Avrupa’da Irk, Din ve İhtida: Alman Doğup Müslüman Olmak
Müslüman kimliği, Avrupa’da ihtidaların artmasıyla yeni durumlarla karşı karşıya kalıyor. İhtida eden Almanların İslam’ı ulus ve kültür bağlamından çıkartma eğilimleri bunlardan biri. Ulussuzlaştırılmış ve geleneksizleştirilmiş bir Müslümanlığın sonuçlarını ise zaman gösterecek.
“İslam’la tanışmadan evvel Müslümanlarla karşılaşmış olsaydım asla Müslüman olmazdım.” Çelişkili bir biçimde, 1980’lerde İranlı İslam devrimcileriyle tanışarak Müslüman olmuş 50 yaşında bir adam, Araplarla Türkleri Hristiyan yapmaya çalışırken İslam’a gönlünü kaptıran ve şimdi imamlık yapan bir Alman ve de Bosnalı erkek arkadaşı vesilesiyle Müslüman olan eski Doğu Almanyalı bir kadın… Hepsi, bu sözü söyleyenlerden. Alman Yahudilerinden Muhammed Esed, bugünün İslam dünyasında bir genç olsaydı, 1926’da yaptığı gibi yine İslam’ı bulacağından şüphe duyduğunu anlatır: “İnsan Doğu’da çok Müslüman bulur; ancak bugünlerde İslam’ı pek az bulabilir. Halbuki Batı’da çok az Müslüman var, fakat daha çok İslam var.”
Müslümanlığı seçen Almanların birçoğu, Müslümanlarla yakın ilişkilerin ardından İslam’ı benimsemiş, bununla beraber pek çoğu İslam’a girdikten sonra göçmen Müslümanlardan uzaklaşmış. İslam’a giren Almanlar İslam’ı seviyor; fakat “doğuştan” Müslüman olanları sevmek, onlara her zaman kolay gelmiyor.
İslam’ı benimsemenin düşmanca karşılandığı siyasi bir atmosferde bazı Alman Müslümanlar, İslam’a Türkler ve Araplardan ayrıştırarak meşru bir zemin açmaya çalıştılar. Bir kısmı İslam’ın bir Alman dini şeklinde yaşanabileceği görüşünü yaymaya çalışırken diğerleri bütünüyle ulus sonrası (post national) bir İslam’ı telkin ediyorlar. Her iki grup da Alman olmanın İslam’la sadece uyumlu olmakla kalmadığını, hatta bunun daha iyi bir Müslüman olmayı sağlayabileceğini iddia ediyor. Müslüman olan Almanlar, bunu yaparken, biyolojik ve kültürel ırkçılığa karşı çıkıyor, ama aynı zamanda homojen bir Alman ve Avrupa kültürü anlayışını da yeniden üretiyorlar. İşte bu esnada ihtida edenlerin hayatlarındaki tezatlara odaklanarak, Müslümanları gittikçe daha da ötekileştiren bir toplumda İslam’ı benimsemenin ne anlama geldiğini anlamak büyük önem taşıyor.
Şimdilerde sayıları onbinlerle ifade edilen Müslüman Almanların, İslam’ı Alman kimliği içinde yerleşikleştirmek kadar, Müslüman ümmetin içerisinde Almanlara nasıl meşru bir yer açtıkları da merak konusu. Müslüman olan Almanların, Müslümanların yaygın bir biçimde marjinalleştirilmesi ile kendilerinin İslam’a olan hayranlıkları arasında nasıl bir uzlaşı kurdukları sorulmalıdır: Bir kimse nasıl ve niçin İslam’ı sever ve fakat göçmen Müslümanları ve onların İslami uygulamalarını sevmekte zorlanır? İslam’ın gittikçe ırklaştırıldığı bir zamanda “beyaz” Müslüman olmak ne anlama gelir? Alman Müslümanlar, din değiştirmelerinin ardından göçmen Müslümanlarla nasıl ilişkiler kurarlar? Öncesinde Hristiyan ya da ateist olan Alman Müslümanlar, Almanya’da ırk, din ve aidiyet arasındaki ilişkiye dair tartışmaları nasıl şekillendirirler? Avrupa’ya dışarıdan gelmiş gibi addedilen bir dini benimseyen yerli Avrupalıların deneyimlerine odaklanan bu sorular, aynı zamanda İslamofobi olarak adlandırılan ön yargıları anlamak için de önemlidir. Hem ana akım Alman toplumunun, hem de göçmen kökenli Müslümanların sonradan Müslüman olanlara tepkileri biyolojik ve kültürel ırkçılığın kesiştiği noktaya ışık tutmaktadır.
Milyonlarca Müslüman işçinin gelişi, Almanya’da 2. Dünya Savaşı sonrasındaki gelişmelerin en çarpıcılarından biri oldu. Bu durum, Almanya’yı dönüştürdü ve dönüştürmeye devam ediyor. Bu işçiler ve aileleri, Yahudi soykırımı sonrası büyük oranda homojenleşmiş Alman toplumunun karşısına beklenmedik bir zorluk çıkardı ve onu farklılıklarla yeniden uzlaşmaya zorladı. Bu gelişme sonucunda, “Türk ve Alman” ile “Müslüman ve Hristiyan/Avrupalı/laik” unsurlar arasında ırkçı ikilikler inşa edildi. Eskiden Hristiyan ve ateist olan birçok Alman İslam’a girerken, yüzbinlerce Müslüman göçmen ve onların çocukları, 2000 senesinde Alman Vatandaşlık Yasası’ndaki değişikliğin ardından vatandaşlık aldılar. Bu tür sınır geçişleri kategorilerin dönüşümü üzerinde de derin bir etkiye sahip; çünkü bunlar Almanları ve Müslümanları nasıl tanımladığımızı da sorguluyor. Ana akım toplum ise, bir kişinin aynı anda hem Alman ya da Avrupalı hem de Müslüman olamayacağı inancına dayanarak, İslam’a giren Almanları marjinalleştirip onların Almanlık ve Avrupalılığını sorgulamaktadır. Hem dindar Müslüman hem Alman olanların itildiği marjinal çevrelerde radikal örgütlerin ideolojilerini yaymadaki başarısına bu nedenle şaşırmamak gerekir.
İslam’ı benimseyenler Avrupa kültürüne ihanet etmekle, takip edilmesi gereken iç düşmanlar ve olası teröristler olmakla suçlanmaktadır. İslam’ın “Avrupalı olmayan her şey” gibi görüldüğü bir bağlamda Müslüman olan Almanların önemli bir kısmı göçmenlerden uzak durmaya, görünürde ulussuzlaştırılmış ve geleneksizleştirilmiş bir İslam’ı desteklemeye meylederler. Avrupa doğumlu göçmen kökenli Müslümanların yanı sıra bazı yeni Müslüman Almanlar, bu baskıcı eklemelerden arınarak ortaya çıkacak saf İslam’ın, Alman değer ve yaşam tarzıyla gayet uyuşacağını savunur. Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından din değiştiren Doğu Almanyalılar açısından da Müslüman olmak, Doğulu Alman kimliklerinden kaçışlarının bir yoluydu. Almanya’da büyümüş bazı göçmen kökenli Müslümanlar da bu söylemleri gittikçe daha çok benimseyip, İslam’ın kültür bağlamından çıkarılmasının, Müslümanların kendi dinî inançlarını terk etmeden Alman toplumuna uyum sağlamalarının bir yolu olduğunu savunur. İslam’a geçenler arasında daha yeni ve hatta daha popüler olan bir İslami eğilim, İslam’ın erken köklerine giderek kendilerini yalnızca gayrimüslim toplumdan değil, diğer Müslümanlardan da yalıtarak, ulusal gelenek ve kimlik sorularını altüst etmektedir.
Din değiştirenlerin, yeni dinleri ve ait oldukları kültür arasındaki ilişkilerine dair farklı fikirler vardır. Papua Yeni Gine ve Gana’da Protestan Hristiyanlığa giren kişiler, din değiştirmelerinin bütün dönüşümü içerdiğini ve sadece eski dinlerini değil, eski kültürlerini de geride bıraktıklarını savunurlar. Türkiye ve Hindistan gibi diğer yerlerde Protestan Hristiyanlığa girenler ise sadece dinî inançlarını değiştirdiklerini, kabul ettikleri şeyin yerel kültürle tamamen uyumlu olduğunu iddia ederler.
Buradaki temel mesele, din değiştiren Avrupalıların yaptığı “arınmış İslam” çağrısının; Müslümanlığı, Alman ve Avrupalılığa aykırı olarak tanımlayan ve İslamofobi’nin yükseldiği bir ortamda anlaşılması gerektiğidir. İslam’a girenler, ana akım toplum tarafından beklenmedik bir düşmanlıkla karşılaştıklarında, İslam’ı göçmen Müslümanların damgalanmış geleneklerinden ayırarak onun Almanya’daki yerini savunmada etkin bir rol oynadılar. Arındırılmış bir İslam’ı savunan Alman Müslümanlar, dünyadaki İslami uyanıştan ilham almakta; fakat aynı zamanda, Aydınlanma’nın akılcı birey ve din ideallerinden de etkilenmektedirler. Müslümanların önünde ise kültürel tortulaşmanın yükünden azade ve İslam’ın asli mesajıyla doğrudan ilintili bir “Avrupalı” zihni sorusu bulunmaktadır.