'Dosya: "Avrupa’ya Gelen Mülteciler"'

“Siyasiler Mültecilerin Sırtından Kazanıyor”

Mülteci kriziyle Avrupa’da bitimsiz bir tartışma alevlendi. Notre Dame Üniversitesi Antropoloji Bölümünden Maurizio Albahari ile sığınma hakkının bir lütuf olarak görülmesini konuştuk.

Mültecileri “devletler arasındaki boşluklarda sıkışmış insanlar” olarak tasvir ediyorsunuz: Biraz açar mısınız?
Mülteciler devletlerin güvenlik ve temel insan haklarını temin etme sorumluluğunu üstlenmediği ya da üstlenmek istemediği kişiler. Devletler kendi vatandaşlarına karşı sorumluluklarını örneğin savaş zamanlarında yerine getiremeyebilirler. Diğer zamanlarda din, uyruk ya da siyasi nedenlerle kendi vatandaşlarının bir kısmına ayrımcılık uygulayabilir, hatta onları “devletsiz” kılabilirler. Teoride bu insanlar kaçmış oldukları ülkeleri dışında başka bir ülkeye sığınma talebinde bulunma hakkına sahipler. Pratikte ise son yirmi yıldır ortaya çıkan yaklaşım bunu önleme amaçlı. Devletlerin kendi sınırlarından çok uzakta olası güvenli bölge arayışları sürüyor. İnsanlar bu kaçışta kendilerini uluslararası sınırlarda buluyor. Buralarda zor koşullarda ya da birkaç gün içerisinde kurulan derme çatma mülteci kamplarında beklemek zorunda kalıyorlar. Dikenli tel ve duvarların varlığı bu engelleme yaklaşımının en açık örneği. Fakat sığınmacılar bir yandan da uluslararası sularda, Akdeniz’de ya da Andaman Denizi’nde (özellikle Rohingya sığınmacıları) mahsur kalıyorlar. Kimse onların karaya çıkmasına izin vermiyor. Daha genel konuşursak “sığınma talebi” hakkı devletin verdiği “sığınma talep etme müsaadesi”ne dönüşmüş durumda. Kimse özellikle Avrupa Birliği’ne üye ülkelerde kaçakçılara ödeme yapmadan bu müsaade için başvuramıyor. Hakların müsaadeye dönüşmesiyle birlikte pek çok mülteci canlarıyla bu bedeli ödemek zorunda kalıyor.

Akdeniz dünyanın en ölümcül sınırı. Onu en ölümcül kılan kimler ya da neler?
Yıllardır yaşamını yitiren ya da kaybolan insanların sayısına bakıldığında (BM Mülteci Ajansı UNHRC verilerine göre bu rakam yalnızca 2015’te 3.771 idi) ve yirmi yılı bulan sığınmacı ölümleri de hesaba katıldığında Akdeniz dünyanın en ölümcül sınırı, evet. Bu ölümlere doğrudan yol açan izinsiz geçiş koşulları. Zira kaçakçılar kârı maksimize edip yakalanma ya da finansal kayıp risklerini en aza indirmek için uğraşıyorlar. Bu da şu anlama geliyor: Taşıma botlarında yetersiz benzin, haddinden fazla insanla doldurulmuş taşıma botları, yolcuların yeterli temiz su ve (sağlam) can yelekleri almalarına müsaade edilmemesi, botların idaresinin tecrübesiz mültecilere teslim edilmesi ve denize dayanıklı olmayan balıkçı tekneleri ile ucuz sandalların kullanılması. Bu bariz ihmallerin ve Akdeniz-aşırı göçlere neden olan post-kolonyal, ekonomik, demografik ve insan hakları sorunları bir yana şunu anlamak gerek: Akdeniz her zaman bir dolaşım ve ulaşım alanı olagelmiştir. Ancak yukarıda bahsettiğimiz engelleme yaklaşımları, sürekli izleme, gözetleme ve takviye programlarıyla birlikte Akdeniz’deki boğazların, özellikle Tunus, Sicilya, Fas ve İspanya arasının mültecilere kapatılmasına neden oldu. Bu durum daha uzun ve daha tehlikeli rotaların oluşmasına yol açtı. Sayısız milletten insanın kullandığı Libya (daha nadir olarak Mısır) ve İtalya rotaları buna örnek olarak gösterilebilir.

Kaçakçıların kirli pazarı esnasında mültecilerin ölmesi “yeni bir dönem sorunu” diyorsunuz. Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki mülteci antlaşması bu sorunu bitirebilir mi?

Son haftalarda Yunan adalarına ulaşan mülteci sayısında azalma var. Yine de Yunanistan’da karaya çıkan 46 bin civarı mülteci mevcut. Bunlardan her biri insan hakları açısından kaygı sebebi ve kaçakçılar için de birer müşteri konumundalar. Bununla beraber tarihsel olarak yurtlarındaki şiddetten kaçan bazı gruplar (özellikle Afganlar), Yunanistan ve Türkiye’yi geçiş ülkeleri olarak kullandılar. Bahsi geçen bu anlaşma hâlihazırda Türkiye’de bulunan mültecilerin yalnızca küçük bir kısmını Avrupa Birliği ülkelerine gönderiyor ve yalnızca Suriyeli sığınmacılara odaklanıyor. Aynı zamanda geçtiğimiz yıllarda deniz kaçakçıları istihbarat konusundaki kabiliyetlerinin ne kadar ileri düzeyde olduğunu fazlasıyla kanıtladılar. Bu kaçakçılar değişen kısıtlamalara hızla çözüm buluyorlar, yeni iş fırsatları ve alternatif rotalar geliştiriyorlar. Bunlar insan göçlerinin sebebi değil, taşıyıcıları; esas olarak da uluslararası sınırlar ötesinde sığınmacı hareketliliğini tekellerinde bulunduruyorlar. Bu anlaşma en azından şimdilik Ege ötesine olan göçleri hafifletmişe benziyor. Ne var ki mültecilerin ve AB içerisinde aile birleşimi yapmaya çalışan ya da şu an Türkiye’de mülteci tesislerinde yardım görmeyen diğer yurtsuz insanların ihtiyaçlarını karşılıyor mu? Kendimize bunu sormamız gerek.

Avrupa hangi devletin kaç tane mülteci kabul edeceği konusunda anlaşmaya varamıyor. Hatta bazı ülkeler bu sorumluluğu tamamen reddetti. Bu durum ahlaki değerlerin çöküşü mü?

Geçen yıl AB ülkeleri hâlihazırda Yunan ve İtalyan topraklarında bulunan bilhassa Suriyeli ve Eritreli 160 bin mülteciyi kendi aralarında dağıtma konusunda anlaştı. Şimdiye dek yalnızca binden biraz fazla mülteci yerleştirildi. Bununla birlikte 28 AB devletine ulaşan mülteci sayısıyla Türkiye, Ürdün ve bölgedeki diğer ülkelerin mültecilere yönelik çabalarını karşılaştırmak lazım.

Öte yandan Avrupa toplumlarının da homojen toplumlar olmadığını vurgulamak gerek. Konukseverlik sergilenmesi ya da toplumsal ve ekonomik uyum için daha çok çaba gösterilmesi gerektiğini düşünen vatandaşlar ile mülteci kabul etmek istemeyenler ikiye bölünmüş durumda. Şu an daha fazla sesi çıkan ve ulusal liderlerin en fazla çekindiği grup ikinci kategoridekiler. Adalet, kucaklama, konukseverlik ve eşitlik idealleri hâlâ canlı; ancak bu değerler hükûmetler tarafından öyle kolayca gerçekleştirilemeyecek gibi görünüyor. Vatandaşlar ve yeni gelen mülteciler bu ideallerin gerçekleşmesi için aktif vatandaşlık imkânını kullanarak ve dayanışma göstererek, yani demokratik yollarla mücadele etmek zorundalar.

Mültecilerin küçümsenemeyecek bir kısmı yanlarında yetişkin birileri olmayan çocuklar ve gençler. Bunların binlercesi kayıp olarak bildiriliyor. Bu tehlike görmezden mi geliniyor?

Evet, bence mültecilerin gelişini yalnızca “kriz” olarak algılamak bir çözüme ulaştırmıyor bizi. Geçen yıl en az 10 bin refakatsiz çocuk AB ülkelerine vardıktan sonra kayboldu, bu kayıpların yarısı İtalya’da meydana geldi. Bu veriler geçtiğimiz birkaç sene içerisindeki eğilimlere işaret ediyor. Aileleri zaten Avrupa’da olan bazı çocuklar aileleriyle tekrar birleşmeyi başarabilse de daha pek çoğu ciddi bir şekilde suiistimal ediliyorlar. Roma’da ana tren istasyonunun hemen dışında Mısırlı küçük çocuklar ya bedenlerini ya da uyuşturucu satıyorlar. Kaygı verici bir diğer konu da Avrupa’ya tam on sekiz yaşına girecekken gelen gençler. Sosyal hizmetlerle birlikte kendilerine tahsis edilmiş konutlarda dil öğrenmek ve eğitim ya da kültür sorunlarıyla mücadele etmek yerine başlarının çaresine bakmak zorundalar. Yanlarında yetişkin aile ya da akrabaları olmayan küçük çocukların barınaklardan kaçmalarını ve sömürülmesini önlemek için onları daha küçük, aile ölçeğindeki barınaklara ihtiyacı olan “gerçek” insanlar olarak kabul etmek ve kendilerini kabul eden bir toplumda, kendi yaşamlarını inşa etmelerine yardım edecek imkânlar sunmak gerek.

“Coğrafya kader değil.” diyorsunuz. Savaş ve ölümden kaçma hakkı neden reel politikanın gerisinde kalmak zorunda?

İnsanların hareketliliği küresel bir mefhum, ancak neredeyse bütün hükûmetler en iyi ihtimalle ulusal, çift taraflı ya da bölgesel çözüm arayışındalar. En kötü ihtimalde ise “yük” olarak algıladıkları mültecileri komşularına devretmenin ya da mültecileri jeopolitik ya da maddi yardımlar konularında baskı unsuru ya da koz olarak kullanmanın peşindeler. Öyle ki Birleşmiş Milletler Mülteci Ajansı (UNHRC) ve Dünya Gıda Programı (WFP) fon yardımı ve faaliyetlerinin gerçekleştirilmesi tek tek hükûmetlerin insafına kalmış durumda. Ulusal “reel politika” geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi Dünya Gıda Programı’na (WFP) yapılan mali yardımları kesmeyi önerdiğinde bundan olumsuz etkilenen mülteciler, çocuklarının açlıktan ölmelerine seyirci kalmak yerine bulundukları devletleri terk etmeye çalışıyorlar. Sudan ve Kenya’daki mülteci kamplarında doğan Eritre ve Somalili nesiller daha müreffeh ülkelere yerleştirilmek ve oralara uyum sağlamak yerine, kendi yaşamlarını kendi ellerine alıp, Avrupa, İsrail ya da Birleşik Devletler’deki kendi diasporalarına katılmaya çalışıyorlar. Reel politika Yunanistan-Türkiye ya da Bulgaristan-Türkiye arasına dikenli tel ve duvar örülmesi gerektiğini söylediğinde mülteciler kitleler hâlinde denize yöneldi. Reel politikanın realizm ve pragmatizme öncelik vermesi gerekirdi.

Son yirmi yıldaki göç ve mülteci politikaları bana göre realiteden çok ama çok uzak: Bu politikanın örneğin Avrupalı nüfusun iş gücü ve yaşlı nüfusu gerçeğinden haberi yok, insanların kendini koruma içgüdüsünden haberi yok. Her şeye rağmen mülteci hareketliliğini geri itmeye çalışıyor. Ayrıca bu politikaların hem insani yardım harcamaları hem de mali harcamalar yönünden epey masraflı olduğu da ortada. Bahsi geçen bu politikalar kesinlikle pragmatik değil. Tam aksine hatalı ve mültecileri gerçekçi olmayan bir şekilde engelleme ideolojisine dayanıyor. Geçen yıl yaklaşık bir milyon kişi deniz yoluyla AB ülkelerine ulaştı. Tehlikeli denizlerde sağ kalmayı başaran mülteciler sömürüldüler ve insani olmayan koşullarda perişan oldular. Peki, kaçakçılar haricinde bu gayri insani koşullardan ve kirli işlerden fayda sağlayan hangi siyasi partiler ve ekonomik gruplar var? AB’ye sığınma hakkı için gelen bu milyonlarca kişiyle daha proaktif, rasyonel, adil ve düzenli şekilde ilgilenilemez miydi?

İslamofobi araştırmaları yapıyorsunuz. Avrupa’daki mülteci krizi ile yükselen İslamofobi arasında nasıl bir bağlantı var?

Bazı hükûmet liderleri, özellikle Orta ve Doğu Avrupa’da Müslüman mültecileri kabul etmeyeceklerini açıkça söylediler. Bununla birlikte bu ülkeler Hristiyan mültecileri de kabul etmiş değiller. Yani hiçbir şekilde kabul edilemeyecek İslamofobik tavırları mültecilerin sorumluluğunu üstlenmemek ve komşu ülkelerle dayanışma kurmamak için üretilen bir bahane.

İster hükûmet liderleri ister muhalefet liderleri tarafından kullanılsın, İslamofobi geniş ölçüde bir iç politikadır. Şu gerçeği kabullenmemiz gerek: Avrupalı siyasiler dolaylı olarak İslamofobiyi tetikliyor ya da destekliyorlar, bu da vatandaşlara yansıyor. Bu nedenle akademisyenler, aydınlar, basın, vatandaşlar ve dinî cemaatlere yanlış bilgileri düzeltme görevi düşüyor. İslamofobinin engellenmesi özel çaba gerektiriyor. Özellikle son zamanlardaki mülteci akımları bu konuda önemli bir fırsat sunuyor. Buna ilaveten Avrupa hâlihazırda çoğulcu bir toplum ve Müslümanlar da toplumsal dokunun ayrılmaz birer parçası. Bu hakikat kültürel ve kurumsal olarak tanınmalı ve kabul edilmeli. Pek çok vatandaş nereden geldikleri ya da ne kadar süredir Avrupa’da olduklarına bakılmaksızın Avrupalı toplumlarda İslam düşmanlığına yer olmaması için oldukça fazla çalışıyor. “Avrupa” ve “İslamofobi” birbiriyle tamamen zıtlık teşkil edene kadar mücadele sürmeli.

Fotoğraf: ©2016 Anadolu Agency

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Diğer Gündem Yazıları

Son Yüklenenler