Dr. Çiğdem Bozdağ: “Diaspora Medyası Var Olmaya Devam Edecek”
Bremen Üniversitesinde araştırma görevlisi olan Dr. Çiğdem Bozdağ, “diaspora medyası” alanındaki çalışmalarıyla biliniyor. Bozdağ ile diaspora medyasının fonksiyonları ve geleceğini konuştuk.
“Diaspora medyası” kavramı ne anlama geliyor? Bu kavram yerine benzer bir terim olarak “etnik medya” kavramı da kullanılabilir mi, yoksa ikisi çok farklı şeyler mi?
İki kavramın da kesiştiği çok nokta var. Her iki kavram da, yaşadıkları toplumlar içinde çoğunluğu oluşturmayan insanların etnik olarak oluşturduğu medya kuruluşlarını tanımlıyor. Fakat her iki ifade arasında terimsel olarak fark da var. “Etnik medya” dediğimizde genelde azınlıkların, özellikle de bir ülke içinde eskiden beri yaşayan azınlıkların kurduğu medya kuruluşları kastediliyor. Bu kavramla genellikle ulusal bir çerçeve içindeki medya kuruluşlarından bahsediliyor. Diaspora ise daha çok ulus ötesi ve göçle oluşmuş topluluklara işaret eden bir kavram. Yani sadece o ülkede eskiden beri yaşayan azınlıklar değil, göç yoluyla birden fazla ülkeye yayılmış bir grup insanın oluşturduğu topluluk kastediliyor “diaspora” kavramı ile. Örneğin Türk diasporasından bahsettiğimizde sadece Almanya’da yaşayan Türklerden bahsetmiyoruz, farklı ülkelere zaman içinde göç etmiş Türklerden de bahsetmiş oluyoruz.
Özetle “diaspora medyası” kavramı dünyanın pek çok farklı ülkesine yayılmış, ulus ötesi bir topluluğun medyasına işaret ediyor. “Etnik medya” ise daha çok belli bir ülkenin sınırları içinde etnik olarak azınlık olan grupların oluşturdukları medya, şeklinde bir ayrım yapabiliriz.
Güçlendirme Aracı Olarak Diaspora Medyası
Peki bu ve benzeri terimlere yönelik ne gibi eleştiriler var?
“Diaspora medyası, etnik medya” gibi oluşumların ayrımcı bir yaklaşım izlediği, içinde yaşadıkları toplumdan bağımsız, paralel bir toplum oluşturduğu gibi eleştiriler var. Bu eleştiri, bu oluşumları daha ulusçu bir yaklaşım üzerinden okuyan insanlardan geliyor. Elbette diaspora medyası veya etnik medya içinde kendini ayıran, segregasyona varan bir dil benimseyen yapılar var, ama geneline baktığımız zaman genellikle bu medya kuruluşlarında çalışan, bunları üreten insanların aslında aktif olarak bir yandan da topluma katkı sağladığını görüyoruz. Hem kendi seslerini bulabilmek, bunu duyurabilmek; hem de aslında topluma sivil olarak katılabilmek adına bir araç oluyor bu etnik medya kuruluşları. Kendi dillerinde yayın yaparken, diğer yayınlara da etki ediyor ve buralarda sıkı bağlar oluşturuyorlar. Böylece tamamen toplumdan kopmuyorlar. O yüzden bu “paralel toplum” ithamlarını eleştirmek gerektiğini düşünüyorum.
Sizin göçmenler ve medya alanında, özellikle de diaspora medyası alanında birçok çalışmanız var. Bu medya türünün potansiyeli ve fonksiyonu hakkında neler söylersiniz?
Bu medya türleri, ana akım medya içinde çok fazla yeri bulunmayan toplulukların medyası hâline geliyor. O açıdan önemli fonksiyonlarından bir tanesi “topluluklaşma” sürecine katkı sağlaması. Etnik medya ve/veya diaspora medyası, bir yerden bir yere göç etmiş insanların birbirini bulmasına, kendi problemleriyle yüzleşmesine, bunları kendi grubu içinde ve diğer gruplara duyurabilmesine katkı sağlıyor. Bu anlamda bu gruplar içindeki bağlantıları güçlendiriyor, bu grup mensuplarının güçlenmesini sağlıyorlar. Toplumun geneline kendi seslerini duyurabilmek anlamında “empowerment” dediğimiz şey biraz da burada gerçekleşiyor. Zira bir medya içinde aktif olarak çalıştığınızda ister istemez kendinize dönüp bir değerlendirmede bulunuyorsunuz. Kendi problemlerinizle yüzleşip bunları ifade edebilmenin yöntemlerini arıyorsunuz ve buluyorsunuz. Bu sizin açınızdan bir güçlendirme aracı hâline geliyor.
Bunun yanında sadece bu medyaları üreten veya kullanan insanlar değil, aslında onların ilişki içinde olduğu insanlar da bu süreçten etkileniyor. Çünkü onların orada ürettiği söylemler toplumun diğer kesimlerine de yayılmaya başlıyor. Son olarak da etnik medya veya diaspora medyası, ana akım medya içinde yer bulmayan haber ve konuları tartışmak için de önemli bir alan açıyor. Bu yönüyle alternatif medya ile kesişen bir tarafı var bu medya kurumlarının.
Topluluklaşma ve Medyanın Dijitalleşmesi
Biraz önce bahsettiğiniz “topluluklaşma” sürecini biraz daha açar mısınız?
Topluluklaşma süreci, Almanca “Vergemeinschaftung” denilen şey, aslında bir grup insanın kendini “biz” olarak, bir grup olarak tanımlaması ve bunun çevresinde kendi adına ürettiği anlatılar olarak özetlenebilir. Bunlar çok basit gündelik hayatla ilgili şeyler de olabilir. “Biz Türkler şöyle kahvaltı ederiz, böyle yaparız”dan tutun da toplumsal değerlere dair şeyler de var. “Bizim kendi topluluğumuz”u algılamamız, kendimizi oraya ait hissetmemiz için oluşan anlatıların ortaya çıkmasında ve yayılmasında medya ciddi bir rol oynuyor. Elbette gündelik hayatımızda da biz kendimize dair bir şeyler söylüyoruz, kendimizi “biz” olarak ifade ediyoruz veya başkalarından ayrı olarak görüyoruz ama medyanın rolü daha merkezî. Medya hem bu söylemleri kurumsallaştırıyor, hem de bir yandan daha fazla insana yayılmasını sağlıyor. O yüzden kimlik oluşumunda da önemli bir rol oynuyor. Hele ki diaspora gibi tek bir yerde toplanmamış, pek çok yere dağılmış insan gruplarından bahsettiğimizde medyanın önemi daha da artıyor çünkü bu insanların yerel bir mekânda buluşma şansı yok. Ancak böyle medya araçları üzerinden birbirileriyle iletişim hâlinde olabiliyorlar.
Dijitalleşmeyle birlikte diaspora medyasında ne gibi değişiklikler veya gelişmeler yaşandı?
Burada önemli şeylerden biri medya ve içerik üretiminin çok daha kolaylaşmış ve masrafsız hâle gelmiş olması. Radyo ve basılı gazeteyle kıyasladığımız zaman herhangi biri bir blog veya Facebook sayfası açarak çok sayıda insana sesini ulaştırabiliyor. Bu platformlar, bir basılı diaspora veya etnik gazetenin oynadığı rolü oynayabiliyor. Bu durum neyi beraberinde getiriyor? Öncelikle artık çok daha fazla sayıda insan bu medya kuruluşlarına katkı sağlayabiliyor. Böylece bu gruplar içindeki farklı seslerin de duyulması sağlanıyor. Örneğin Almanya’daki Türkler, ülkeye geliş sebepleri, politik görüşleri ya da dinî varoluşları itibariyle oldukça heterojen bir grup. Bu grup içinde eskiden o kaynaklara sahip olup da medya üretebilen insanların sayısı sınırlıyken bugün çok daha farklı sesler, belki azınlığın içinde azınlık olan insanlar dahi sesini duyurabiliyor ve kendisiyle benzer düşünen, benzer yerde duran insanlarla tanışma imkânına kavuşuyor. O yüzden dijitalleşmenin bir yandan diaspora medyası alanında bir çeşitlenme yarattığını söyleyebiliriz.
Öte yandan ortak ses oluşturan mecraların zayıfladığını söyleyebiliriz çünkü burada rekabet artıyor. Çok daha fazla sayıda sayfa, çevrimiçi gazete veya dergi var. Burada insanların dikkatini çeken merkezî bir mecra olma şansınız daha düşük. O yüzden de eskiden rol oynayan Hürriyet Avrupa veya Radyo Metropol gibi daha merkezi oluşumların etkisinin azaldığını söyleyebiliriz.
Kitabınızda hibrit yapılardan bahsediyorsunuz. Bu tanımı biraz açabilir misiniz?
Hibrit, farklı kültürlerin harmanlamasıyla oluşmuş kimlikleri tanımlıyor. Saf bir etnik kimlik yok. Türkiye’de yaşayan insanlarda bu çeşitliliği görebiliyoruz. Kürtler, Lazlar, Türkler var. Bu çeşitlilik göç yoluyla bir yere gittiği zaman insanlar çok yoğun bir şekilde başka bir kültürle daha haşır neşir oluyor. Bu karşılaşmanın sonucunda belli yaşam ve düşünce biçimlerini hayatları içinde harmanlıyorlar. Bunu özellikle Almanya’da kendisini “Deutsch-Türke”, yani “Alman Türk” olarak tanımlayan genç nesillerde görebiliriz. “Ne sadece Türk’üm, ne sadece Alman’ım. Ben her ikisiyim.” diyen insan sayısı oldukça fazla. Hibritleşme biraz bu demek. Bu hibrit kültürler kendi içinde bir ortaklık yaratıyor. Topluluklaşma da o ortaklığı fark edip onun üzerinden kendine bir kimlik oluşturarak gerçekleşiyor.
Köken Yönelimli, Etnik Yönelimli ve Dünyaya Yönelimli Gruplar
Kitabınızda diaspora medya kullanıcıları arasında “etnik yönelim, köken yönelimi ve dünyaya yönelim” şeklinde bir ayrım yapıyorsunuz. Bundan biraz bahseder misiniz?
Bu bizim Andreas Hepp ve Laura Suna ile birlikte yaptığımız bir araştırmadan yola çıkarak oluşturduğumuz bir tipolojiydi. O araştırmada Rusya, Fas ve Türkiye’den gelen göçmenlerle, onların çocuklarıyla, yani birinci, ikinci ve üçüncü nesildeki insanlarla görüştük. Bu görüşmeler sonunda bu üç grupta da birbirinden bağımsız olarak üç temel kimlik tanımıyla karşılaştık. Bu medya kullanımına da etki ediyordu. Ağırlıklı olarak birinci neslin içinde bulunduğu birinci grup, tahmin edebileceğiniz üzere “köken yönelimi” (Alm. “herkunftsorientiert”) dediğimiz özelliklere sahipti. Bunlar kendini hâlâ geldiği ülke ile özdeşleştiren ve çok yoğun bir şekilde oranın medya araçlarını kullanan insanlardı.
“Etnik yönelimli” (Alm. “ethnoorientiert”) dediğimiz grupsa daha yoğun bir şekilde hibrit kimliklerden beslenen insanlardı. Bu kimseler demin bahsettiğim şekilde “Ne Alman’ım ne Türk’üm” veya “Hem Alman’ım hem Türk’üm” diyorlardı. Yine aynı şekilde medya kullanımında mesela “Eğlenmek için Türkiye’den dizileri izliyorum ama yoğun olarak Almanya’daki haberleri takip ediyorum” diyen insanlardı bunlar. Bu kimseler iki ülkenin medya araçlarını da bir araya getiriyordu.
“Dünyaya yönelimli” (Alm. “weltorientiert”) dediğimiz üçüncü grup ise biraz daha azınlık olan bir grup. Hem Rus diasporası, hem de Türk ve Fas diasporası içinde bu gruptan insanlar var. Bu yavaş yavaş, özellikle gençler arasında ortaya çıkan bir eğilim. Kendini “dünya vatandaşı” olarak tanımlayan, “Ben kendimi bir ulusla özdeşleştirmiyorum. Kozmopolit bir bakışla kendimi dünya vatandaşı olarak görüyorum.” diyen ve yoğun olarak CNN, BBC gibi uluslararası medya kuruluşlarını takip eden insanlardı bunlar. Bunların medya kullanımı da çok katmanlı idi. Bu, hem kimlikleri hem de medya kullanımını bir arada düşünerek oluşturduğumuz bir tipolojiydi.
Azınlıkların Alman çoğunluk medyasında her zaman yer bulamadığından bahsediyorsunuz. Alman çoğunluk medyasının azınlıklara yönelik tutumu ve haber sunum şekli etnik medya ve diaspora medyasının gelişimi üzerinde sizce ne tür bir etkiye sahip?
Mutlaka önemli bir etkiye sahip, çünkü aslında bu medya kuruluşları ana akımda yer bulamayan konuları dile getirebilmek amacıyla da kuruluyor. Bir yandan dil faktörü var, bu kurumlar anadilde veya ikinci dillerinde yayın yapabilmek de istiyorlar. Genel olarak Alman medyasının göçmenlere, göç konusuna, mültecilere yaklaşımıyla ilgili araştırmalara baktığımızda gerçekten bu konuların hem çok fazla yer bulmadığını, yer bulduğunda da daha ziyade negatif bir tonla yer bulduğunu görüyoruz. Göçmenlerin ve göç kökenlilerin sesinin duyurulmadığını, daha çok politikacıların veya uzmanların onlar adına konuştuğunu görüyoruz. Tabii burada değişen bir söylem de var, bunu söylemek gerek. Medya kuruluşları daha kapsayıcı olmak yönünde politikalar da geliştiriyor veya kamu kuruluşlarının bu yönde çabaları var. “Hiçbir şey değişmedi” diyemeyiz, ama yine de hâlâ yeterli düzeyde değil ve tabii ki bunun yarattığı tepkinin de diaspora medyasının ortaya çıkmasında bir etkisi oluyor. Toplumun geneline hitap etmeyen bazı konuları işleyebilmek adına daha küçük ve alternatif medya kuruluşların var olması her zaman normal bir şey olacak.
“Belli Konulara Görünürlük Kazandırmak Anlamında Bu Kurumlar Çok Önemli”
Okuyucular bazında düşünüldüğünde Almanya’da ya da daha geniş olarak Avrupa’da diaspora medyası, hedef alınan okuyucu kitlesinde yeterince yankı buluyor mu sizce?
Okuyucu ve takipçi sayısı olarak çok yoğun bir kitleden bahsedemeyiz. Ana akım medya kuruluşlarıyla karşılaştırdığımızda ilgi oldukça düşük. Diaspora medyası, ulaştığı kişi sayısı anlamında çok güçlü olmasa da, belli konuları gündeme getirme anlamında bir gücü var ve belli konulara görünürlük kazandırmak anlamında bu kurumlar çok önemli. Sadece bu medyayı takip eden insanlarda değil, bunların dışındaki insanları da etkileme potansiyeline sahipler.
Peki Avrupa’da diaspora medyasının geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Göç hareketlerinin artması ve gelen grupların çeşitlenmesiyle birlikte diğer Avrupa ülkelerinde de tek ve büyük bir göçmen topluluktan bahsedemiyoruz. Daha ziyade farklı ülkelerden gelen insanların oluşturduğu çok çeşitli ve katmanlı toplumlar var. Buradaki ilginç gelişmelerden biri de bu farklı gruplardan insanların bir araya gelip medya kuruluşları oluşturması. Yani tek bir etnik grubun medyası değil de, göçmenlerin veya mültecilerin ortak sesini duyuran medya kuruluşlarının oluşması ilginç bir gelişme olabilir. Ben bunun giderek artan bir eğilim olduğunu gözlemliyorum.
İkincisi de dijitalleşmenin getirdiği değişim ve dönüşümlerin devam edeceği öngörüsü. Klasik anlamda büyük etnik medya kuruluşları yerine daha heterojen ve daha fazla sosyal medya sayfasının ve grupların oluşacağını tahmin ediyorum. Bu bir yanda dediğim gibi büyük kuruluşların gücünü azaltırken, öte yandan da buradaki çeşitli seslerin duyulmasına imkân sağlayabilir.