İkbal, Said Halim Paşa, Mehmet Akif, Malik bin Nebi, Nurettin Topçu, Fazlur Rahman, Seyyid Kutub, Ali Şeriati ve Sezai Karakoç gibi pek çok düşünürün tartıştıkları meselelere dâhil olur. İzzetbegoviç’i yakın dönem Müslüman düşünürlerinden ayıran en önemli farklardan birisi, onun Batı’nın içinden konuşan bir Müslüman düşünür olmasıdır. Bu yüzden, modernleşme ve Batı medeniyeti karşısında Müslüman toplumların durumunu ve İslamlaşmanın imkânlarını sorguladığı çalışmaları, ayrıca önemsenmesi gereken eserlerdir.
İlk İslamcı neslin tartıştığı en önemli meseleleri temsil eden “İslam terakkiye mâni midir; Müslümanların geri kalmasının kaynağı İslam mıdır?” gibi sorulara içinde yaşadığı dönemden ve tarihsel tecrübeden hareketle cevaplar arayan Aliya İzzetbegoviç, Müslüman toplumların meselelerine İslam dışında bir çözüm alternatifi görmez. O, Müslüman toplumların Batı medeniyetiyle kurdukları sakat ve taklitçi ilişkinin yanında İslam ile aralarında ciddi bir mesafenin oluşmasına da dikkat çeker. Müslüman toplumların çoğu, geleneksel olarak zamanla oluşmuş dinî otoritelere itaat kültürü üzerinden işleyen ve hayat üretemeyen bir Müslümanlık anlayışıyla, İslam’ı öteleyen kör ve taklitçi bir Batıcı anlayışın ikilemini taşımaya devam ederler. İlk dönem İslamcılarının “İslam terakkiye mâni midir?” sorusuna “evet” cevabını veren pozitivist ve Batıcı kadrolar, Birinci Dünya Savaşından sonra pek çok İslam memleketinde, devlet yönetiminde, bürokraside ve diğer kurumlarda yetki sahibi konumlara gelirler. Üstelik ilerleme adına birçok ülkede İslam, eğitim, kültür ve hatta gündelik hayat alanında ya ötelenir ya da yeniden yorumlanır. Müslüman ülkelerdeki İslam’a yabancılaşmış kadroların bütün bu İslam’ı öteleme gayretlerine ve siyasetlerine rağmen bu ülkelerde ilerleme sağlanamadığı gibi, toplumda daha büyük sosyal ve kültürel meseleler meydana gelir.
Genel olarak yirminci yüzyıl boyunca Müslüman ülkeler, Batı güdümündeki sömürge ülkeler şeklinde varlıklarını sürdürmeye devam ederler. Yönetici kadrolar ve pek çok Batıcı aydın tarafından İslam’ın ötelenmesi yönünde izlenen siyaset, bu ülkelerde gerçek İslam’ın peşinde olmayan geleneksel ve tutucu Müslümanlığın daha da güçlenmesine sebep olur. Aliya İzzetbegoviç, İslam Deklarasyonu’nda tarihsel tecrübenin bütün Müslüman toplumların yeniden İslamlaşma dışında bir alternatifleri olmadığını gösterdiğini ilan eder ve bütün dünyadaki Müslümanlara topyekûn İslamlaşma çağrısında bulunur. Çünkü taklitçi Batıcılık ile şuursuz ve tutucu dindarlık, karşılıklı olarak İslam’a yabancılaşmayı üretmiş ve sürdürmüştür. Ona göre başarılması gereken rönesansın amacı, sözde ve şekilde Müslüman toplumlardan imanda, şuurda ve ahlakta Müslüman toplumlara geçiştir.
Müslüman Toplumlarda Özgürlük ve Ahlak Meselesi
Aliya İzzeteboviç, bir toplumda İslam’ın hem Müslümanlar hem de Müslüman olmayanlar için onurlu ve şerefli bir hayatın imkânı ve garantisi olması gerektiğini savunur. Tebaa yetiştirme anlayışına; üstelik bu anlayışın bizzat Müslümanlar dolayısıyla yaşatılmasına karşı çıkar, kul olmayı Allah’a şuurlu bir şekilde sunulan ve özgürlüğü mümkün kılan bir teslimiyet hareketi olarak tanımlar. İslam tarihinin erken kabul edilebilecek dönemlerinden itibaren İslam ile Müslümanlar arasında oluşmaya ve açılmaya başlayan mesafe, özgürlük ve ahlak gibi İslam’ın en önemli iki amacından da sapılmasına sebep olmuştur. İzzetbegoviç’in insan felsefesinin temelinde insan ile Allah arasındaki ontolojik ilişki ve sözleşme yatar. Bu sözleşme, insanın özgürlüğü ve sorumluluğu dolayısıyla ahlaklı bir hayatı yaşaması üzerine yapılmıştır ve garantisi Allah’tır. Böylece ona göre insan varlığı ancak etik alanda anlam kazanmakta ve Allah’a inancın olmadığı bir dünyada bütün anlamını kaybetmektedir.
Genel olarak Müslüman toplumlarda özgürlük ve ahlak arasındaki ilişki, sorumluluk üzerine inşa edilmez. Bugün kendi toplumumuz da dâhil olmak üzere, hemen her Müslüman toplumda karşılaşılan din ya da dünya adına otoritelere sahip olmuş kişilere kayıtsız şartsız itaat etmek ve sorgulanmayan mutlak yorumlara sahip olmak gibi sapmaların temelinde özgürlüğün yitirilmesi bulunur. Allah dışındaki otoritelere kul ve köle olmak, Allah’a karşı sorumluluk şuurunun kaybedilmesinin zorunlu bir sonucudur. Aliya İzzetbegoviç düşüncesinde özgürlüğün kaybedilmesi, sorumluluğun ve ahlakın da kaybedilmesi demektir ki bu durum, Müslüman toplumların İslami açıdan yaşadıkları en büyük yabancılaşma sürecidir.
İnsan özgürlüğünü ve ahlaklı hayatı hedefleyen İslam, sadece maneviyat vurgusuna sahip bir din değildir. İzzetbegoviç, İslam’ı “religion” olma anlamında dinin ötesinde kabul eder. Bu dünyanın daha kötü bir yer olmasına izin vermemek, zulme karşı hakkı ve adaleti ayakta tutmaya çalışmak, iyiliği yaymak ve bu amaçlar için mücadele etmek, İslam’ı “Tanrı’nın hakkının Tanrı’ya, Sezar’ın hakkının da Sezar’a” bırakıldığı bir anlayışın ve pratiğin ötesine taşır. Böylece özgürlük ve ahlak, İslam iman ve pratiğinin hem kaynakları hem de hedefleridir.
Özgür Kalabilmenin Onurlu Mücadelesi
Aliya İzzetbegoviç’in idealize ettiği İslam anlayışıyla Müslüman toplumların mevcut durumları arasındaki mesafe hâlâ varlığını sürdürmektedir. Onun hapishane ve savaş yıllarındaki mücadelesi, İslam anlayışıyla birlikte düşünüldüğünde daha da büyük bir anlam kazanır. Bu mücadele, özgürlük için verilmiş ahlaklı bir mücadele olduğu için değerlidir. O, Bosna Savaşı’nda Sırpların saldırılarına karşı verilen mücadelede, Müslümanlar olarak savaşı ahlaklı olarak sürdürmenin kaygısını taşımıştır. Kadınları, yaşlıları ve çocukları öldürmemek, kiliseleri, hastaneleri ve kütüphaneleri bombalamamak sayesinde düşmanlarıyla aralarındaki asıl farkı ortaya koyacaklarını ve bu yüzden savaşı kazanacaklarını daima söylemiştir.
İzzetbegoviç, İslam konusundaki fikirleri dolayısıyla Batı’nın kendisini affetmediğini; özellikle de Bosna Savaşı ve Dayton Barış Antlaşması sürecinde bunu net bir şekilde fark ettiğini belirtir. Savaş sırasında Bosnalı Müslümanlara uygulanan soykırım, Batılı devletler ve uluslararası kuruluşlar tarafından görmezden gelinir. Üstelik bazı Batılılar tarafından Aliya İzzetbegoviç, yeni dünya düzeni söylemlerine uygun bir şekilde radikal ve fundamentalist birisi olarak damgalanır ve olumsuz propagandaya maruz bırakılır. Hâlbuki o, hayatının hiçbir döneminde ezberlerin, sloganların ya da sorgulanmayan mutlak yorumların insanı olmadığı gibi Batı medeniyetiyle kurduğu ilişkide de adaletli olmaya gayret göstermiştir. Bütün bu olumsuz propagandalara rağmen Bosna Savaşı’ndaki mücadelesi dolayısıyla farklı kesimlerden ve görüşlerden pek çok insanın saygısını kazanmayı başarır.
Vefatından üç yıl önce cumhurbaşkanlığından ve Demokratik Eylem Partisi Genel Başkanlığından istifa eden Aliya İzzetbegoviç, siyasetten çekilmesinin nedenlerinden birinin cumhurbaşkanı olarak ölmek istememesi olduğunu açıklar ve vefatına kadar geçen sürede mütevazı bir apartman dairesinde yaşamayı seçer. Onun İslam toplumlarına yaptığı İslamlaşma çağrısı, kendi hayat pratiğiyle tutarlı olması dolayısıyla önemli ve değerlidir. Çünkü kendi hayatında zulme karşı verdiği mücadele, aynı zamanda Müslümanca duruşun, özgür ve ahlaklı olabilmenin mücadelesidir. İslam adına en çirkin zulümlerin yapıldığı böyle bir dönemde Müslümanlara onurlu bir varoluş için yaptığı çağrı hâlâ geçerliliğini korur. Müslümanların tarihte sorumluluk üstlenmeleri ve yeniden tarihin yapıcı aktörleri olmaları gerekmektedir. Bu atılım sadece Müslüman toplumların kendi yaşadıkları krizi değil, insanlığın yaşadığı büyük krizi aşmak için de gereklidir. Çünkü Aliya İzzetbegoviç’e göre İslami olan, aynı zamanda ahlaki ve insani olandır ve İslam tarihinin parlak dönemleri aynı zamanda insani ve ahlaki yükseliş dönemleridir. Kendisini rahmetle anıyoruz.