Neden Bu Kadar Yoğun Çalışıyoruz? Mesaili Çalışmanın Ortaya Çıkışı
Mekanik saat nasıl hayatımızın merkezine yerleşti? Günümüzün mesaili çalışma düzeni gerçekten kaçınılmaz mı, yoksa tarihin belli bir anında dayatılmış bir ritim mi? Çalışmanın evrimini keşfederken, iş organizasyonunun geçmişten günümüze nasıl şekillendiğini yeniden düşünelim.

“Ticari genişleme, [köylerin müşterek kullandığı arazileri özel mülklere çeviren] çitleme hareketi ve Sanayi Devrimi’nin ilk yılları; bunların hepsi darağaçlarının gölgesinde gerçekleşti (…) Bu hoş bir tablo değildi. Bunun daha alt katmanlarında, polis memurları ve gardiyanlar suç otlaklarında geziniyorlardı: Kan parası alıyor, haraç kesiyor ve kurbanlarına alkol satıyorlardı.”
E.P. Thompson [1]
Çalışma saatlerinin, günlük hayatımızın büyük kısmını kaplamadığı bir dünya hayal edin. İş ve boş zaman arasındaki sınırların değişken olduğu, iş organizasyonunun oldukça enformel olduğu, sık mola vermenin doğal görüldüğü ve kimsenin izin aldığı için suçluluk hissetmediği bir dünya. Kulağa fazla idealist ve hayalî gibi geliyor olsa da insanlık tarihinin büyük bölümündeki norm bu tasvire yakındı.
Günümüzdeki hayat tarzımız gereği, atalarımıza kıyasla, -beden sağlığımız daha az zarar görüyor ve daha fazla can güvenliğimiz olsa da- daha fazla çalışıyoruz. Ve belki de bu “doğal” bir ritim değil. Bu noktaya nasıl geldiğimizi anlamak için geçmişe ve sanayileşmenin neleri değiştiridiğine odaklanan bir bakışla çalışmanın kısa tarihine bir göz atmamız gerekiyor.
Taş Devri’nin Çalışma Ritmi: Hızlı, Yavaş, Hızlı, Yavaş
20. yüzyılın Marshall Sahlins gibi ünlü antropologları, avcı-toplayıcı toplumların çalışma tarzlarını inceledi ve genellikle günde sadece 4 ila 6 saat çalıştıklarını tespit etti. Atalarımızın, günümüzün normu olan 8 saatten daha az bir süre çalışmalarından daha da ilginç olan keşif, avcı-toplayıcı toplumların takip ettiği düzendi: Yoğun bir çalışma gününün ardından daha hafif geçen bir gün geliyordu. Sonrasında yeniden gelen yoğun günü yine hafif bir gün takip ediyordu ve bu bir döngü hâlinde devam ediyordu. Bu “hızlı, yavaş, hızlı, yavaş” ritmi, emeği organize etmenin doğal akış içerisinde ortaya çıkmış bir yoluydu.
Bu toplumlardaki insanlar zamanı da bizim soyut ve aşırı teknik saat algımızdan farklı ölçüyorlardı. Saatler, dakikalar ve saniyeler olmadan, zamanı belli görevlerin alacağı vaktin uzunluğuna göre ölçüyorlardı: Bir yemeği pişirmenin, belirli bir mesafeyi yürümenin ya da odun kesmek gibi fiziksel bir işi tamamlamanın ne kadar süreceğini takriben bilmek gibi. Şaşırtıcı bir şekilde, bu doğal zaman belirteçleri genellikle 30 dakika civarına düşüyordu. Zamanı katı, kesin dakika ve saniyelerle ölçme fikri onlara yabancıydı; çünkü hayatta kalmayla eş anlamlı olan işlerin ölçümü için bu nüanslar gerekli değildi.
Tanzanya’daki Hadza ve Kalahari Çölü’ndeki San halkı gibi günümüzün avcı-toplayıcı topluluklarının bugün hâlâ benzer çalışma düzenine sahip olduğu ifade ediliyor. Antropolog James Suzman, bu grupların haftada yalnızca 15-20 saat çalıştığını ve geriye kalan zamanlarının çoğunu sosyalleşme, dinlenme ve kültürel faaliyetlerle geçirdiğini gözlemliyor.
Tarım Toplumunda Çalışma Günleri: Esnek, Rahat ve Sık Molalarla Dolu
İlerleyen dönemlerde ziraat merkezli köy yaşamının ortaya çıktığı dönemleri ve özellikle de Orta Çağ işçiliğini düşündüğümüzde, ilk olarak gün doğumundan gün batımına kadar süren bedenen aşırı yorucu tarım ve hayvancılık işleri akla gelir. Zirai üretimin geçmişini araştıran bilim insanları ise, gerçeğin sandığımızdan daha farklı olduğunu anlatır. Çoğu insan tarlada çalışıyor olsa da, çalışma programları sanıldığı kadar katı ve disiplinli değildi.
Tarihsel kayıtlar, Avrupalı çiftçilerin modern işçilere göre çok daha az saat çalıştığını gösteriyor. İşçiler güne yavaş yavaş başlar, işe başlamadan önce yemek yer ve sohbet ederlerdi. Birkaç saat sonra kuşluk molası verirlerdi. Gün ortasında, güneş en tepedeyken, iş tamamen dururdu ve 2-3 saatlik uzun bir mola verilirdi. Bu mola günün büyük öğününü yemeyi ve uyku zamanını da içeriyordu. İşçiler, dinlenmiş olarak işe döndükten sonra o günün kalan işlerini bitirmek için çabalıyorlardı. Öğleden sonraya kadar işleri biterse eve gidebiliyorlardı. Bitiremezlerse, günü tamamlamadan önce bir mola daha verirlerdi. İşçilerin evden ayrı durdukları süre genellikle 12 saati buluyor olsa da bütün bu süredeki gerçek çalışma süreleri sadece 4 ila 6 saat arasında değişiyordu. Yoğun hasat dönemlerinde 12 saat boyunca tarlada olabilirlerdi ancak bu da molalarla birlikte sadece 7 ila 9 saatlik gerçek çalışma anlamına geliyordu.
Bir başka ilginç nokta ise yine çalışmanın sekanslarıyla ilgili: Orta Çağ işçilerinin, Taş Devri’ndeki ataları gibi zamanı içgüdüsel olarak takriben 30 dakikalık parçalara böldüğü düşünülüyor. Mevsimsel değişiklikler de çalışma ritimlerini etkiliyordu. Günlerin kısaldığı kış ayları, daha kısa çalışma saatleri anlamına geliyordu. Başkasının tarlasında ücret karşılığı çalışan kişiler için “kış ücreti” uygulaması da söz konusuydu: Bu ücret işçilerin yarım günlük çalışma karşılığında yarım ücret almalarına olanak tanıyordu ki bu da genellikle yalnızca iki ya da üç saatlik fiili çalışma anlamına geliyordu.
İki Günlük Hafta Sonu Tatilinin Kökeni: “Aziz Pazartesi”
Kent nüfusunun ve zanaat kollarında çalışan insan sayısının görece arttığı 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa’daki işçiler tarafından icat edilen yeni bir gelenek, bu düzeni değiştirecek ve yeni bir tatil dönemi ortaya çıkaracaktı. Hristiyanların kiliseye gittiği pazar günü zaten genel bir dinlenme günüydü, ancak işçiler, bu dönemde fazladan bir izin günü yarattılar: “Aziz Pazartesi”
Gerek tarım işlerinde gerek zanaat kollarında çalışan kişilerin ücretleri genellikle cumartesi günleri ödendiğinden, işçiler -ellerine geçen parayı da kullanarak- genellikle hafta sonunu kutlama yaparak geçirirlerdi. Bunun akabinde pazartesi günleri, çoğu kimse işe gitmezdi. Patron otoritesinin henüz kurulmamış olduğu bu ilk dönemlerde işverenler buna göz yummak durumunda kaldıkça işçiler bu tatili yapmayı sever hâle geldi. Zamanla bu gayriresmî gelenek o kadar yerleşti ki bunu engellemeye yönelik ilk girişimler, işçiler arasında huzursuzluğa yol açtı. Emeğin ve çalışmanın tarihi bize gösteriyor ki iki günlük hafta sonunu işverenler ve hükûmetler lütfetmedi: Bizzat işçiler -herhangi bir yasama organının bunu resmîleştirmesinden yüzyıllar önce- icat etmişti. İlerleyen dönemlerde hafta sonu tatili, pazar-pazartesi günlerinden cumartesi-pazar günlerine kaydırıldı.
Ancak sanayi üretiminin artı değerini bina edilen kapitalist ekonomilerin yükselişiyle birlikte bu gelenek artan bir baskıyla karşı karşıya kaldı. İşçilerin öngörülemeyen devamsızlıkları nedeniyle kârlarını kaybetmekten korkan fabrika sahipleri, “Aziz Pazartesi”yi ortadan kaldırmak ve tam bir çalışma haftası uygulamak için katı programlar uygulamaya başladılar. Bu nedenle, 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın ilk yarısında sendikalar ve işçi hareketleri tarafından yürütülen çeşitli kampanyalar, bu tatilin korunması için mücadele etti.
Saatli Çalışmanın Hükümranlığı
“Kapitalizm, teknik araçlarla emeğin üretkenliğini artırmaya yönelik [diğer sosyal formlardan farklı] benzersiz bir sistemdir.”
Ellen Wood [2]
Peki, ne değişti de günümüzdeki mesai saatli çalışma düzenine geri dönülemez şekilde geçtik? Doğal çalışma ritmini ve iş ve boş vakit arasındaki fluluğu nasıl bıraktık? Cevap, görünüşte küçük ama son derece önemli bir icadın kitlelerin kullanımına açılmasında yatıyor: Mekanik saat.
Genel kullanım amacıyla meydanlara dikilen ilk saatler, Orta Çağ’ın sonlarında Avrupa şehirlerinde ortaya çıkmış olsa da bu uygulama Sanayi Devrimi sırasında işçiler üzerinde bir baskı aracı hâline ge(tiri)ldi. Fabrika binalarının içine asılan saatlere çanlar yerleştirilerek işin tam olarak ne zaman başlayıp ne zaman biteceği belirlendi. İlk başta işçiler bunları görmezden gelmeyi denedi. Ancak fabrika sahipleri kontrol konusunda takıntılıydı. Çok geçmeden hem yerel hem de ulusal yönetimler onların bu hassasiyetine katıldı, katı işe başlama saatleri uygulandı. İşe geç kalan işçiler de para cezasına çarptırıldı.
Dakik olmayı zorla öğrenen işçiler kısa sürede başka bir şeyin farkına vardılar: Fabrika saatleri genellikle hileliydi. Patronlar iş gününü uzatmak için saatleri geri alıyor ya da ücret ödememek için makine arızaları sırasında saatleri durduruyordu. İşçiler doğru takip edebilmek için kişisel saatler taşımaya başlayınca, fabrika sahipleri bunları yasakladı. Fabrikatörler, bu anlaşmazlıkları adilane bir şekilde çözmek yerine mutlak kontrollerini sürdürmeyi tercih ettiler. Eski zamanlardan radikal bir şekilde farklı olarak, 10 ila 16 saat arasında değişen vardiyalarla çalışan fabrika işçilerinin önemli bir kısmı, 6 günlük haftalık mesaiyi 5 güne indirme mücadesinin yanı sıra günlük mesai süresini 8 saate düşürmeyi asli bir hedef belirledi. İşçi hareketleri, işverenler ve hükûmetler arasındaki karşılıklı mücadelenin neticesi ilk olarak 1915’te İspanya’da meyvesini verecekti: Fabrika ve inşaat işçilerinin günlük azami çalışma süresi yasalarca 8 saati geçmeyecek şekilde sınırlandırıldı. Burada ilk nüvesini veren 8 saat uygulaması, daha sonra bedensel iş tanımına girmeyen birçok farklı meslek kolunu da kapsayarak dünya genelindeki bir norm hâline geldi.
Sosyal normları tayin etmede önemli bir pozisyonda olan kilise de çalışma ritminin düzenlenmesinde önemli bir rol oynuyordu. Orta Çağ boyunca pazar günleri ve dinî bayramlar, işçiler için dinlenme günleriydi. Paskalya, Yaz Ortası ve Noel gibi büyük dinî bayramlarda büyük oranda çalışılmazdı. Ancak Sanayi Devrimi ile birlikte fabrikalarda çalışan nüfus için bu geleneksel dinî tatiller geçerliliğini yitirdi. Sanayiciler, siyasi ve yasal yolları kullanmaya ek olarak dinî otoriteyi de bu sürecin parçası hâline getirebildi. Kent meydanlarındaki saat kuleleriyle yetinilmedi ve kiliseler de kulelerine mekanik saatler asmaya ve bunları saat başlarında çaldırmaya teşvik edildi. Kilisenin mekânsal merkeziliği ve sosyal otoritesi daha uzun çalışma saatlerini meşrulaştırmak için kullanılmaya başlandı.
Tüm bunların sonunda, işçilerin yaşamları tamamen değişmişti. Tarihçiler, 19. yüzyıldaki İngiliz işçilerin ortalama haftalık çalışma süresinin 60-70 saatlik yüksek bir baremde oynadığını tespit ederken bunun 17. yüzyılda 48-50 hattında ve 16. yüzyılın genelinde ise 32-45 aralığında değiştiğini tespit ediyor. 1530’lı yıllardan 1880’li yıllardaki işçi hareketlerine kadar haftalık çalışma süreleri durdurulamaz şekilde artmış ve işçiler atalarından çok daha fazla sürelerde çalıştırılmıştı. 19. yüzyılda Birleşik Krallığı oluşturan ülkeler daha önce hiç olmadıkları kadar zengindi ama bu artan refahı işçilerin [sefil] görünümüne ve genel hâline bakarak asla anlayamazdınız. GSYH sürekli olarak artıyor olsa da reel işçi ücretleri sadece düşmekle kalmamış ve işçilere daha az reel ücret karşılığında neredeyse iki kat daha fazla iş yapmışlardı. Oranlar ve çalışan nüfusun hacmi değişse de diğer sanayileşmiş ülkelerde de aynı eğilimler söz konusuydu. Hatta fabrikaların gittikçe büyüyen iş gücü talebi, erkek nüfusla yetinmemiş çocuk ve kadın emekçileri de hanelerinden alıp oldukça kötü şartlara sahip fabrikalara entegre etmişti.
Modern Dönemde Çalışmayı Yeniden Düşünmek
“Kapitalizmin en dayanıklı mitlerinden biri, insan emeğini azalttığı iddiasıdır. Bu mit tipik olarak modern 40 saatlik haftanın 19. yüzyıldaki 70 ya da 80 saatlik muadiliyle karşılaştırılmasıyla savunulur.”
Juliet B. Schor [3]
Günümüzün modern toplumlarında mekanik saat, faaliyetlerin koordinasyonunu sağlayan vazgeçilemez bir araç. Ama mekanik saatin ortaya çıkardığı mesaili çalışma düzeninin gereksiz emeği azalttığını bütünüyle söylemek mümkün mü? Belki de bu iddianın tam tersini yaşıyoruz: Çalışma saatlerine riayet edebilme amacıyla aceleyle yenen yemekler, sabah ve akşam tren ya da otobüslere yetişme telaşı, zaman çizelgelerine göre çalışma zorunluluğunun yapılan iş türünün özüne aykırı şekilde çıkardığı yarattığı ekstra stres ve benzerleri. Üretkenliğin düşmanı olarak kodlanmış dinginliği men eden bu mükerrer pratiklerin birçoğu yaşam kalitemizi düşürecek şekilde mental ve bazen fiziksel sağlığımızı bozabiliyor. Tabi bu tezatları anarken bir başka tezatı gözden kaçırmamak gerekiyor: Her şeye rağmen atalarımızın yaşadığı kötü koşullardan çok daha güvenli ve daha sağlıklı hayatlar yaşama şansına sahibiz. Ama çalışmanın kısa tarihine bakacak olursak, şu soruyu sorabiliriz: Geniş toplum kesimleri üretken olma ülküsüne toplumsal hayatın doğal akışında mı ulaştı? Yani bu, bireylerin muhakamelerinin toplamını kapsayan kolektif bir irade miydi? Çalışmanın kısa tarihindeki enformal ve doğal ritimli çalışma modelinin sanayileşmeyle disiplinli mesai düzenine dönüşüm, bize olası bir “hayır” cevabını veriyor.
Nitekim, 18. ve 19. yüzyıllarda ortaya çıkan gözetim teknikleri, nüfus üzerinde merkezî devletin kontrolünü sağlama amacıyla ulusal standartlar saptama politikaları ve okullar, hapishaneler ve hastaneler gibi kurumlar aracılığıyla bedenlerin ve davranışların mikro-düzenlenmesini amaçlayan bir sosyal kontrol biçimi ana akım yönetim mantığı hâline geldi: Bunlar da üretkenlik fikrinin devletlerin yarattığı ulusların genelinde yaygınlaşmasına yardımcı oldu.
Devlet gücünün yardımıyla insanların örgütlü ve örgütsüz direncini kırmak mümkün olsa da tarih boyunca ağır işlerde çalışanlar, çalışma saatlerini azaltmak ve bağlantılı olarak çalışma şartlarını iyileştirmek için mücadele ettiler ve daha talihli şartlara sahip bazı ülkelerde göreceli başarılar sağlandı. Sekiz saatlik azami günlük mesai, hafta sonu tatili ve yıllık izin gibi kazanılmış haklar bu mücadelelerin bakiyesidir. Günümüzde ise dört günlük çalışma haftası, uzatılmış tatiller ve daha kısa çalışma saatleri ile ilgili tartışmalar gündemde kalmaya devam ediyor.
Zaman zaman gözardı ettiğimiz gerçek şu: Kâr marjlarını düşürmek anlamına gelse de harcanan insan emeğini azaltmak için gerekli kaynaklara, yasal enstürmanlara ve idari kapasiteye eskiden olduğundan daha fazla sahibiz. Fakat ekonomik büyüme hedeflerine ulaşmak ve emeklilik sistemlerini döndürmek derdindeki bizlerin başlıca eksiği, bunu talep edecek irademizin olmaması.
Kaynaklar
- Broadberry, S., Campbell, B. M., Klein, A., Overton, M., & Van Leeuwen, B. (2015) – processed by Our World in Data. “Spliced Consumer Price index 2015=100” [dataset]. Broadberry, S., Campbell, B. M., Klein, A., Overton, M., & Van Leeuwen, B. (2015).
- Federal Reserve Bank Blog. “A Short History of working hours: The U.K. work week since the year 1260” https://fredblog.stlouisfed.org/2021/10/a-short-history-of-working-hours/
- Landes, David Saul (1983). Revolution in Time: Clocks and the Making of the Modern World. Harvard University Press.
- OECD (2022). Employment Outlook 2022. OECD Publishing.
- Sahlins, Marshall (1972). Stone Age Economics. Aldine de Gruyter.
- Schneider, E. B. (2016). “Hours of Work in Old and New Worlds: The Long-run Trends of Labor Time in Europe and the United States, 1870–2000.” Explorations in Economic History, 60, 67–81.
- Schor, Juliet B. (1991). The Overworked American: The Unexpected Decline of Leisure. Basic Books: New York.
- Suzman, J. (2020). Work: A Deep History, from the Stone Age to the Age of Robots. Penguin Books.
- Buchner, Thomas. “Saint Monday”. In F. Jaeger (ed.), Encyclopedia of Early Modern History Online, (Brill, 2015).
- Thompson, E. P. (1963). The Making of the English Working Class. Pantheon Books: New York. https://www.bard.edu/library/pdfs/archives/Thompson-The_Making_of_the_English_Working_Class.pdf
- Thompson, E. P. (1967). “Time, Work-Discipline, and Industrial Capitalism.” Past & Present, (38), 56–97. http://tems.umn.edu/pdf/EPThompson-PastPresent.pdf
[1] E.P. Thompon (1963). The Making of the English Working Class. Pantheon Books: New York: sf. 61.
[2]Ellen Wood (2002). “Kapitalizmin Kökeni: Ayrıntılı Bir Bakış (The Origin Of Capitalism: A Longer View).” Verso: London: 2002: Sf. 2.
[3] Juliet B. Schor (1991). The Overworked American: The Unexpected Decline of Leisure. Basic Books: New York: Sf. 43-44.