'Dosya: "Terörle Mücadele"'

“Düşmanı Kafese Tıkmak”

Guantanamo ya da Ebu Gureyb… “Düşman”la mücadele yöntemi orantısız, baskıcı ve aşağılayıcı olan her devlet, yeni “düşman”lar ve “radikal”ler yetiştiriyor demektir. Sivillere yapılan her saldırıda, saldırganların ait olduğu bütün bir cemaate yönelik baskıcı girişimlerde bulunan devletler, aynı zamanda saldırganların kutuplaştırma taktiklerine de boyun eğerler.

Kuzey Atlantik’te bir şehirde sivil ve kamusal alanlara karşı gerçekleştirilen sarsıcı bir saldırının akabinde birkaç ülke ordusu kapsamı belirsiz, tanımlanması zor ve devlet sınırlarını aştığı düşünülen düşmanlara karşı sonu olmayan bir savaş için harekete geçiriliyor. Saldırının gerçekleştiği ülkede ise güvenlik birimleri ve kanun koyucu organlar içerideki düşmanları ihtiva edebilecek şüpheli grupları kategorize etmek, izlemek, kontrol etmek ve kuşatmak için devreye sokuluyor.

Bu bilindik senaryo yirmi birinci yüzyılın başından beri tekrar tekrar oynanıyor. Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yapılan 11 Eylül saldırıları Afganistan ve Irak’ı içine çeken ve kanlı artçı şokları bölgede hâlâ hissedilen sonu gelmez terörle savaş faciasını tetikledi.

Guantanamo ve Ebu Gureyb herkesçe bilinir. Guantanamo gözaltı merkezi ABD’nin Afganistan’a savaş açmasından kısa bir süre sonra, sömürge döneminde ABD’nin işgal ettiği Küba toprağında bulunan ABD Deniz Üssünde kuruldu. Pakistan ve Gambiya gibi uzak diyarlarda maddi ödüller peşinde olan kişiler tarafından ABD güçlerine satılan ya da savaş meydanında yakalanan insanlara kadar geniş yelpazede tutsak buraya nakledildi. Sonradan çoğunun savaşçı olmadığı yahut da kendilerine isnat edilen suçlarla yükümlü olmadıkları ortaya çıktı. Bazıları ise bu tutukevinde, tüm suçlardan aklanmış olsalar bile neredeyse on yıllar geçirdi.

Ebu Gureyb tutukevi ise Saddam Hüseyin’in Irak’ında, kimseye anlatılmayan korkuların mekânı olarak zaten ünlenmişti. Ancak ABD güçlerinin Iraklı tutsaklara yaptığı işkencelerin fotoğrafları bir muhbir tarafından sızdırıldı ve bu, ABD’nin Irak’taki tutuklulara yaptığı muamelelerle ilgili skandalın en azından bir kısmının ortaya çıkmasını sağladı. Diğer dehşet verici tutukevleri olan Camp Bucca ve Camp Nama ise Ebu Gureyb’den daha az biliniyor ancak bunlar da en az onun kadar işkence ve zulme sahne olan yerler.

11 Eylül’den sonra ABD’deki güney Asya ve Arap kökenli erkeklerin topluca gözaltına alındığını pek kimse bilmez. Bir aydan biraz fazla bir sürede 1200 kişi tutuklandı ve bu kişilerin hukuki destek almalarına ve kimseyle görüşmelerine izin verilmedi. Pek çoğu cebren soruşturmaya maruz bırakıldı. Diğer pek çoğu ise tutuklulukları süresince kötü muameleye tabi tutuldu. Tutukluların kimisi ortadan kayboldu kimisi de zorla sınır dışı edildi. Sol görüşlü bir medeni haklar örgütü olan Anayasal Haklar Merkezi (İng. “Center for Constitutional Rights”) tarafından gündeme getirilen “Türkmen Ashcroft’a karşı” (Turkmen vs Ashcroft) davası on beş yıldır hâlâ sürüyor.

İngiltere’de ise 11 Eylül 2001 sonrası yürürlüğe konan (ve 7 Temmuz 2005 Londra saldırısından sonra artırılan) terörizm karşıtı tedbirler insanların süresiz ve bedelsiz olarak ev hapsinde tutulması gibi Kafkavari denetim usullerini ihtiva ediyordu. Güvenlik aygıtlarının mütecaviz denetiminin ve izleme faaliyetlerinin artırılması, genelde Güney Asya, Kuzey Afrika ya da Doğu Afrika kökenli belli bazı Müslüman cemaatleri hedefleyerek, grupları fişleyerek ve din ya da memleket temelinde büyük gruplar hâlindeki insanlar üzerinde topluca şüphe uyandırarak sivil özgürlükleri ırkçı bir biçimde kısıtladı.

Tüm Avrupa’da baskıların yoğunlaştırılması, gözetimin artırılması yönündeki aynı uygulamalar ile şüpheli grupların tutuklanması, kuşatılması ya da takibe alınması 2001’den bu yana devam ediyor. Müslüman olmayan grupların gösterileri üzerindeki kısıtlamalar bile artırıldı. Şüpheli addedilen Müslümanların kaçırılmasında ve onların dehşet verici fiziki işkenceye tabi tutuldukları “sıradışı gözaltılar”a (İng. “extraordinary rendition”) maruz bırakılmasında tüm Avrupa ve Kuzey Amerika istihbarat teşkilatlarının ABD’li meslektaşlarıyla gizli saklı iş birliklerinden bahsetmeye gerek yok. Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinin istihbarat teşkilatları bazen soruşturmalara, bazen fiilî adam kaçırmalarla sınır dışı etmelere karışıyorlardı ve nerdeyse her zaman CIA’nın kendi topraklarındaki faaliyetlerinden en az haberdar olanlar da onlardı.

Bugün yine 2015 yılında Paris’te, önce tartışmalı dergi Charlie Hebdo’nun bürosunda, daha sonra ise şehrin eğlenceli ve karışık mahallerinde bulunan birkaç kamusal alanda yaşanan iki saldırının akabinde, aynı uygulamaların esrarengiz bir biçimde tekrarlandığını görüyoruz. Orta Doğu’da bombardıman uçakları, insansız hava araçları ve uçak gemileri konuşlandırılıyor. Paris’te Kuzey Afrikalı ve diğer Müslüman cemaatler kitlesel saldırılara, kapı kapı aramalara, tecrite ve gözetime maruz bırakılıyor. Olağanüstü hâl çağrıları yeniden yoğunlaştı. ABD’de siyasetçiler Guantanamo tutukevinin açık tutulmasını ve savaşta ele geçirilen IŞİD tutsaklarının oraya yerleştirilmesini yeniden tartışıyorlar. Avrupa ve Kuzey Amerika şehirlerinde şiddet kullanan militan grupların, ABD ile Avrupalı müttefikleri tarafından gerçekleştirilen bu acımasız faaliyetlerden doğup doğmadığı pek de bilinmiyor: Irak Ordusunun dağıtılması, bilhassa Camp Bucca’nın da içinde olduğu ABD tutsak kamplarındaki sıradan tutukluların radikalleştirilmesi, Irak (ve tabii ki temelde baskıcı rejimin sorumlu olduğu Suriye’de) toplumsal dokunun yok edilmesi ve bölgede ABD ittifak ve karşıtlık hattı boyunca husule getirilen yeni bir soğuk savaş havasındaki taşeron savaş…

Bu felaketlerin yinelenme sebepleri arasında her zaman unutulan şey devlet dışı militan örgütlerin kullandığı en etkili taktiklerden birinin kararsız toplulukları karar vermeye zorlamak için çatışmayı kutuplaştırdıklarıdır. Kutuplaştırma taktiği, bir devletin sivillerine ya da altyapısına karşı yapılan bir saldırıya, bu devletin büyük bir ihtimalle orantısız bir şekilde karşılık vereceği varsayımına dayanır. Bu orantısız cevap da genelde saldırının faillerinin faaliyetlerinden sorumlu tutulan “şüpheli cemaatler”e karşı toplu cezalandırma şeklinde verilir. Bu şüpheli cemaatlere karşı gerçekleştirilen baskıcı faaliyetler, nihayetinde, üzerinde baskı kurulan bu topluluk ya da grubun üyelerini yabancılaştırır. Buradaki varsayım, kararsız toplulukların kutuplaşma yoluyla militan gruplara doğru itileceği yönündedir.

Kutuplaştırma taktiği bilhassa devlet eylemlerinin dejavu niteliğinden dolayı genelde muazzam ölçüde etkilidir. Devletler her zaman hem iç hem de dış baskı gücünü kendi ellerinde toplamak ve tahkim etmek ister. Yıkıcı olaylar genelde -devletin gözetimini, takip ve cezai yeterliklerini artırmak maksadıyla- yürürlüğe konacak zaten tasarlanmış olan yasaların ve hâlihazırda üretilmiş bulunup hayata geçirilmek için sebep beklenen güvenlik aygıtlarının bahanesi olarak kullanılır. 2001’den bu yana (ve hatta bundan çok daha önceleri) verilen cevap devletin tutsaklık, kuşatma ve denetim politikalarıyla denizaşırı kontrgerilla savaşına girmesi veya terörizm karşıtı faaliyetlere başvurması (insansız hava aracı ya da havadan bombardıman aracı kullanımı, özel operasyonlar ve taşeron savaşı) veya yalnızca, dünya çapında geniş askerî üs ağları kurmak suretiyle denizaşırı yerlerdeki mevcudiyetini desteklemesi şeklinde idi.

İçeride ise devletin kontrol altında tutmak durumunda olduğu toprakların her köşesine derinlemesine erişimini sağlaması için öncelikle baskıcı tedbirler artırılır. İktisadi problemlerin ve artan yabancı düşmanlığının hararetli ortamında bu baskıcı tedbirler marjinalleştirilmiş azınlık cemaatlere karşı mevzilendirildiği sürece ülke nüfusunun sağ kanat siyaset aktörlerinin demagojilerine yatkın kesimleri arasında destek bulur. Bu senaryoya dair en ümit kırıcı şey ise belki de, aynen Eylül 2001’de olduğu gibi, savaş çığırtkanlığı ve iç baskının nerelere götüreceğini bir nebze biliyor olmamızdır. Biliyoruz ki denizaşırı ülkelerde bir felaket yaşandığı zaman, bunlara şu veya bu şekilde -fakat genelde şiddetle- cevap verme eğiliminde olan yeni militan aktörler ortaya çıkacaktır. Biliyoruz ki, genelde sağ kesim öncülüğünde azınlıkların içeride marjinalleştirilmesi bu en savunmasız kitleler üzerindeki toplumsal baskının artmasına yol açar. Terör ortamı hissedilir niteliktedir. Sivillere yapılan saldırıları bu baskının gerekçesi olarak kullanan devletlerimizin ise bu ortamın yaratılmasındaki payı oldukça büyüktür.

Fotoğraf: ©Flickr.com/Justin Norman

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Diğer Gündem Yazıları

Son Yüklenenler