ABD-İsrail ve Ayşenur Ezgi Eygi Üçgeninde Zulmün Göreceliliği
Ayşenur Ezgi Eygi işgal altındaki Batı Şeria’da düzenlenen bir gösteride 6 Eylül'de bir zeytin ağacının altında, ırkçılığa karşı, yerleşimci İsrail rejiminin bir keskin nişancısı tarafından başından vurularak öldürüldü. Merhum Ayşenur işgale karşı aktivizmi ile reel politikanın acı gerçekleriyle bizi yüzleştiren sistemleşmiş bir durumu özetliyor gibi görünsede bunun ötesinde onun kaybı, aslında duyguların Filistin davasındaki önemini de gösteriyor.
Ayşenur Ezgi Eygi (1998-2024), Washington Üniversitesinden üzerindeki kefiyesi ve Filistin bayrağı ile, soykırıma karşı duruşunu kuşanarak mezun oldu. Uluslararası Dayanışma Hareketi ile Filistinli çiftçilerin düzenlediği bir protestoda, Filistinli olmama “imtiyazını” kullanarak Batı Şeria’daki Filistinlileri şiddetten korumaya çalışırken kendisinin de şiddetten korunmuş olacağını umuyordu. Bir zeytin ağacının altında, Filistin topraklarını hukuksuzca işgal eden İsrail rejiminin bir keskin nişancısı tarafından başından vurularak öldürüldü.
ABD’ye Göre “Vatandaşı” Ayşenur Bir “Hata” Sonucunda Öldü
Ayşenur’un katlinin vatandaşı olduğu Amerika Birleşik Devletleri (ABD) tarafından başta yok sayılması, daha sonra da görgü tanıklarının varlığına rağmen muğlak veya gerçeği inkar eden bir tutumla Gazze soykırımı ve Batı Şeria işgali bağlamından koparılması tarihin tekerrürünü gözler önüne serdi. Amerika ve İsrail’in kendilerinin de içinde yer aldığı bir konfor kalesi inşa ettikleri “terörle mücadele” söyleminin işgale karşı çıkan her ses için nasıl da bir olağan şüpheli kılıfı yarattığını bu cinayetin ardından bir kez daha izledik. Ayşenur’un öldürülmesinden günler sonra konuşan ABD Başkanı Biden’a göre Ayşenur “trajik bir hatanın sonucu” olarak yaşamını yitirmişti. Bu “hata” da Biden’a göre mutlaka soruşturulmalıydı.
Ayşenur’u vuran ve hâlihazırda Gazze’de uluslararası makamlarca yargılanması gereken insanlık suçlarını sürdüren İsrail ordusu, bu sözde soruşturmadan sorumlu ilan edildi. İsrail ordusu (IDF) Ayşenur’un “çok yüksek ihtimalle kasti olmayan ve dolaylı bir şekilde vurulduğunu öne sürdü. Ayşenur’un öldürülmesi bir soruşturma talep ettikleri beyanıyla zar zor kınanırken, Hamas’ın Gazze’ye kaçırdığı sonradan ölü bulunan esirler arasında yer alan IDF askeri Hersh Goldberg-Polin hayatının büyük kısmını İsrail’de geçirmiş olmasına rağmen “Amerikalı kahraman” ilan edildi ve nasıl öldürüldüğüyle ilgili herhangi bir soruşturmaya ihtiyaç duyulmadı.
IDF açıklamasında silahın “Ayşenur’u değil, isyanı başlatan kişiyi hedef aldığını” iddia etti. Ayşenur’un yanındaki diğer aktivistin gerçek mermilerle hedef alınmasının sivil ve barışçıl bir protesto eyleminde nasıl “daha meşru” veya “daha az trajik” kabul edilebileceği sorusu ise hiç tartışılmadı. Bu durum, İsrail’in yerleşimci işgal sistemini sürdürmek konusunda ihtiyacı olan tüm hukuksuzluklar için uluslararası fonların yanı sıra nasıl bir “müsade”ye sahip olduğunu da tekrar gözler önüne serdi. Bu mantığa göre Filistinliler “zaten” ölüyordu. Bir seneye yakın süredir görmeye alıştığımız ıstırap içindeki bedenler dünya kamuoyunda artık katastrofik bir norm hâline gelmiş durumdaydı. İsrail karşısındaki her duruş ise İngilizceye, Fransızcaya ya da Almancaya çevrildiğinde hep biraz şüpheli ve parantezli bir muamele ile karşılaşıyordu.
Cinayete Gelen Tepki Gecikmiş miydi?
Ayşenur’un Türk asıllı olmasının belki de pasaportunun diğer yarısından görmeyi beklediğimiz tepkiyi geciktirdiği öne sürülebilir. Peki bu gerçekten de doğru mu? 2003 yılında yine canice öldürülen Rachel Corrie, işgal edilmiş topraklarda “makbul Amerikalı” olma şartının etnik, ırksal ve vatandaşlık bağlamından ziyade İsrail’in yerleşimci sömürgeciliğiyle iş birliği hâlinde olmak anlamına geldiğini göstermişti.
ABD Florida Eyaleti Temsilcisi Randy Fine (Cumhuriyetçi Parti), Ayşenur’un “Müslüman terörist” olduğunu söyleyerek öldürülmesini kutlarken onun “taş atan yerli halk”a katıldığını iddia etti. Öne sürdüğü bu iddianın yanlış olmasını bir kenara bırakalım ve şu soruyu soralım: Stratejik konumlanmış keskin nişancılarla taşların denk tutulması hangi evrende anlamlı ve meşrudur? Filistin topraklarında gerçekleşen soykırım, omuzlarımıza felç edici sorumlulukların yanı sıra bunun gibi başka soruları da yüklüyor: Taş atan çocuklar imajı, Siyonistler için bu derece tehdit edici iken Ayşenur gibi uluslararası gözlemcilerin şahitlikleri bize işgale karşı aktivizmin potansiyelleri konusunda neler anlatıyor? Biz Ayşenur’un hatırasıyla ne yapmalıyız? Bu hatırayla ne yapacağız? İsrail ve Amerika üst yönetimlerinin açıklamalarını, aralarında alışageldiğimiz bir “quad pro quo” ilişkisi ve halkın beğenisine sunulmuş semantik bir tiyatronun ötesinde görmemiz mümkün mü?
İşgalin Duygulanım Politikası
İsrail Hükûmeti Sözcüsü David Mencer, Ayşenur’un öldürülmesinin ardından “çok üzüntü duyduğunu” ve Ayşenur’un öldürülmesinin “korkunç bir hata” olduğunu söyledi. Amerika vatandaşı olmayan aktivistlerin can güvenliğinin İsrail tarafından Amerika vatandaşlarına kıyasla aynı duygularla karşılanmadığını, 2010 yılında Mavi Marmara’da öldürülen 10 sivili anarak da, ölen Filistinlilerin gerçeğinin; yerin altından, üstünden ve havadan yürütülen topraksızlaştırma ve kıyımın bilgisinin görmezden gelinmesini inceleyerek de anlamak mümkün. İsrail’in barışçıl uluslararası gözlemcilere karşı zaman zaman vuku bulan bu “hata”ları duygusal bir dille savuşturabilmesi, şüphesiz İsrail’in diplomatik başarısından ziyade Amerikan bürokrasisinin ve ana akım medyasının İsrail’in söylem ve eylemlerini hukukun üstünde tutan yaklaşımını -bir kez daha- gösteriyor.
Merhum Ayşenur’un aktivizmi ile İsrail ve ABD hükûmeti arasındaki üçgen, duyguların arka planda durduğu, reel politikanın acı gerçekleriyle bizi yüzleştiren sistemleşmiş bir durumu özetliyor gibi görünüyor. Fakat bunun ötesinde Ayşenur’un kaybı, aslında duyguların Filistin davasındaki önemini de gösteriyor. Duygulanım genelde patriyarkanın ve/ya erk sahiplerinin küçümsediği, ancak IDF örneğinde görüldüğü gibi varolan güç dinamiklerini korumada ve kitleleri harekete geçirmede kullanılan, analiz açısından ele avuca sığmaz bir alan. İsrail devletinin Filistin topraklarında Arendt’in tabiriyle “sıradanlaşmış kötülük” olarak tanımlayabileceğimiz uygulamaları, Ayşenur’a, onun temsil ettiklerine ve en çok da Filistin halkına yapılan adaletsizliği görenlere kendilerini küçük ve çaresiz hissettirerek yıldırma potansiyeline sahip. Öte yandan belki de kendimize şunu sormalıyız: Bir IDF askerini çatışmasız bir ortamda Ayşenur’u tehdit olarak görmeye iten şey, salt Siyonizm ideolojisi midir? Yoksa Ayşenur ve arkadaşlarına, “Gazze’de olanlar karşısında bir şeyler yapmalıyız” dedirten ve onları harekete geçiren duyguların varlığı mıdır?
Kendi kamuoyuna defaatle amacının etnik temizlik olduğunu duyuran ama İngilizce spot ışıklarının altında “sivil öldürmeyen ahlaklı bir ordu” imajı çizme konusunda karikatürize bir ısrarı olan İsrail güçleri için belki Ayşenur’un duyguları değil, ABD’deki falanca politikacıyı fonlandıran kurum veya yatırımcıların duyguları daha önemliydi. Oysa Ayşenur’un Baita köyündeki varlığı, cesaretsiz ve isteksiz bir ABD Başkanı’nı, onun sözcüsünü ve IDF temsilcisini esef ve elem üzerine eğreti cümleler kurmaya mecbur bıraktı. Onların samimiyetsizliği, Filistin’in Baita köyünde, canı bu dünyadaki her canlının canı kadar kıymetli olan ama bu gerçek görmezden gelinerek öldürülen Filistinlilerin mücadelesini hatırlattı.
Ayşenur’un Yasını Tutmanın Önemi ve Anlamı
Ayşenur Ezgi Eygi Nablus’a bir aktivist olarak değil, bir turist olarak gitmeliydi. Zeytin ağacını kendine siper almak zorunda kalmamalı, belki bir hediyelik eşya dükkanından zeytinyağlı sabun alarak ailesine geri dönmeliydi.
Filistin topraklarındaki işgalin etrafında uyanan tüm duygular, ismi aklımıza kazınan ve çokluğun yokluğuna karışan tüm kayıplarla aslında bizi, -Filistin’in içinde ve dışında- işgalin duygulanım politikasını daha iyi anlamaya çağırıyor. Eylemler, boykotlar ve Ayşenur gibi siper olmaklar, yerleşimci yerinden etme politikalarını uygulayan ve destekleyenleri utandırmanın, sömürgeciliğe karşı itirazı organize etmenin ve işgale karşı uzaktan ve yakından etkili davranmanın şiddet içermeyen metodları.
Gerçek şu ki, mobilize edebileceğimiz pek çok duygu var. Gerçeklerin duygulara, duyguların harekete, hareketin de etiğe ihtiyacı var. İsrail’in ve Amerika’nın politik duygulanım dili ezberlediğimiz ezici bir şiddetin önemsiz bir parçası gibi görünse de Filistin’in dekolonizasyon yolculuğunda işgalci zihniyetin kurumlar-ötesi tertibatını anlamak için önemli dersler barındırıyor. Ayşenur’un yası ise, siyasetin işleyişine dair öğrettikleriyle de, aciz hissettirdikleriyle de, bu kaybın ölümsüz bir sembole dönüşmesinin çok ötesinde, ölümlü bedenlerimizin hem kırılganlığını hem gücünü, ama belki de en çok eylemliliğini hatırlatıyor.