“Yanlış Muhataplarla Kaybedecek Vaktimiz Yok”
Muhammad Sameer Murtaza Weltethos Vakfı bünyesinde siyaset ve İslam bilimcisi olarak faaliyet gösteren Muhammad Sameer Murtaza ile Müslüman erkek tartışmasında Müslüman cemaatin pozisyonu üzerine konuştuk.
Yılbaşı gecesi Köln’de yaşananlar hakkındaki haberleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yapılan haberler, Almanya ve Avrupa’nın durumuna ilişkin ilginç bilgiler veriyor. Köln tren garında bir dizi hırsızlık ve cinsel saldırı gerçekleşti. Ayrıca iki tane de tecavüz suçlaması söz konusu. Bu suçların alkol ve uyuşturucu etkisinde bulunan, aralarında mültecilerin de bulunduğu Kuzey Afrikalı erkekler tarafından işlendiği iddia ediliyor. Polis yeterli ekip gücüne sahip olmadığı için durumu kontrol altına alamamış. Böyle konularda genelleme yapmaksızın açıkça konuşabilmemiz gerek.
Peki bu tartışma nasıl gelişti? Kuzey Afrikalı adamı suçladık, daha sonra bu Arap adamın kim olduğu sorusunun ortaya atılması ile tartışmayı genişlettik ve bu olaylardan İslam ve İslam’daki erkek/kadın tablolarının mesul olup olmadığı sorusuyla tartışmayı zirveye taşıdık. İslam ve Müslümanlarla hiç ilgisi olmayan bir durum, şimşek hızıyla İslam ve Müslümanlarla ilişkilendirildi. İslam defalarca Batı kültürü için bir tehdit olarak lanse edildi ve böylece toplumsal bir “Biz-Siz” zihniyeti ortaya koyuldu. Bu süreçte biz Müslümanların da suçu var. Biz, İslam ve Müslümanların entegrasyon ve göç konularından ayrı tutulması gerektiğini yeterince yüksek sesle dile getiremedik.
Entegrasyon sorunları İslam’a atfediliyor. Alkol ve uyuşturucu etkisindeki Kuzey Afrika kökenli bir zanlı, Müslüman olarak damgalanıyor, çünkü Alman olmak ve Müslüman olmak baskın toplum tarafından birbirini dışlayan zıt kavramlar olarak anlaşılıyor. Böylece Müslüman olmak -mantıksız bir şekilde- etnik bir cemaat olmak anlamına geliyor. Yine de şu soruyu sormak lazım: Konu İslam ve Müslümanlar olduğunda neden medyanın ve toplumun büyük bir bölümünde bir algı kapanması meydana geliyor?
Köln’de yaşanan olaylar sizce istismar edildi mi?
Burada tarihî arka plana bir göz atmak gerek: Haham Arthur Hertzberg, 18. yüzyılın ortasında Avrupa’nın en zeki insanlarının “Yahudi sorununa” yöneldiklerini yazmıştır. O dönemde yavaş yavaş, Yahudilere karşı uygulanan ayrımcılığın haksızlık olduğu inancı oluşmuştu, fakat onlara uygulamada nasıl yardım edileceği bilinmiyordu. Karmakarışık birçok çözüm önerisi üzerinde tartışılmıştı. Bazıları Yahudileri atalarının vatanına geri göndermenin en iyi çözüm olacağını savunuyordu. Diğerleri Yahudilerin yaşam standartlarını yükseltebilmeleri için onlara daha fazla ekonomik hak tanınmasından yanaydı. 18. yüzyılın sonunda aydınların bulduğu çözüm ise, sorunlu azınlıkların topluma katılmalarına izin verilmesi idi. Ancak Haham Hertzberg’in ifadesine göre buna karşılık Yahudilerden değişmeleri ve Batı kültürünün, iş birliğine açık, aydınlatılmış birer üyesine dönüşmeleri beklenmişti.
Karşılaştıkları bu zorlu durum karşısında Yahudi cemaati farklı yollara gitmiştir. Bazıları sosyal bir yükseliş elde etmek ve saygı görmek için asimile olmaya hazırdı, bazıları ise inatla Avrupa toplumundaki çoğunlukların, azınlıklar için de alan açması gerektiğini savunuyordu. İlerleyen 300 yıl içinde amansız bir şekilde çoğunluk toplumunda Yahudi azınlıklarının tanınması tartışıldı. Tekrar tekrar azınlıkların aydın Avrupa’da yeri olmadığını savunan akımlar ortaya çıktı. Asimilasyon tüm farklılıkları tamamen ortadan kaldırmanın tek yoluydu. Hertzberg’e göre bu hırsın en sert yansıması Nasyonal Sosyalizm ideolojisi doğrultusunda saf bir ulusal toplum oluşturulması isteğiydi. Buna göre Yahudi soykırımı Aydınlanmada yeni bir boyut değil, bu hırsın en koyu yönlerinin vücut bulmuş hâliydi.
Dolayısıyla Aydınlanmanın Avrupa’da algılanmayan, zira Avrupalılara kendilerini küresel çapta kültürel açıdan daha üstün hissetmelerini sağlayan ve otomatik olarak diğer kültürleri daha değersiz görmelerine sebep olan karanlık bir tarafı da vardır.
Tarih maalesef tekerrürden ibaret. “Yahudi sorunu” ile günümüzdeki “Müslüman sorunu” arasında paralellikler var, zira günümüzde de “aydın” Alman toplumu diğerlerinden, Almanlara uygun olmayan kültürel alışkanlıklarından vazgeçmelerini ve geleneksel Alman toplumu tablosu korunacak şekilde Alman kültürüne uyum sağlamalarını bekliyor. Bu beklentili tutum entegrasyon fırsatı olarak süsleniyor ve kimliğini kendi kültürü ve dini ile ifade etme hakkı arayanlar “uyumsuz” olarak şeytanlaştırılıyorlar.
Köln’deki olaylar, kolektif bilinçaltına, dinî azınlığı belirsizce asimilasyona zorlamaya yönelik baskıcı mesajlar vererek istismar edildi. Ve aslında böylece Avrupa’daki esas soruna geliyoruz: Mesele aslında Müslümanlar değil, dindar ve özgüvenli bir azınlığın varlığını kendisi için tehdit olarak gören otokton Avrupalı kültürlerin yetersiz ve boş kimlik algısı. Şimdi kimlerin kendilerinden olmadığı konusunda hemfikir olan yeni bir ittifak kurularak Avrupa tarihine ilişkin yeni bir “destan” yazılmaya çalışılıyor. Fakat kendini sadece dışlamalarla tanımlayan bu kimlik bomboş aslında.
“Başörtülü kızın” yerini “Müslüman erkek” mi aldı artık?
Hayır. “Müslüman erkek”, dışlamaya dayanan bu Avrupalı kimlik arayışı sürecinde, Avrupalı Müslümanların sırtından, Avrupa’nın kimliğini yapılandırması öngörülen unsurlardan sadece biri. Ancak “Müslüman erkek” konusunun dikkate alınması gereken diğer bir yönü daha var. Avrupalı gayrimüslim erkeğin tedirginliği.
Kısa bir süre öncesine kadar Saksonya Anhalt Dilbilimciler Derneği Yönetim Kurulu Başkanı olan Dr. Jürgen Mannke bir makale ile Alman genç kızlarını ve kadınlarını Müslüman erkeklerle birlikte olmamaları konusunda uyardı. Dr. Mannke aynı zamanda Müslüman erkeklerin baskın, çekici ve güçlü olduklarını ve oldukça erkeksi bir karizmaları bulunduğunu, dolayısıyla özellikle Alman kadınları için hiç şüphesiz çok cezbedici olduklarını söyledi. Eğer bu ifadelerden çıkarım yaparsak gayrimüslim Alman erkeklerinin tüm bu özellikleri artık taşımadığı sonucuna varabiliriz. Gayrimüslim Alman erkeği kendini zayıf beta erkeği olarak hissederken, Müslüman erkek üstün alfa erkek olarak algılanmaktadır.
Burada Müslüman erkek, partner seçiminde “saf Alman ırkını” tehlikeye sokan, cinsel açıdan güçlü rakip olarak algılanmaktadır. Burada “Müslümanlar bizden kadınlarımızı alıyor” mantığı söz konusu. Sanki buradaki kadınlar kendilerine eş olarak kimi seçeceklerine kendileri karar veremiyorlarmış gibi. Böylece, artık erkekliğin ne anlama geldiğini bile bilmeyen gayrimüslim Alman erkeklerinin tedirginliği, Müslüman düşmanlığının da kaynağı hâline geliyor.
“Müslüman” bir erkeğin eşine şiddet uygulaması, namus cinayeti işlemesi veya yılbaşında yaşanan olaylardaki gibi alkol içmesi mümkün mü? İkisi nasıl bağdaştırılabilir?
Bu bakış açısına bağlı. Soruyu yöneltme biçiminiz bana, benden “hayır” cevabı almayı beklediğiniz izlenimini veriyor, sonuç olarak ideal Müslüman namus cinayeti işlemez, içki içmez ve tabii ki eşine şiddet de uygulamaz. Öyle değil mi? Fakat ideal Müslüman sadece kitaplarda mevcut.
İnsan olarak gelişimimiz sırasında sadece dinî esaslardan değil, genel kişiliğimizi şekillendiren birçok farklı faktörden etkileniyoruz. Din bizi farklı derecelerde daha iyi bir insan yapabilir fakat bu mükemmel yapacağı anlamına gelmez. Öte yandan İslam tüm Müslümanların yaşamlarında merkezi bir unsur değil, diğer unsurlardan sadece bir tanesi ve hatta ikincil öneme sahip. Her biri bir birey olan ve 1.5 milyar insandan oluşan büyük cemaatimize gerçekçi bir gözle bakarsak Müslümanların hem barış elçisi hem de zorba, hem iyi bir koca hem de kötü bir koca olabileceklerini kabul etmemiz gerek. Hepimizin bu hayatta ayağı takılabilir, hepimiz düşebiliriz ve hepimizin daha iyi bir insan olmak için tekrar ayağa kalkacak gücü olmayabilir.
Köln’deki saldırılardan sonra Müslüman cemaatler de cinsel şiddeti eleştirdi. Normal zamanlarda cinsel şiddet Müslümanların gündeminde mi?
Şu ana kadar değil, ama olmalı. Burada iyi bir Müslüman’ın eşine şiddet uygulayıp uygulamayacağına dair sorunuzu biraz daha derinleştirelim. İlahi vahiyde şu âyetin olduğunu göz ardı edemeyiz: “Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Başkaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.” (Nisa suresi, 4:34)
Bu âyet ilk bakışta kadını eğitmek için evlilikte şiddet uygulanmasını meşrulaştırıyor gibi görünmektedir. Karı-koca eşdeğer değildir ve eşit haklara da sahip değildir. Şiddeti eşine karşı “pedagojik eğitim aracı” olarak kullanma hakkı erkeğindir. Birçok âlim, kadının dövülmesini bu ayet ile gerekçelendirmiştir. Hatta erkeğin karısını nasıl dövmesi gerektiğini anlatan kitaplar bile vardır. Sonuç olarak bizim için çok rahatsız edici bir gerçeği daha fazla yalanlayamayız, Müslüman cemaatte erkeğin kendi eşine şiddet uygulaması geleneği mevcut. Fakat aynı zamanda, aynı âyete dayanarak kadına karşı her türlü şiddeti yasaklayan bunun karşıtı bir gelenek de mevcut. Müfessir Muhammed Esed, Allah’ın elçisinin kadına yönelik şiddete karşı, yukarıda adı geçen âyet indirilmeden önce de sonra da reddedici bir tutum içinde olduğunu açıklamaktadır. Bununla birlikte Allah’ın elçisi koyu ataerkil bir toplumda yaşamaktaydı. Onun bu tutumu, eşlerini cezalandırmayı doğal hakları olarak gören Müslüman erkekler tarafından artan bir dirence yol açmış olmalıdır. Sonunda Allah yukarıda adı geçen âyeti indirdi ve durum tekrar yatıştı. Peygamber ilahi vahyi şu sözlerle yorumlamıştır: “Ben bir şey istedim ama Allah başka bir şey takdir etti ve Allah’ın takdiri en hayırlısıdır.” Âyeti analiz ettiğimizde elçinin bu sözlerle kesinlikle şiddet uygulama iznini değil, Allah’ın erkeklerin eşlerine karşı şiddet uygulamalarını zorlaştırmasını kastettiğini anlarız. Peygamber kadınlara karşı şiddetin devrimci bir şekilde derhal yasaklanmasını istiyor, Allah ise bunu adım adım gerçekleştirmeyi uygun görüyordu. İlahi âyeti ataerkil Arap toplumunu göz önünde bulundurarak incelediğimizde, kadın tarafından hayâsızlık, manevi zulüm ve ihlallerin gerçekleştirilmesinin söz konusu olması durumunda erkeğin fevri bir kararla boşanması veya durumu şiddet uygulayarak değiştirmeye çalışması engellenerek kendisinden ciddi bir görüşme gerçekleştirilmesi istenmektedir. Bunun bir sonuç vermemesi durumunda burada belirtildiği üzere cinsel açıdan onlardan uzak durarak araya mesafe konulması istenmiştir. Antik Çağ ve Orta Çağ’da yaygın olarak uygulanan kadının şiddet ile cezalandırılması burada en sona bırakılmıştır. Buradan Allah’ın amacının Peygamberin amacıyla örtüştüğü anlaşılmaktadır: Allah cinsiyetler arası şiddetten nefret eder. Bu âyet kadınlara şiddet uygulanmasına verilen bir izin olarak değil, -zira erkekler eşlerini bu âyetten önce de dövüyorlardı- şiddete getirilen bir engel olarak anlaşılmalıdır. İlk Müslümanlar bunu çok iyi anlamış ve dövme kavramını erkeğin uyguladığı şiddetin tekrar engellendiği sembolik bir eylem olarak yorumlamışlardır. Ama aynı zamanda ne kadar üzücü de olsa itiraf etmemiz gerekir ki, eşlerini döven birçok sahabe de mevcuttu. Aksi hâlde Allah’ın elçisi Veda Hutbesinde Müslüman erkeklerden açık bir şekilde eşlerine iyi muamele etmelerini istemek zorunda kalmazdı.
İlahi vahiy sadece belli bir alanda ve insanlık tarihinin belli bir dönemi için geçerli olan kısıtlı tarihî bir belge değildir. İlahi vahiy, Peygamberin döneminin ötesine de rehberlik eder ve Müslümanlardan başlatılan Kur’an reform sürecini bireysel sorumluluk üstlenerek toplumsal ilişkilerin geliştirilmesi şeklinde devam ettirmelerini talep eder. Bu aynı zamanda ilahi vahye ilişkin ataerkil tefsirleri ve Kur’an’a aykırı olan sahih olmayan ataerkil hadisleri eleştirel bir şekilde tartışmamız gerektiği anlamına da gelmektedir. Eğer bunu yapmazsak o zaman Müslüman dinî cemaatlerde kadın düşmanı gelenekler varlıklarını sürdürmeye devam edecektir.
Müslümanlar kendilerine bir konu dayatıldığında genellikle savunmacı bir pozisyon alıyorlar. Aynı durum “ataerkillik” konusu için de geçerli. Müslümanlar arası makul bir tartışma gerçekleştirmek için ne gerekir?
Bunun için gerekli olan ön koşul, İslam içi çoğulculuğa izin vermeye müsait Müslümanlar arası bir tartışma kültürünün oluşması. Şu anda ne bir tartışma kültürü, ne de İslam içi hoşgörü mevcut değil.
İçimizden hiç kimse ilahi vahyi anlama konusunda özel ve arınık bir konuma sahip değil. Sahip olduğumuz ve olabileceğimiz tek şey tefsirler. Fakat her bir tefsir incelenen şeyin kreatif bir özümsemesi aynı zamanda. Sonuç olarak müfessirin ilahi vahiyden çıkardığı anlam da sadece kendisinin anladığıdır ama bu asla herkesin aynı şeyi anladığı anlamına gelmez. Oysa din, toplumu yapılandırmak ister. Bu sebeple Müslümanlar arasında, ümmetin toplumsal yapısını çökertebilecek rastgeleliği önlemek için tüm hermenötik yorumları ve tefsirleri elden geçiren bireyler üstü bir tartışmaya ihtiyaç var. Bu nedenle ümmet, tartışmalarda sadece argümanların otoritesinin önem taşıdığı, hâkimiyetin nötralize edildiği ve hükümranlıktan azade bir alan olmalıdır. Burada devletin gücü, ekonomik menfaatler ve medyatik popülarite vaatleri süspanse edilmelidir. Böylece ümmet içinde ideolojik oluşumların yapılanmasına olanak verilmemiş olur. Böylece ümmet, içinde özgürce tartışılabilen ayrı bir kurum özelliği kazanır. Hiyerarşinin bulunmadığı ümmet açık bir yapıya bürünür, yani her Müslüman tartışmalara katılabilir.
Bazı Müslümanlar, kadınların kıyafetlerini ve toplum içindeki davranışlarını kadınlara yönelik cinsel şiddetin sebeplerinden biri olarak görebiliyor (“Açık giyindi, hak etti” gibi). Diğer taraftan David Cameron Müslüman kadınlara “geleneksel kölelik” yakıştırmasını yaparak radikalliğin Müslüman kadınlardan kaynaklandığını söylüyor. “Müslüman kadın” bu damgalayıcı tartışmalardan nasıl kurtulabilir?
Herkesle tartışmayarak. Ben bir cemaatin gücünün sınırları olduğuna inanıyorum. Bu gücü, amacı bizimle birlikte dünyaya yapıcı bir katkı sağlamak olmayan gruplarla tartışarak boşa harcayamayız. Tahrik edilmek yerine teşvik edebilmek için, öz irademizle, olumlu sonuçlara varabileceğimiz muhataplar seçmeliyiz. Bizim, İslam’a ilişkin ön yargılı düşüncelerini doğrulatmak gibi bir amacı olmayan yanlış muhataplarla kaybedecek vaktimiz yok.