Koşuşturma Kültürünün Maliyeti: Verimlilik İçin Nelerden Vazgeçiyoruz?
Bugün neredeyse hepimiz koşuşturma kültürünün (hustle culture) içindeyiz. Peki koşuşturma kültürünün maliyetleri neler? Daha verimli olabilmek adına hangi bedelleri ödüyoruz?

Bugün neredeyse hepimiz koşuşturma kültürünün (hustle culture) içindeyiz. Peki koşuşturma kültürünün maliyetleri neler? Daha verimli olabilmek adına hangi bedelleri ödüyoruz? Hiç şöyle bir durup, bünyenizde taşıdığınız hikâyeleri düşündünüz mü? Değerli, başarılı ve mutmain olmanın ne anlama geldiğine dair o sessiz inançları?
Çocukken, babamın daha güneş doğmadan uyanışını izlediğimi hatırlıyorum. Babam, ailesine bakmayı dert edinmiş, herkesin yüksek beklentileri olduğu ve dinlenmene müsaade edilmeyen bir dünyada yol alan, Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşayan bir Meksikalı göçmendi. Onun çalışma disiplininden hep etkilenmişimdir. Ancak bu durum aynı zamanda başarıyı neden dinlenmek, sağlık ve kişisel neşeyi daima feda ederek kazanılan bir şey olarak gördüğümüzü de merak etmeme neden oluyordu.
Büyüdükçe, bunu aslında çoğumuzun içselleştirdiğini fark ettim. Kişinin sürekli çabalamak, üretmek ve “koşturmak” zorunda olduğu inancı oldukça yaygın. Bu fikir medyamızda, iş yerlerimizde ve kişisel sohbetlerimizde yerleşik hâle gelmiş olup, bugün “hustle culture” (koşuşturma kültürü) olarak adlandırdığımız şeyin dokusunu oluşturuyor.
Bugün, insanların her saniye ya para kazanmaya ya da bir şekilde değerlendirmeye odaklandığı, acımasız bir optimizasyon çağına tanıklık ederken zor sorular sormamız gerekiyor. Yolumuzda ilerlerken acaba bir şeyleri kaybetmiyor muyuz? Bu yoğun programlar ve bitmek bilmeyen yapılacaklar listeleri, tam anlamıyla insan olma kapasitemizi, başkalarıyla anlamlı bağlar kurmamızı ve kendi bedenimizde rahat hissetmemizi yavaş yavaş imkânsız hâle getirmiyor mu? Başka bir deyişle, iyi olma hâli ile üretkenlik arasındaki hassas dengeyi umursamıyor muyuz?
Bu muhasebe aslında yalnızca çok çalışmakla ilgili değil. Çok çalışmak eski çağlardan beri saygı duyulan bir erdem. Asıl mesele, koşuşturma kültürünün gizliden gizliye nelere mal olduğunu ve sürekli çabalamanın tek başarı yolu olduğuna inanmanın farkında olmadan bizden götürdüklerini anlamakla ilgili. Bunun neye mal olduğu çoğu zaman görünmez, “verimlilik tüyoları” ve “erken kalk, sıkı çalış” tarzı sosyal medya paylaşımlarının göz alıcı yüzeyinin ardına gizleniyor. İş ve yaşam dengemizi sorgulamak ve üretkenlik ile iyi olma hâli arasında terazinin bir kefesinin çok daha ağır bastığını görmek elzem.
Koşuşturma Kültürünü Anlamak
Öncelikle terimlerimizi tanımlayalım. “Hustle culture” ifadesi işi, kariyer gelişimini ve sürekli başarıyı hemen hemen her şeyin önüne koyan bir zihniyet ve pratiği ifade eder. Bu çevrede üretkenlik ahlaki bir zorunluluk hâline gelir. Sadece çalışmazsınız; daha çok, daha uzun ve daha hızlı çalışırsınız. Gece yarısı e-postalara yanıt verirsiniz. Ofiste geç saatlere kadar kalırsınız. Günlerinizi duygusal etkileşimlerle veya kişisel anlamlarla değil, çıktılar ve ölçütlerle değerlendirirsiniz.
Yüzeysel bakıldığında bu amansız çaba kahramanca görünebilir. Adanmışlık ve azme kim karşı çıkabilir ki? Ancak yüzeyi biraz kazıdığımızda daha derin sorularla karşılaşırız. Bu sürdürülebilir mi? Bunun psikolojik bedeli nedir? Koşuşturma kültürünün gizli bedelleri kendimizi, bedenimizi ve değerimizi nasıl algıladığımızı etkileyerek hem ince hem de belirgin şekillerde ortaya çıkar. Sonunda şu soruyu sormamız gerekir: Koşuşturma kültüründe iyi oluşu, üretkenlik uğruna feda mı ediyoruz?
Üretkenlik Kültürünün Yükselişi ve Sonsuz Büyüme Miti
Bu olgu, üretkenlik kültürü olarak adlandırılabilecek bir anlayışla da birçok yönden örtüşüyor. Küreselleşme, sosyal medya ve ekonomik darboğaz gibi nedenlerle şiddetlenen bu anlayış, duraklama ya da dinlenmenin başarısızlık olarak görüldüğü sonsuz büyüme miti üzerine kurulu. Bu bakış açısı, insanları esas olarak çıktılarıyla değerlendirilen ekonomik birimler olarak etiketler. Bu durum zamanla aşırı çalışmaya, dolayısıyla da iyi olma hâli ile çatışmalara yol açar, çünkü çalışanlar zihinsel ve fiziksel sınırlarını zorlamaya başlarlar.
Bu anlatının tarihsel bir arka planı var. Sanayi Devrimi’nin fabrika zeminlerinden günümüzün yüksek teknolojili girişimlerine kadar, modern kapitalizm uzun süredir üretkenliği başarının temel ölçütü olarak kabul etti. Ancak (gig ekonomisi, uzaktan çalışma, dijital girişimcilik gibi) yeni iş biçimlerine geçiş yaptıkça, “daha fazlasını yapma” baskısı yoğunlaştı ve kişiselleşti. İş ve ev arasındaki sınırlar her zamankinden daha belirsiz hâle geldi, böylece aşırı çalışma özel hayatımıza, akşam yemeklerimize, hatta rüyalarımıza bile sızdı.
İnsani Bedel: Zihinsel Sağlık ve Koşuşturma Kültürü
Gerçekten neyin tehlikede olduğunu anlamak için, zihinsel sağlık ile koşuşturma kültürü arasındaki bağlantıyı düşünelim. Meşguliyetin ve uykusuz gecelerin yüceltilmesi ilk başta ilham verici görünebilir, ancak zamanla zihinsel dayanıklılığın altını oyar. İnsanın değerini yalnızca üretkenlik merceğinden gördüğümüzde, duygusal incelik ya da kırılganlık için pek yer bırakmayız.
Bu durum, sürekli bir yetersizlik hissi olarak kendini gösterebilir. Dolayısıyla da yeterince yapmadığınızı, yeterince başarmadığınızı ve sürekli olarak ulaşılamaz bir ideale yetişmeye çalıştığınızı hissedersiniz. Bu kaygı yalnızca benlik saygısını yavaş yavaş ortadan kaldırmakla kalmaz, aynı zamanda ilişkileri de zorlar. Hep bir e-posta daha atılması ya da bir toplantıya daha katılması gerektiği hissi varken, kim gerçekten arkadaşları ve ailesiyle bağ kuracak vakti bulabilir?
Araştırmalar, kronik stresin depresyon, anksiyete bozuklukları ve diğer zihinsel sağlık sorunlarına yol açabileceğini öne sürüyor. Bunlar yalnızca bireysel problemler değil; aileleri, dostlukları ve tüm iş yerlerini etkiliyorlar. İşverenler çalışanlarını kendi bireysel sınırlarının çok daha ötesine iterek, aslında üretkenliği, morali ve yenilikçiliği azaltan bir tükenmişlik ortamı oluşturuyorlar.
Koşuşturma Kültürünün Bedeni Tüketen Gizli Tehlikeleri
Koşuşturma kültürünün fiziksel ve zihinsel sağlık üzerindeki gizli tehlikelerini de düşünmeliyiz. Kronik stres ve yetersiz dinlenme bağışıklık sistemini zayıflatarak hastalıklara ve kalp hastalığı ile diyabet gibi uzun vadeli rahatsızlıklara yol açabilir. Uyku yoksunluğu koşuşturma kültürünün bir yoldaşı olup bilişsel işlevi, duygu düzenlemesini ve hafızayı olumsuz etkiler.
Daha da kötüsü, başarının fedakârlık gerektirdiği anlatısı, bedenimizin uyarılarını göz ardı etmemize neden olur. Yorgunluk, sırt ağrıları, baş ağrıları birer sinyaldir ve bunlar daha fazlasını başarmak uğruna yok sayılır. Ancak bu uyarıları görmezden gelmek kronik ağrılar ve hayattan beklentisi kalmama gibi ciddi sağlık komplikasyonlarına yol açabiliyor.
İyi olma hâli azaldığında, yaratıcı yeteneklerimiz, empati ve problem çözme becerilerimiz de zarar görür. İronik bir şekilde, durmaksızın üretkenlik peşinde koşmak, üretkenliğin dayandığı kaynağı, yani sağlıklı, dirençli zihin ve bedeni köreltiyor.
Esasında, çıktıyı fetişleştirip insan ihtiyaçlarını küçümsediğimizde, koşuşturma kültürünün sonuçlarına hazır bir ortam sağlamış oluruz. Bu da parçalanmış ilişkiler ve ruh sağlığı problemlerinden yaygın toplumsal tükenmişliğe kadar birçok sonuç doğurur. Durmadan çalışmaya yapılan vurgu, hayatı sayısız deneyim imkânı olan bir yolculuktan ziyade bir dizi görev manzumesine dönüştürür.
Koşuşturma Kültürünün Çalışanlar Üzerindeki Uzun Vadeli Etkilerini Anlamak
Çalışanlar her daim “göreve hazır” olmaları gerektiği fikrini içselleştirdiklerinde, izin zamanlarında bile kendilerini işten uzaklaştırmakta zorlanabilirler. Hafta sonları kişisel projelere veya profesyonel okumalara “yetişmek” için fırsat hâline gelir. İş görüşmeleri ve e-posta kontrolleri tatilleri mahvetmeye başlar. Yıllar geçtikçe bu durum sadece kişisel yaşamın kalitesini değil, aynı zamanda gerçek manada dinlenme, düşünme ve büyüme potansiyelini de zedeler.
Bunun uzun vadeli etkileri de çok derin. Uzun süreli stres yaşayan çalışanların tükenmişlik yaşaması, iş memnuniyetinin azalması ve hatta iş gücünden tamamen ayrılma isteği duyması daha olası. Bu durum şirketler üzerinde dalgalanma etkisi yaratarak yüksek iş gücü devir oranlarına, kurumsal bilgi kaybına ve inovasyonun azalmasına yol açabilir.
Koşuşturma kültürünün neden tükenmişliğe ve strese yol açtığını düşündüğümüzde, çalışan ve işveren arasındaki psikolojik sözleşmenin dengesizleştiği ortaya çıkar. Çalışanların çoğu, sınır koydukları veya yavaşladıkları takdirde bağlılıklarının sorgulanacağından endişelenerek, kapasitelerinin üzerinde iş yapma baskısı hissediyorlar. Bu sadece bireylere zarar vermekle kalmıyor, aynı zamanda koşuşturma kültürünün sözde teşvik etmeyi amaçladığı üretkenlik kazanımlarını da baltalıyor.
İş-Yaşam Dengesi: Üretkenlik ve Refah
Mesleki yükümlülükler ile kişisel öncelikler arasında uyumlu bir denge kurulmasını öneren bir terim olan “iş-yaşam dengesi” kavramı bu bağlamda önemli. Ancak koşuşturma merkezli bir dünyada bu denge çoğu zaman uzak bir ideal gibi geliyor. Bunun yerine, bireyler kendilerini üretkenlik ve refah arasında sıkışmış, her ikisini de eşit ölçüde nasıl karşılayacaklarını bilemez hâlde buluyorlar.
Üretkenlik kültürünün iş-yaşam dengesini ve ruh sağlığını nasıl etkilediğini gözlemlediğimizde, rahatsız edici bir model görüyoruz. İzin günleri hoş görülmediğinde ya da daha kötüsü hiç olmadığında, çalışanlar kendilerini yenilemek için daha az fırsata sahip oluyor. Çalışma ve yaşam arasındaki sınır bulanıklaşıyor ve tamamen ortadan kalkıyor, bu da bireyleri sürekli olarak mesleki rollerine bağlı bırakıyor. Bilinçli bir müdahale yapılmadığı takdirde bu durum kronik tatminsizlik, gergin aile ilişkileri ve amaçsız kalma gibi sonuçlar doğurabilir.
Koşuşturma kültürünün sinsi yönlerinden biri de aşırı çalışmayı normalleştirmesi. Uzun saatler boyunca çalışmanın ve sürekli ulaşılabilir olmanın sadece normal değil aynı zamanda beklenen bir şey olduğu mesajı ince ince veriliyor. Yine de fazla çalışmanın bedelini bilmek gerekir. Kendimizi en uç sınırlara kadar zorlamanın kazalara, muhakeme hatalarına ve karar verme süreçlerinin tehlikeye girmesine yol açabileceği bir sır değil. Kişi bu anlık tuzaklardan kaçınmayı başarsa bile, uzun saatler, kaçırılan öğünler ve kaybedilen uykunun etkisi geri döndürülemez hâle gelebilir.
Bu normalleşme, sürekli verimlilik ve çıktı için çabalamanın sonucu ortaya çıkan toksik üretkenlikle de bağlantılıdır. Bu toksik durum sadece bireysel yaşamlara değil, tüm çalışma kültürlerine nüfuz ederek çalışanların sağlıksız beklentileri sorgulamasını veya bunlara direnmesini zorlaştırır. Zamanla bu durum, herkesin koşuşturduğu ve kimsenin yavaşlamaya cesaret edemediği bir döngüyü sağlamlaştırabilir.
Kolektif Etki: Koşuşturma Kültürü ve Toplumlar Arasında Stres
Bu mücadelelerin belirli sektörlere veya demografik gruplara özgü olmadığını unutmamak gerek. Koşuşturma kültürünün baskıları sınıf, cinsiyet veya kültür fark etmeksizin görülür, ancak etkileri kişinin sosyal konumuna bağlı olarak farklı hissedilebilir. Örneğin marjinalleştirilmiş topluluklar, mücadelelerinin tam olarak kabul edilmediği ortamlarda kendilerini kanıtlamak için ek baskı hissedebilirler. Bu şekilde, koşuşturma kültürü ve stres; kimlik, eşitsizlik ve sistemik adaletsizlik konularıyla iç içe geçer.
Aynı zamanda, koşuşturma kültürüne meydan okumak kolektif dönüşüm için fırsatlar sunabilir. Üretkenlik kültürünün kişinin iyi olma hâlinin üzerinde nelere mal olduğunu anlarsak, kolektif eylemin, politika değişikliklerinin ve kurumsal reformların daha sağlıklı bir dengeyi nasıl yeniden kurabileceğini sormaya başlayabiliriz. İnsanlar makine değildir. Hepimiz dinlenmeye, bağ kurmaya ve profesyonel rollerimizin ötesinde bir amaç duygusuna ihtiyaç duyarız. Bu gerçeği kabul etmek, insanlara değer veren iş yerleri ve toplumlar inşa etmeye yönelik ilk adımdır.
Bu sorunları kabul edersek, nasıl ilerleyebiliriz? Refahı öncelemek için koşuşturma kültüründen kurtulmaya nasıl başlayabiliriz? Bu değişim kolay değil, çünkü kök salmış birtakım inanç ve uygulamaları çözmemizi gerektirir. Bireysel düzeyde, belirli bir saatten sonra iş bildirimlerini kapatmak, düzgün öğle yemeği molaları vermek ve rahatlama odaklı tatiller planlamak gibi sınırlar koymak işe yarayabilir.
Kültürel düzeyde ise yeni anlatılara ihtiyacımız var. Dinlenmeyi, kendi iyiliği için bir şeyler üretmeyi ve asıl başarının yaşamda dengeyi sağlamak olduğu fikrini savunmalıyız. İş yerlerindeki amirler, ruh sağlığı ve esnek çalışma düzenlemelerinin önemini açıkça tartışarak sağlıklı modeller geliştirmeliler. Ücretli iznin zorunlu hâle getirilmesi, azami mesai sınırlarının uygulanması ve çalışanların ruh sağlığı desteğine erişiminin sağlanması gibi yasal düzenlemeler de işe yarayabilir.
Diğer Dönüşümlerle Paralellikler
Tarih boyunca toplumlar, eski normlardan iyi bir yaşam sürmenin ne anlama geldiğine dair daha bütüncül anlayışlara geçiş yaparak kolektif değerlerini yeniden tanımladılar. Tıpkı bir zamanlar baskıcı sosyal hiyerarşileri sorguladığımız veya cinsiyet rollerini yeniden değerlendirdiğimiz gibi, şimdi de sürekli çalışmanın erdem olduğu fikrine meydan okuyabiliriz.
Bunu etkili bir şekilde yapmak için, dinlenmenin değerini vurgulayan sanat, edebiyat ve çeşitli kültürel geleneklere bakabiliriz. Yerli hikâye anlatma geleneklerinin toplumsal dinlenme, karşılıklılık ve döngüsel bir zaman anlayışı bağlamında ne kadar etkili olduğunu bir düşünün. Bu anlatılarda insanlar, ulaşılamaz hedeflere doğru sürekli bir koşuşturma içinde olmak yerine doğayla, birbirleriyle ve kendileriyle ilişki içinde var olurlar. Bu anlamda, koşuşturma kültürüne direnmek sadece kişisel refahla ilgili değildir; aynı zamanda kültürel iyileşmeyle de ilgilidir.
Bunların hiçbiri üretkenlikten tamamen vazgeçmek anlamına gelmiyor. Anlamlı bir iş amaç, tatmin ve toplumsal katkı sağlayabilir. Bunun yerine, üretkenlik ve refahın birbirinin zıttı olmadığını kabul etmeliyiz. Her ikisi de duygusal olarak güvende ve fiziksel olarak sağlıklı hissetmenin yenilikçi düşünmeyi ve yaratıcılığı desteklediği bir ilişki içinde var olabilirler.
Üretkenlik kültürünün iş-yaşam dengesini ve ruh sağlığını nasıl etkilediğinden bahsederken, üretkenliğin dengeli olduğunda aslında iyi olma hâlini artırabileceğini unutmamalıyız. İşin hayatımızın her köşesini dolduracak şekilde yayılmasına izin vermek yerine, doğal ritimlerimize saygı duyan bir model hedefleyebiliriz. Çalışanlara güvenmek, mesai saatleri dışında işle bağlantılarını tamamen koparmaları için onları teşvik etmek ve nicelik yerine niteliğe değer vermek sadece daha iyi bir ruh sağlığı değil, aynı zamanda uzun vadede daha iyi bir iş de ortaya çıkarabilir.
Bu yaklaşımı benimsersek, toksik üretkenlikten kurtulabilir ve daha incelikli bir insan değeri anlayışını benimseyebiliriz. Kendimizi yalnızca üretim araçları olarak görmek yerine, ilgilenilmesi gereken duygulara sahip çok boyutlu varlıklar olduğumuzu kabul ederiz. Bunu yaparken, işimizi daha iyi yaptığımızı, ilişkilerimizin geliştiğini ve toplumlarımızın daha dirençli hâle geldiğini görebiliriz.
Daha Sürdürülebilir Bir Geleceğe Doğru
Nihayetinde, koşuşturma kültürünün sonuçlarını ele almak kolektif cesaret gerektirecektir. Ekonomilerimizi, sosyal ilişkilerimizi ve hatta öz-değer duygumuzu şekillendiren bir paradigmayı sorgulamak kolay değil. Ancak, aşırı çalışmanın bedeli ve koşuşturma kültürünün neye mal olduğu hakkındaki soruların artık göz ardı edilemeyeceği bir noktaya ulaşmış bulunuyoruz.
Bu sadece entelektüel bir mesele değil. Bu aynı zamanda insanların doğuştan değerli, dinlenmeyi, sevgiyi ve kişisel gelişimi hak eden varlıklar olarak kabul edildiği bir dünya için özgürleşme talebi. Bu, koşuşturma kültürünün ruh sağlığını ve iyi olma hâlini nasıl etkilediğini, hepimizi ilgilendiren toplumsal bir mesele olduğunu kabul etmekle ilgili. Eğer bu uyarıya kulak verebilirsek, dengesiz bir sistemin açtığı yaraları iyileştirmeye başlayabiliriz.
Bu çağrı, hırsı ya da endüstriyi terk etmek anlamına gelmiyor. Mutluluğun, düşünceli olmanın ve toplumu gözetmenin üretkenliğin temel başarı ölçütleri olduğunu bilmek gerekiyor. Bunu yaparsak, iyi olma hâli ile üretkenliği sonsuz koşuşturmayla takas ettiğimizde kaybetme riskini aldığımız insanlığı yeniden keşfedebiliriz.
*Bu makale, pop kültürü yeniden düşünmeye teşvik eden kesişimsel bir kültürel gazetecilik dergisi olan Rock & Art – Cultural Outreach (www.rockandart.co.uk) tarafından Creative Commons lisansı altında yeniden yayımlanmıştır.