'Avrupa'da Müslümanlar'

Kayıp Anahtarı Yanlış Yerde Aramak

Müslüman gençlere dair gerçekleştirilen onlarca araştırmaya rağmen hâlâ hatalı ve tartışmalı metotlarla önleyici tedbir programları sürdürülüyor. Bu durum, anahtarını kaybeden adamın onu ışığın olduğu yerde aramasını akla getiriyor.

“Gecenin bir yarısı sokak lambasının ışığı altında bir adam yerde bir şeyler aramaktadır. Bunu gören bir polis adama ne yaptığını sorar. Adam, ‘Anahtarlarımı arıyorum.’ der. Ardından polis de ona eşlik eder ve beraberce yerde anahtarları aramaya koyulurlar. Bir süre sonra polis adama yılgın bir şekilde, ‘Anahtarlarınızı burada kaybettiğinizden emin misiniz?’ diye sorar. ‘Hayır, aslında şu arka tarafta kaybettim.’ der adam ve parmağıyla karanlık köşeyi işaret eder. Bunun üzerine polis ‘O zaman anahtarları neden burada arıyoruz?’ diye sorar. Adamın cevabı şöyle olur: ‘Çünkü ışığın olduğu tek yer burası.’”

İnsan türünün belki de en kadim özelliklerinden birisidir yitirdiği şeyleri bildiği ve alışık olduğu yerlerde aramak. Arabamızın veya evimizin anahtarını kaybettiğimizde ilk olarak onları en sık koyduğumuz yerlere bakarız; bu bazen anahtarları astığımız askılık, bazen masanın üstü, bazen son giydiğimiz ceketin cebi, bazen de çantamız olur. Alışkanlıklarımızın şekillendirdiği içgüdüsel arayışımızın bir özelliği de yitirdiklerimizi aşina olduğumuz yerlerde arıyor olmamızdır. Çünkü aşina olunan mekânlar yitirdiğini arayan kişiye emniyet hissi verir. Kişi hem aradığını burada bulacağına hem de ararken başına bir şey gelmeyeceğine dair bir emniyet duyar.

Peki, ya aranan şey yitirilen bir nesne değil de herhangi bir problemin sebepleri ise süreç nasıl işler? Aslında pek bir şey değişmez. Sebepleri araştırılan probleme dair ön kabuller çarpık bir algının oluşmasına ve problemin nedenlerinin bu çarpık algıya göre değerlendirilmesine yol açar. Meseleye dair teknik bilgiye sahip olunmaması da isabetsiz sonuçların ortaya çıkmasına sebep olur. Bu nedenle sorunun nedenlerini doğru yerde arayabilmek için meseleyi araştıran insanlardan şu niteliklere sahip olmaları beklenir: Araştırmanın nesnel ve sonuçlarının güvenilir olması için araştırılan nesneye karşı mesafeli olmak; bununla birlikte, gerçeğe en yakın resmin ortaya koyulması adına yeterli teknik donanıma ve tecrübeye sahip bulunmak.

Buna karşın, söz konusu İslam veya Müslümanlar olduğunda başka süreçleri ve standartları takip etme eğilimi baş gösteriyor. Hatta bazılarına kalsa problemin sebebini bulup ortaya çıkarmak bile tamamen gereksiz; çünkü Aşağı Saksonya Eyaleti eski İçişleri Bakanı Uwe Schünemann önderliğinde gerçekleştirilen güvenlik iş birliği örneğinde de görüldüğü üzere sorunun kaynağı zaten belli. Aşağı Saksonya’da camilere gelen insanlar şüpheli olup olmadıklarına bakılmaksızın izlenmiş ve bu yolla on binlerce insan hiçbir şüpheli durumla alakası olmamasına rağmen takip edilmiştir. Burada izlemeye tabi tutulan insanların tamamı Müslümandır ve bunların hiçbiri daha önceden en ufak bir olumsuz olaya karışmamıştır. Bu durum o zamanki Aşağı Saksonya eyaleti siyasi yetkilileri ve güvenlik birimleri tarafından dikkate alınmamış ve bu aktörler asıl aramaları gereken karanlık noktalar yerine ışığın bulunduğu aydınlık alanlarda bir şeyler bulmaya çalışmışlardır. ABD Başkan adaylarından Donald Trump bunu duysa herhâlde ayakta alkışlardı. Siyasilerin ve olaya ilgi gösteren farklı kesimlerin de desteğiyle bazı dinî cemaatler bu yanlışlığı sesli bir şekilde dile getirince ve Müslümanlar o zamanki CDU-FDP koalisyon hükûmetine en son eyalet hükûmet seçimlerinde tepkilerini gösterince, görevi devralan bir sonraki hükûmet tarafından bu uygulamaya son verildi.

Fransa’da aşırılık şüphesiyle 160 caminin kapatılabileceği iddiasının açıkça dillendirilmeye başlaması da muhtemelen yine aynı arama biçimine dayanıyor. Zira bu camilerin izinsiz faaliyet gösterdiklerine dair bilgi yok. Bu tarihe kadar da bir soruşturma geçirmemişler.

Bu iki örnek Avrupa’daki Müslümanlara dair herhangi bir araştırma yapılmadığı intibası oluşturmasın. Aksine, yaklaşık 15 seneden beri büyüteç “yoğun bir şekilde” Müslümanların üzerine tutuluyor. Avrupa’daki Müslümanlar kadar tartışılan ve araştırılan başka bir konu daha yok. En “etkileyici” ve “önemli” araştırmalar da son zamanlarda Avusturya’dan geliyor. Anlaşılan o ki Avusturya’da bulunan Müslüman eğitimcilere veya Müslüman eğitim kuruluşlarına duyulan “bilimsel ilgi” oldukça büyük. Avusturya’da gerçekleştirilen iki araştırma Müslüman anaokulları ve eğitimciler hakkında olumsuz bir tablo çiziyor. En son yapılan araştırmalar öylesine korkunç bir hava oluşturmuş ki, bunlar İslami anaokullarının kapatılması gerektiğine dair yeterli argümanlar olarak kabul görüyorlar. Bu iki araştırmanın gerçekleştirilme tarzlarını ele alıp incelediğimizde şu soru da gün yüzüne çıkıyor: Acaba bu araştırmaların sonuçları, bunları gerçekleştirenlerin sokak lambası altında bir şeyler ararken aslında kendilerinin oluşturduğu karanlığın bir izdüşümü mü?

Özetle: “İslami anaokulları ve camiler kapatılmalı, kapatılmayan camiler hiçbir şüpheye dayandırılmayan gözetlemelerde iş birliğine gitmeli.” Artık güvenlik birimleri bile dinî cemaatlerin gençlik çalışmaları ve verdikleri dinî eğitimle radikalleşmeye karşı tabiri caizse bağışıklık kazandırdıklarını teslim ederken şu soruyu sormak yerinde olurdu açıkçası: Acaba dinî cemaatlerin eğitim kurumları ve camileri olmasaydı durum nasıl olurdu?

Bir başka paradoks da Müslümanların yaşantıları hakkında Almanya’da sayısız araştırma mevcutken haklarında en az bilgiye sahip olunan kitlenin yine Müslümanlar olması. Bu durum bilhassa Müslüman gençler için geçerli. Shell araştırmaları, Bertelsmann Vakfı araştırmaları, Almanya İslam Konferansının yaptırdığı araştırmalar, Friedrich-Ebert Vakfı araştırmaları ağırlıklı olarak Müslüman gençlere odaklanan araştırmalardan yalnızca birkaçı. Buna rağmen gençlerin Suriye’ye gitmesinin nedenlerini açıklayacak veriler yok. Oliver Roy’un deyimiyle “kültürden arınma” ya da toplumdan dışlanmak suretiyle radikal ortamlara kayma şeklindeki iddialar bu fenomeni yeterince açıklamıyor; çünkü göçmen kökenli Müslüman gençlerin büyük bir kısmı aynı yollardan geçiyor ve aynı problemlerle başa çıkmak durumunda kalıyor. Nitelikli bir araştırma henüz gerçekleştirilebilmiş değil. Güvenlik birimlerinin paylaştığı bilgiler oldukça dağınık. Bu bilgilerden bütüncül bir radikallik bağı oluşturmak mümkün değil. Suriye’ye gidenler hakkında tek bilinen bu kişilerin genç oldukları, dine nispeten uzak ailelerden geldikleri, radikalleşmeden önce genellikle suça bulaşmış oldukları ve “Selefiler arasında” kısa süre içerisinde radikalleştikleri. Peki, onları buna iten tam olarak ne?

Henüz bu konuda nitelikli bir çalışma mevcut olmasa da, geçtiğimiz yıllarda Almanya’nın bütün eyaletlerinde çok sayıda önleyici tedbir projesi hayata geçirildi. Oysa elde derinlemesine araştırmalar sonucu kazanılmış bilgiler bulunmadan adımlar atmak elim sonuçlar doğurabilir.

Önleyici tedbir projeleri ile gençlere toplumsal değerlerin aktarılacağı ve böylelikle radikalleşmelerinin önüne geçileceği iddia ediliyor. Bu uygulamaların en bilinenlerinden bir tanesi Hessen Danışma Merkezi tarafından hayata geçirilen Şiddeti Önleme Ağı (VPN – İng. “Violence Prevention Network”). 2005 yılında kurulan VPN derneği hâlihazırda Almanya’nın bütün eyaletlerinde önleyici tedbir projeleri yürütüyor. Birkaç sene öncesine kadar aşırı sağcı radikalizm konusunda çalışmalar yapan dernek “din kaynaklı radikalizmi” de bir başka çalışma alanı olarak üstlendi ve Hessen Eyaleti İçişleri Bakanlığı iş birliği ile “Hessen Danışma Merkezi” adı altında kurumsallaştı. Merkez, Selefiliğe karşı önleyici tedbir ağının ayrılmaz bir parçası. VPN’nin internet sayfasında Hessen Danışma Merkezi hakkında şu ifadeler yer alıyor: “Danışma Merkezi farklı dünya görüşlerine karşı hoşgörünün güçlenmesini ve bununla beraber radikalleşme süreçlerinde erken teşhisi, önleyici çalışmaları ve radikallikten geri dönüşü teşvik eder. Radikalleşme süreçlerinin başında duruma müdahale ve hedef odaklı deradikalizasyon çalışması insanlar radikal ideolojilerden bir çıkış yolu aramaya başladığı anda başlar. Hessen eyaletinde gerçekleşen bu atılımın ana hedefleri arasında önceden bilgi sahibi olmak ve dindarlar/kültürlerarası ilişkiler ve dindarlararası çatışmalar hakkında bilgiyi artırmak yer almaktadır.”

İnternet sayfasında yer alan bu bilgilere bakıldığında gayet iyi niyetli bir yaklaşım intibası uyanıyor. Ama bu intiba Merkezin hazırlamış olduğu el ilanlarına bakınca yok olup gidiyor. Aynı internet sayfasından indirilebilen bu el ilanının ana sayfasında “hoşgörü, demokrasi, dindarlararası” gibi 16 farklı kavram çeşitli puntolarla ve vurgularla tasarlanmış. Bu kavramlardan üç tanesi hemen göze çarpıyor çünkü bunlar hem boyut olarak hem de vurgu olarak diğerlerinden daha farklı. Bu kelimelerse şunlar: “İslam, Kimlik, Çatışma”.

Radikalliği önleyici ve radikallikten vazgeçirici önlemlerin sunulduğu böyle bir el ilanında “İslam, Kimlik, Çatışma” gibi kavramlar ön plana çıkarılıyor ve burada bunlardan bahsediliyorsa, okuyucuda da normal olarak bu unsurların bir neden-sonuç ilişkisi bağlamında orada bulunduğu hissi uyanır. Meseleye iyimser yaklaşarak böyle bir şeyin amaçlanmadığını varsaysak bile, bu kavramların bu şekilde sunularak tematize edilmesi dahi Müslüman gençlere yönelik genel bir şüphenin yayılması için başlı başına yeterlidir.

Bu ve benzeri yayınlar Müslüman gençlerin geneli hakkında ön yargıların daha da yayılmasına sebep oluyor. Bu da kendileri hakkında toplumda şüphe uyandırıldığı için toplumun merkezinden daha farklı mecralara kaymalarına ve kendilerini izole etmelerine sebep olabilmektedir. Bu sayede radikalleşmenin ilk adımı gerçekleştirilmiş ve önleyici tedbir çalışmalarındaki kısır döngü hayata geçirilmiş oluyor: Bir önleyici tedbir biriminin bazı kavramları sorumsuzca kullanarak hazırladığı yayınlar veya yanlış metotlar sebebiyle (muhakkak ki bilinçli olarak değil, ama sebep olmak suretiyle) bir genç dışlanıyor, bunun sonucunda da kendini topluma ait hissetmiyor ve kendisini izole ederek radikalleşme eğilimleri gösteriyor; bu genç sonra yeniden bir deradikalizasyon biriminin hedefi oluyor.

2015 yılı kasım ayı içerisinde gerçekleştirilen ürpertici terör olayları, radikalleşme eğilimi gösteren gençlerde hangi faktörlerin etkili olduğu tartışmasını yeniden alevlendirdi. Yukarıda da değinildiği üzere güvenlik birimlerinin paylaştığı bilgiler oldukça dağınık ve bunlardan somut bir sebebe ulaşmak mümkün değil. Eldeki veriler ışığında radikalleşme fenomenini kapsamlı bir şekilde değerlendirebilmek olası gözükmüyor. Bununla birlikte dindarlararası diyalog, politik eğitim, ekstremizm hakkında bilgi edinme gibi birçok alanı kapsayacak şekilde önleyici tedbirler her yerde kendini gösteriyor.

Esasında bizde de toplumumuzda da eksik olan, gençlerin problemlerini kabullenme bilinci. Neden radikalleşiyorlar? Aile içerisinde, arkadaşları arasında, iş hayatında, toplumda sorunları mı var? Fiziksel veya psikolojik şiddete mi maruz kaldılar? Dinî aidiyetleri sebebiyle dışlandılar mı? Dış görünüşleri sebebiyle arkadaş çevrelerinde kabul görmediler mi? Yaşanan, hissedilen veya şahit olunan adaletsizliklerin bu radikalleşmeye ne derece katkısı var? Neden bu kişilere sahip çıkılmadı? Din radikalleşmede ne gibi bir rol oynuyor? Din faktörü en başta mı, sürecin ortasında mı, yoksa en sonunda mı devreye giriyor?

Bunlar problemin çözümü adına cevaplanması gereken sorular. Her şeyden önce dinlemeye hazır olmak gerek. Eğer siyasiler PEGİDA’nın endişeli taraftarlarının korkularını dikkate aldıkları oranın küçük bir miktarı kadar gençlerin endişelerini dikkate almış olsaydılar, bugün gençlere yardım edilmesi için ihtiyaç duyulan imkânlara çok daha önceden sahip olunurdu.

Fotoğraf: ©Flickr.com/Dierk Schaefer

Murat Gümüş

Siyaset bilimci olan Gümüş, İslam Toplumu Millî Görüş Genel Sekreter Yardımcısıdır ve Almanya İslam Konseyi Genel Sekreteridir.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler