İthal İmam Tartışması ve Arka Planı
Türkiye’den gelen imamlara dair tartışma çokkültürlülük konusundaki farklı pozisyonların kendisini yeniden göstermesine yol açtı. Bu pozisyonlardan biri “biz”in sınırlarını genişletmek, diğeri ise bir “öteki” yaratarak dar bir “biz” tahayyülü oluşturmaya dayanıyor.

Son yıllarda yükselen İslam ve Müslüman karşıtlığı artık somut sonuçlara yol açıyor. Bu yer yer nefrete varan eğilim karşımıza sadece medya ve siyasal tartışmalarda çıkmıyor; İslami kurumlara, camilere ve buralara girip çıkanlara yönelik şiddet olarak da kendini gösteriyor. Daha da kötüsü İslam karşıtlığının günümüzde artık bir siyasi hareket olarak karşımıza çıkması. Özellikle Pegida (Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar) ve İslam karşıtlığını programına almış olan Almanya İçin Alternatif Partisi (AfD) uzun bir sürecin ürünleri. Günümüzdeki İslam karşıtlığının bir başka özelliği de kaba bir ırkçılık şeklinde değil; daha rafine bir şekilde fikir özgürlüğüne, Aydınlanma’ya atıfta bulunarak ve “dinsel bağnazlık” eleştirisi kisvesi altında ortaya çıkmasıdır ki bu da onunla mücadeleyi bir hayli zorlaştırmaktadır.
İslam ve Müslümanlara karşı duyulan derin kuşkunun en son tezahürü olarak Almanya’da iktidardaki koalisyon ortaklarından Hristiyan Sosyal Birlik Partisi (CSU) Genel Sekreteri Andreas Scheuer’in cami ve imamlara yönelik önerilerini gösterebiliriz. Scheuer’in önerdiği “İslam Yasası”, Almanya’daki camilerde görev yapacak olan imamların Almanya’da eğitilmelerini ve camilerin finansmanının yurt dışından, Türkiye ve Suudi Arabistan gibi ülkelerden sağlanmasının engellenmesi gibi uygulamaları içeriyor. Scheuer Die Welt’e verdiği demeçte (13.4.2016) “yurt dışından aşırı değer yargılarının ithal edilmesinin kabul edilemez” olduğunu belirterek, Almanya’daki camilerde ibadet ve vaaz dilinin Almanca olmasını savunuyor.
Benzeri bir tartışmanın Avusturya’da yürütüldüğünü görüyoruz. 2013–2018 hükûmet programı 1912’den kalma İslam Yasası’nın güncellenmesini, camilerde görev yapacak imamların ve üniversitelerde ders verecek Müslüman ilahiyatçıların Avusturya’da eğitilmeleri şartını içeriyordu.
İslam ve Müslümanlarla ilgili kaygı ve korkuların 11 Eylül terör saldırılarının ardından yükselişe geçtiğini, son olarak da Orta Doğu’da radikal grupların etkinliğini artırmasından ve Almanya’da yankı bulmasından beslendiğini, bunun da korkuları tetiklediği ve dolayısıyla “İslam Yasası” ve benzeri önerilere yol açtığını görmezden gelemeyiz. Ancak bu önerilerin dayandırıldığı siyasi, sosyal ve normatif gerekçelerin sorunlu olduğu da ortada.
Öne sürülen başlıca gerekçelerden biri yurt dışından gelen/gönderilen imamlar ve Suudi Arabistan ve Türkiye tarafından finanse edilen camiler üzerinden “aşırı” görüşlerin ve demokratik kültür ve teamüllere “uymayan” değer yargılarının Almanya’daki Türk ve Müslüman toplumuna aktarıldığı iddiasıdır. Bu konuda kesin bir empirik bulgu olmamasına karşın bu tür görüşler sıkça tekrar edilmekte, kamuoyunda rağbet görmektedirler. Bu ve benzeri görüşleri savunanlara göre İslam dünyası yüzyıllardır “hep aynı” teolojiyi “savunagelmiş”, ancak onu “geliştirememiştir”, çünkü İslam dünyası bunun için gerekli olan özgür tartışma ortamından “yoksundur”. Dolayısıyla bu tartışmalar Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde yapılmalı, İslam akıl ve din “ikileminden”, Müslümanlar ise dindarlık ile devlet “geriliminden” kurtarılmalıdırlar.
Burada Türkiye’den ve diğer ülkelerden gelen imamlarla ilgili hataların ve eksikliklerin olmadığını iddia edecek değiliz. Ancak bu tartışmaların çifte standart içerdiği gerçeğini de görmezden gelemeyiz. Örneğin şiddet yanlısı örgütlerin Müslüman gençlere yönelik örgütlenme çabalarından yola çıkarak camilerde vaazların Almanca verilmesi savunulurken, benzeri talepler sinagog ve Rus-Ortodoks kiliseleri için katiyen ortaya atılmamaktadır. Hâlbuki Rusya’dan gelen göçmenlerde topluma intibak konusunda sorunların olmadığı söylenemez. Kaldı ki Müslümanların büyük çoğunluğu Almanya’daki özgürlükçü-demokratik anayasal düzene uymakta, İslami dernekler ihtiyaç duyulduğunda, bu konuda şüphe oluştuğunda yetkili birimlerce denetlenebilmektedirler.
Günümüzde birçok Katolik kilisesi örneğin Polonya’dan papaz getirirken, camilerde vaaz veren hocaların yurt dışından gelmesine karşı çıkılmasını anlamak hayli güç. Bu bağlamda öne sürülen gerekçelerden biri de Almanya’da imamların cemaatin sosyal sorunlarıyla, eğitim meseleleriyle ve hatta vergi konularıyla da ilgilenmek durumunda kalmaları. Ancak günümüzde böyle bir durumun olduğunu iddia etmek gerçekle örtüşmüyor. Çünkü artık bu konularda hizmet veren ve göçmenlerin de rağbet ettiği birçok kurum mevcut.
İmam ve camilerle ilgili tartışma ve önerilerin aynı zamanda çokkültürlülüğe karşı gelişen bir tepkinin sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Almanya toplumu son yıllarda kültürel ve dinî açıdan farklılaştı, bu da yeni bir kolektif kimlik oluşumunu zorunlu hâle getirdi. Bunun kabaca iki yolu olduğunu söyleyebiliriz: Ya özgür bir tartışma süreci içinde var olan kolektif kimliğin sınırlarını genişletmek, onu daha çoğulcu ve kapsayıcı hâle getirmek; ya da bir “öteki” yaratarak onun üzerinden dar bir “biz” tahayyülü yaratmak. Bugün Almanya’da İslam ve Müslümanlarla ilgili yaşanılan tartışmaların temelinde bu kimlik sorunu yatmaktadır. Bu tartışmalarda farklı grup ve bireyleri karşı karşıya getiren, “İslam Almanya’ya ait mi, değil mi?” ya da “Alman kimliği nasıl ifade edilmeli, buna kimler dâhil edilmeli?” sorularıdır. Almanya’da kimlik ve kültürel aidiyetle ilgili tartışmalarda bir taraf çok kültürlü, çoğulcu ve farklılıklarla barışık bir toplumu ve daha kapsayıcı bir kolektif kimliği savunmaktadır. Diğer taraf ise –ki buna bazı Türkiye kökenli aktörler de katılmaktadır– korkuları besleyerek İslam, göçmen ve mülteci karşıtlığı üzerinden tekçi, dar ve dışlayıcı bir ulusal kimliği dayatmak istemektedir.
Bu konuda siyasi karar vericiler ikiye ayrılıyor ve bu onların göç ve bütünleşme konusundaki düşüncelerine de yansıyor. Bunların bir kısmı Almanya’nın artık bir göç ülkesi olduğunu kabul edip göçmenleri toplumla bütünleştirmenin yollarını ararken, diğer bir kısım ise göçmenlerden Alman toplumuna ve kültürüne asimile olmalarını bekliyor. İkinci gruba göre göçmenlerin yerlilerle aynı fırsatları değerlendirebilmesi, toplumsal refahtan katkıları oranında pay alabilmesi ve toplumla bütünleşebilmesi için geldikleri ülkenin kültüründen mümkün olduğunca kopmaları, sadece Almancaya yatırım yapmaları ve iki dillilikten imtina etmeleri gerek. Bu bakış açısına göre göçmenlerin ulusaşırı yaklaşım ve pratikleri; yani onların iki kültürden beslenmeleri, kendilerini iki kültüre de ait hissetmeleri, iki dilliğe bağlı kalmaları ve geldikleri ülkeyle sosyal, kültürel, siyasi hatta ekonomik ilişkilerini devam ettirmeleri onların içinde yaşadıkları toplumla bütünleşmelerinin önünde bir engel teşkil ediyor. Örneğin bu teorik yaklaşımdan hareketle Türkiye’nin Almanya’daki Türkiyelileri araçsallaştırdığı iddia ediliyor ve Almanya’daki Türkiyelilerin Türkiye ile sürekli ve sıkı iletişim içinde olmaları, duygusal bir bağı canlı tutmaları sıkça eleştiriliyor. “İslam Yasası”, imam ve camilerle ilgili tartışmaların ardında ve benzeri önerileri ileri sürenlerin zihninde ulusaşırılığın kaçınılması gereken bir yaklaşım olduğu anlayışının mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Bu varsayım aynı zamanda çifte vatandaşlığa ve iki dilliliğe karşı çıkmanın normatif arka planını oluşturuyor.
Kuşkusuz bu durumun tutarlı bir eleştirisi yapılmalı, sorun kamuoyunun gündeminde tutulmalı. Ancak burada bir başka gerçeğin de altını çizmemiz gerek: Örneğin Almanya’daki Türkiye kökenli dinî kurumlar ve cami dernekleri Türk hükûmeti ile gerektiğinden fazla ilişkiye girdikleri ve aşırı derecede politize olduklarında işlevlerini yerine getiremeyecekleri gibi çoğunluğun ve anaakım siyasetin de hedefi hâline gelecekler. “İslam Yasası”nda olduğu gibi ayrımcı yaklaşım ve yasal düzenlemelere maruz kalmayı engellemenin başlıca yolu, dinî kurum ve derneklerin Almanya’daki kültürel ve siyasal hassasiyetleri gözetmesinden geçmektedir. Hem İslam dünyasındaki hem de buradaki gelişmelerden yola çıkarak İslam ve Müslümanların Almanya’daki siyasal gündemi meşgul etmeyi sürdüreceğini, kısıtlayıcı yasa, düzenleme ve uygulamaların kısa vadede kesilmeyeceğini öngörebiliriz.
İslam ve Müslüman karşıtlığının daha uzun süre devam edeceğini gözden kaçırmamakta fayda var. Çünkü bir taraftan Müslüman göçmenler toplumun her alanında aşama kaydederken, diğer tarafta da buna karşı tepkiler oluşuyor, bu tepkiler İslam ve Müslüman karşıtlığı olarak dışa vuruyor. AfD gibi göçmen ve İslam karşıtı partilerin, Pegida gibi hareketlerin varlığı ve yarattıkları siyasi iklim demokrat siyasetçilerin Müslümanların arkasında dik durup adaleti savunmasını zorlaştıracak, birçok siyasetçiyi ise halk yardakçılığına (popülizm) boyun eğmek zorunda bırakabilecek. Müslümanlar ve kurumları buna hazırlıklı olmalı.