Sosyal Medya Açmazı ve Gerçek Sosyalleşme
Bir Müslüman açısından "sosyalleşme" hangi anlama geliyor? Sosyal medya gerçekten sosyalleşmeye katkı sağlıyor mu? Taha Ünal'a göre bu sorunun cevabı "hayır".
İnsanın sosyal bir varlık olduğu fikri kadim zamandan bu yana kabul edilmiş bir gerçektir. İnsan, tabiatını geliştirebilmek için müsait bir çevreye ihtiyaç duyar. Nasıl bir tohum müsait şartlar altında toprağa ekilerek filizlenip sürgün veriyorsa, insan da uygun bir çevre içinde beşerî karakterini geliştirebilir.
Yeni doğan bir insan, henüz hiçbir suret ve kademede sosyal uyumu gerçekleşmemiş bir varlıktır. Tam anlamıyla “ego-centric”, yani ben merkezlidir; canlı ve cansız varlıkları birbirinden ayıramaz, etrafındakilere kendine verdiği zevk veya ızdıraba göre değer verir. Onlar ister canlı, sosyal bir varlık olsun, isterse cansız, netice değişmez.
Sosyalleşme Nedir?
Çocuğun bu benmerkezci karakterinden kurtulması, varlıklar arasında canlı-cansız ayrımı yapmasıyla başlar. Yani bir manada sosyalleşme, ferdin başka fertlerle sosyal münasebetlere girişebilmesi demektir. Sosyal münasebet ise, birbirinin mevcudiyetinin farkında olan, karşılıklı saygı ve manevi yönün idrakinde bulunan fertler arasındaki münasebetlerdir. Yani, bir insanın sosyalleşebilmesi için, kendi haricinde de belirli haklara sahip insanların mevcudiyetini kabul edip benimsemesi gerekir. Kendi dışındakilere, bir takım hak ve vazifelerle mücehhez varlıklar olarak bak(a)-mayan, onları âdeta bir eşya gibi kabul edip haksız muamelelerle ızdırap verdiğinde vicdanen rahatsızlık duymayan fertlerden oluşan bir toplum tam anlamıyla sosyalleşememiş demektir. O hâlde sosyalleşme, insanın başkalarına bir eşya değil, şahıs olarak bakabildiği, şahsına veya mensup olduğu gruba ait peşin hükümlerden uzak olarak, etrafındaki diğer insanlarla karşılıklı anlayış ve müsamahaya dayalı sosyal münasebetler kurup bunu devam ettirebildiği bir konuma ulaşmasıdır.
Sosyal Medya Neden Sosyalleştirmez?
Sosyologlar, insanın biri “iç”, diğeri “dış” olmak üzere iki çevresi olduğunu söylerler. Evlerimiz, kullandığımız her türlü eşyamız, nakil ve haberleşme vasıtalarımız, yiyecek ve içeceklerimiz, içinde yaşadığımız coğrafi şartlar ve teneffüs ettiğimiz atmosfer dış çevremizi oluşturur. Sosyal hayatın teşkilat ve nizamları, örf ve âdetleri, kaideleri, müesseseleri, kıymet hükümleri de iç çevremizi meydana getirir. Dış çevreye “maddi kültür”, iç çevreye de “manevi kültür” adı verilir.
İnsan, asıl benliğini ve şahsiyet özelliklerini ikinci çevre olan manevi kültürde kazanır. Ancak, iç çevrenin bu manevi şahsiyet özellikleri dış dünyada gelişir. Ondan müstağni yaşamak mümkün değildir. Yani, insan hayatı hem iç hem de dış çevrede cereyan eder. “Hayatın şu kadarı iç, şu kadarı dış çevreyi ilgilendirir.” diye bir ayrım yapabilmek mümkün değildir.
İşte sosyal medyanın en büyük açmazı bu noktada düğümleniyor. Zira sosyal medya bir taraftan, insanda binlerce insanla beraber olup, onlarla konuştuğu duygusu uyandırıyor. Diğer yandan da insanı gerçek benliğinden soyutlayıp çok farklı maskelerle buluşmayı mümkün hâle getirebilmesi nedeniyle, bu ortamlar sosyalleşmenin en büyük engeli hâline geliyor.
İnsan asıl benliğini manevi kültürde kazanır ve bu kültür sayesinde sağlıklı bir şekilde sosyalleşebilir. Sosyal medyanın sunduğu sınırsız, yer yer şuursuzluğa varabilen ortamda, örf ve âdetlerin, kaidelerin, manevi kıymet hükümlerinin de rahatlıkla yok sayılabildiğini göz önünde bulundurursak, bu ortamın nasıl bir sosyalleşme imkânı sunduğunu daha rahat idrak edebiliriz. Fakat bu arada sosyal medyanın, manevi kültürü oluşturan bu temel ögelerden kopmayı sağladığı kadar, bilinçli kullanıldığı takdirde tüm bu iç çevreyi besleyen yanlarının bulunduğunu da unutmamak gerekir.
İslami Bir Sosyalleşme Mümkün Mü?
İnsan, pozitivist din anlayışına göre “sadece vicdan işi olan” ibadetlerini ifa ederken bile vicdanının içine sıkışıp kalmış değildir. Namaz, en basitinden ona seccade ve tespih gibi yeni eşyalar kazandırarak dış dünyasını zenginleştirir. Diğer yandan namazı beş vakit cemaatle kılmayı kendisine şiar edinen İslami cemaat, bunun için camiler ve mescidler inşa eder. Ayrıca bu toplumun ferdi, ilahi vazifeyi yerine getirirken çevresiyle girdiği sosyo-kültürel münasebetlerle kendinden beklenen olgunluğa da erişebilecektir.
Bunun için İslam’a inanmakla yepyeni bir çevrenin parçası olan Müslümanın, sosyo-kültürel çevresiyle daima irtibat hâlinde olması gerekir. O, namazlarını cemaatle kılmakla etrafındakilerle yakın ilişki kuracak ve olan bitene bigâne kalmayacaktır. Çevresindeki fakir-fukaranın hâlini oruç vesilesiyle hissedecektir. Etrafındakileri kırmamaya, incitmemeye özen gösterecek, “hakiki müminin, diğer Müslümanların elinden ve dilinden gelebilecek zararlardan emin olduğu kişi” düşüncesiyle adım atacaktır. Bütün müminlerin bir vücudun azaları gibi olduğu anlayışıyla, kendisi için istediğini mümin kardeşi için de arzu edecektir. İyiliği emredip, kötülükten sakındırmanın gereği olarak toplumda iyiliğin hâkim olması için çaba sarf edecektir.
Kısaca Müslüman, “insanlar arasından çıkarılmış hayırlı bir toplumu” oluşturmak amacıyla, çevresiyle yakın ilişkiye girerek, hem ona göre benliğini ve müminin şahsiyet özelliklerini kazanacak, hem de kazandığı bu güzellikleri iletişime geçtiği insanlarla paylaşarak içinde yaşanır bir toplum için sosyo-kültürel çevresini kuracaktır.
Bütün bu “gerçek sosyalleşme” çerçevesinden hareketle, içinde yaşadığı çevreyle doğrudan, yalansız, samimi bir irtibat kurması gereken Müslümanın, kimliklerin saklanabildiği ya da farklı şekillerde takdim edilebildiği bir ortamda, ruh ve bedenen kurulabilecek münasebetleri imkânsız hâle getiren araçlarla kurduğu “sosyalleşme”yi bu temel çerçeveye uygun duruma getirmesi gerekmektedir. Bu durumda irtibat kurduğu kişiyi sadece bir “nickname” ya da sanal bir arkadaş olarak değerlendiren, bu kişiyle ilişkisini kendisine haz verdiği sürece canlı tutan ve bu kişiye karşı sorumluluk hissetmeyen bir insanın, sosyal medyada elde ettiği şeye “sosyalleşme” denilemeyeceği açıktır.