Avrupa’ya Mülteci Akımının Sınırlandırılması: Hukuki Perspektif
Mülteci krizinde Avrupa Birliği içerisindeki her ulus devletin farklı uygulamaları söz konusu. Bunların Avrupa hukukuna uygunluğu ise tartışılması gereken en önemli konulardan biri.
Eylül 2015 tarihinden beri Balkan rotasını kullanarak özellikle Suriye, Afganistan ve Irak gibi savaş bölgelerinden gelen mülteci akımı Avrupa Birliği (AB) içindeki dayanışmayı da zorlu bir teste tabi tuttu. 4 Eylül tarihinde Alman hükûmeti Macaristan sınırındaki mültecilere Dublin III Yönetmeliği’nin istisnai bir maddesinden yararlanarak doğrudan ülkeye giriş imkânı tanıdı. Mülteciler için sorumluluk taşıyan ülkenin ilk giriş yapılan ülke olması kuralından istisna olarak neredeyse altı aydan uzun bir süre devam eden mültecilerin “kontrolsüz geçişi” uygulaması gelişmiş oldu.
Bu uygulama Dublin sisteminin pratikte uygulamadan kalkmasına ve devamında Schengen sınır kodeksi kullanılarak mültecilerin giriş ve kayıtlarının daha iyi kontrol edilmesi amacıyla AB dâhilinde sınır kontrollerinin tekrar uygulanmasına yol açtı. Bunun neticesinde Avusturya hükûmeti tarafından ocak ayında deklare edilen ve günlük kontenjanlara bölünerek hayata geçirilen yıllık üst sınır uygulaması (2016 yılı için 37.500 mülteci) mültecilerin yığılmasına sebep oldu. Batı Balkan rotasındaki diğer bazı ülkelerin de bu uygulamaya katılması ve Makedonya sınırının kapanmasıyla Yunanistan tekrar “ilk kabul ülkesi” konumuna geldi.
Avrupa Hukukuna Uygunluk
Bu münferit ulusal uygulamaların uluslararası hukuk ve Avrupa hukuku açısından değerlendirilmesi şart. Bu anlamda öncelikle AB üyesi ülkelerin uluslararası hukuk ve Avrupa hukuku uyarınca tabi oldukları ve 1951 Cenevre Mülteci Sözleşmesinin 33. Maddesinde geçen geri gönderme yasağına uymaları gerekmektedir. İltica başvurusunda bulunan kişinin can güvenliği tehlikede olan bir ülkeye sınır dışı edilmesini yasaklayan bu madde uyarınca, ülkeler AB’nin Yunanistan, İspanya ve Malta gibi dış sınırlarından girişte ve AB dâhilindeki sınırlarda yapılan bugünkü adıyla “uluslararası koruma” başvurularını değerlendirmek zorunda.
Burada bireysel bir temel hak değil, devletlerarası bir sorumluluk söz konusu. Bu hak ortak bir Avrupa Mülteci Sistemi kurulması sürecinde Dublin III Yönetmeliği, Kabul Yönergesi, Mülteci Prosedürleri Yönergesi, EURODAC Yönetmeliği ve Kalifikasyon Yönergeleri ve Kitle Akım Yönergeleri ile Avrupa hukukunda yer almaktadır. Dublin III Yönetmeliğinin uygulanmaması ile bu sistemin temellerinden biri yıkılmıştır.
Bugün mülteciler bağlamındaki istisnai hükümlerin sadece “geçici istisna”lar olarak görülüp görülmediği ve bunların uzun vadeli kullanılarak istisna değil kural hâline gelip gelmeyeceği tartışmalıdır. Ancak bu bağlamda Almanya federal hükûmeti tarafından uygulanan “açık sınır politikası” eleştirilirken göz önünde bulundurulması gereken husus, Dublin sisteminin en baştan beri ana sorumluluğu AB’nin dış sınırlarındaki ilk giriş ve iltica başvurusu yapılan ülkelere (bilhassa Yunanistan ve İtalya) yükleyen sistem bozukluğudur.
Kabul Yönergesinin ilk giriş ve kayıt ülkeleri için öngördüğü koşulların arasında mültecilerin kayıt işlemlerinin, kimlik tespitinin ve ihtiyaç tedarikinin insan onuruna yakışan koşullar altında gerçekleştirilmesi vardır. İlgili ülkelerde bu şartlara uygunluk sağlanması noktasında eksiklikler meydana gelmiştir. Lüksemburg’da bulunan Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD) ve Strazburg’daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından verilen iki kararda iltica başvurusunda bulunanların Yunanistan’a geri gönderilmesi, bu koşullarda eksikliklerin bulunması nedeniyle Avrupa hukukuna ve insan haklarına aykırı olarak değerlendirilmiştir. “Sıcak noktalar“ olarak adlandırılan mültecilerin ilk kabul noktalarının (beş Yunan adası, altı İtalyan kurumu) bu krize kısa süreli çare olup olamayacaklarını zaman gösterecek. Öte yandan AB’nin kendi gözetimi altında mülteci kampları oluşturmak için çok daha önceden harekete geçmesi gerekirdi, zira bunun için gerekli olan yetkiler sözleşmelerde mevcuttu.
Türkiye-AB Geri Kabul Anlaşması
7 ve 17/18 Mart 2016 tarihlerinde AB ve Türkiye arasında 20 Mart 2016 tarihinden itibaren yürürlüğe giren Geri Kabul Anlaşması, yasa dışı yollarla Türkiye’den Yunanistan’a geçen mültecilerin iade edilmesini ve buna karşılık Türkiye’den Suriyeli mültecilerin yasal yollarla AB’ye alınmasını öngörüyor. Bu anlaşmanın Türkiye üzerinden AB ülkelerine hareket eden mültecileri caydırması hedefleniyor.
Fakat bu modelin Avrupa ve uluslararası hukuka uygun olması için aranan önkoşul, Türk-Yunan İade Protokolü ve 1 Haziran 2016 tarihinde yapılması planlanan AB Türkiye İade Anlaşması gereğince yapılan iadelerde, Türkiye’nin Sığınma Prosedürleri Yönetmeliği uyarınca “güvenli üçüncü ülke” olarak sınıflandırılmasıdır.
Bu sınıflandırma ise Türkiye’nin 1951 Cenevre Mülteci Sözleşmesi’ne 1967 yılında yapılan ek protokolü imzalamamış olması ve bu nedenle Cenevre Mülteci Sözleşmesinden doğan hakları sadece Avrupalı mültecilere tanıyor olmasından dolayı mümkün değildir. Güvenli üçüncü ülke statüsünü kazanmak için Türkiye’nin ulusal yasa ve uygulamalarını değiştirmesi gerekir. Avrupa Konseyi, Yunanistan’daki gibi Türkiye’deki ulusal yasaların da uyarlanması gerektiğine ve salt niyet beyanlarının yeterli olmadığına Ortak Eylem Planı ile dikkat çekti. Ayrıca Yunanistan’a geçen mültecilerin sığınılan ilk devlet olan Türkiye’de ilticacı olarak yasal bir statü elde edip etmediklerinin de ayrımı yapılmalı, zira bu durumda iadenin gerçekleştirilmesi daha kolay olacak. Ancak bu koşul vakaların çoğunda geçerli olmayacağı için, AB ülkelerinde yapılan iltica başvurularını reddedebilmenin tek yolu, Türkiye’nin “güvenli üçüncü ülke” statüsünde kabul görmesidir ki bu da 1951 Cenevre Mülteci Anlaşmasının sadece Avrupalı mülteciler için geçerli olması, böylece özellikle Arap ülkelerinden gelen mülteciler için güven sağlamaması sebebiyle mümkün değildir. Ayrıca kişinin baskıcı ve zalim bir devlete veya iç savaşın bulunduğu bir ülkeye iade edilmemesi ve iltica başvurusunun gerçekten uluslararası standartlar uyarınca gerçekleştirilebilmesi sağlanmalı.
Bu sebeple Avrupa Konseyi ve Avrupa Komisyonu Türkiye’nin “ilk kabul ülkesi” olarak tanınmasını ve “güvenli üçüncü ülke” olarak bu ülkeye iade olanağını vurgulamış, bu ayrıma Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) de 2001 yılındaki kitlesel kaçış hareketleri olgusunda dikkat çekmişti. Her iki durumda da iltica başvuruları Mülteci Prosedürleri Yönergesi uyarınca “geçersiz” olarak reddedilebilir. Ancak Yakın Doğu’dan Yunanistan’a giriş yapan mültecilerde başvurunun incelenmesi, ayrıca kişinin dinlenmesini ve yasal hakların korunmasını da kapsayan özel bir değerlendirme gereklidir. Bunun dışında mültecinin Türkiye’ye iadesi durumunda bu ülkedeki güvenliği ve savaşın hâkim olduğu diğer ülkelere sınır dışı edilme tehlikesi de hızlandırılmış bir süreçle denetlenmelidir.
İster Yunanistan’dan ister Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) yardımı ile Türkiye’den olsun, AB üyesi ülkelerin mültecilerin ülkelere eşit paylaşımı noktasındaki mevcut tepkileri hâlâ utanç verici bir tablo oluşturmaktadır. Avrupa Konseyi de 17/18 Mart tarihinde, AB-Türkiye anlaşmasının paylaşım konusunda yeni yükümlülükler getirmemesi hâlinde Birlik üyeleri arasında dayanışsal bir mülteci politikasının başarısızlığa uğrayacağını itiraf etmiştir. Ancak bu zorunlu yükümlülükler olmadan deniz yoluyla Yunanistan’a çıkan veya Türkiye’den gelen Suriyeli mültecilerin adil olarak paylaşımı gönüllü olarak gerçekleşmeyecektir. Böylece sözleşmede birçok kez yer alan, özellikle mülteci politikasında (Avrupa Birliği’nin İşleyişi Hakkında Antlaşma Madde 80: “Sorumlulukların adil paylaşımı”) özel bir anlam ifade eden ve AB değerler birliğinin merkezi bir prensibi olan “dayanışma prensibi” içi boş bir ifade olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor.