“Toplumsal Ön Yargılar Okul Kapısında Sona Ermiyor”
Göç kökenine sahip olan öğrenciler ve eğitimciler Almanya’da eğitim politikalarıyla ilgili tartışmaların merkezinde. “Göç Toplumunda Eğitim ve Aidiyet” isimli kitabın yazarı Dr. Dorothee Schwendowius ile Almanya’da eğitim ve okuldaki ayrımcılık hakkında konuştuk.
Irkçı ayrımcılığın göçmen kökenli öğrencilerin başarısı üzerinde ne gibi etkileri var?
Burada öncelikle birine gerçekten zarar verme motivasyonuyla gerçekleştirilen dışlayıcı eylemler ile muhtemelen doğrudan ırkçı motivasyonlu olmayan ama yine de ilgili kişiler için ayrımcılık anlamında olumsuz sonuçlar doğuran eylemler arasında analitik bir ayrım yapmak gerek. Ayrımcılığın her iki türünün de göçmen kökenli öğrencilerin eğitim süreçleri üzerinde olumsuz etkisi olabilir.
Eğitim sisteminde ulusal-etnik-kültürel bağlara dayanan ayrımcılık, örneğin herkesin aynı ön koşullara sahip olmadığının göz ardı edilmesi ile tüm öğrenciler için aynı kuralların uygulanması gibi çok ince noktalarda da ortaya çıkabilir. Dolayısıyla normal olan bu beklentileri yerine getiremeyen öğrenciler sistematik olarak dezavantajlı duruma düşüyorlar. Bu durumun sadece eğitim hayatı üzerinde değil, aynı zamanda öğrencilerin benlik algıları ile ileriki eğitim süreçleri için geliştirdikleri perspektifler üzerinde de etkisi var.
Bunun yanı sıra bir de öğrencilerin (kendilerine atfedilen) ulusal, etnik veya kültürel bağlar sebebi ile farklı şekillerde kategorize edilmeleri ve muamele görmeleri sebebi ile ortaya çıkan ayrımcılık var. Bunun farklı motifleri olabilir; ancak bu duruma kalanlar genellikle kalıcı dışlanma ve ötelenme (veya “ötekileştirme”) deneyimi yaşıyorlar. Bu tür deneyimler öğrencilerin okulla ilişkisi bakımından da belirleyici.
Öğrenciler arasında yaşanan ayrımcılık ve “mobbing” aynı düzlemdeki kişiler arasında gerçekleşiyor. Ancak öğretmenler tarafından uygulanan ayrımcılık buna maruz kalan öğrencileri büyük ihtimalle çok daha derinden etkiliyor. Almanya’nın öğretmenler odasında bir ırkçılık sorunu mu var?
Irkçılığı daha geniş bir anlamda yapısal, toplumsal bir güç ve eşitsizlik ilişkisinin dışa vurumu olarak kabul edersek, sosyal bir kurum olan okulda da ırkçılığın olmadığını varsaymak için elimizde bir gerekçe yok. Toplumsal önyargılar okul kapısında sona ermiyor.
Öğretmenler arasındaki ırkçılığın boyutuna ilişkin temsili bir çalışma yok, ama güncel bazı araştırmalar göçmen kökenli öğretmenlerin günlük meslek hayatlarında ne gibi ayrımcılıklara maruz kaldığını incelemiş durumda.
Bu araştırmalar ulusal-etnik-kültürel kökene dayalı ayrımcılık deneyimlerinin birçok öğretmen için günlük hayatın bir parçası olduğunu gösteriyor. Bu durum “ötekileştirme”, yani fiziksel özellikler (deri rengi, kıyafet) sebebi ile ulusal-etnik-kültürel bir farklılık itham etme biçiminde veya araya mesafe koyma ya da örneğin dinî bir sembol veya şiveden dolayı aşağılama gibi farklı biçimlerde kendini gösteriyor. Maruz kalan kişiler için ayrımcılığı tanımlamak genellikle çok kolay değil ve bu deneyim herkes tarafından farklı algılanıyor.
Bununla beraber ayrımcılık olgularının bazı bölgelerde diğerlerine göre daha belirgin olarak yaşandığına ve bu olayların ilgili okulların çoğulculuk ve çeşitlilik konularındaki tutumlarıyla bağlantılı olduğuna ilişkin veriler de mevcut.
Kurumsal ayrımcılık Alman eğitim sisteminde var olan belirgin problemlerden biri. Acaba göçmen kökenli çocuklar kendilerini sistematik olarak aşağı çeken bir sistemin ellerine mi teslim ediliyor?
Kurumsal ayrımcılık konsepti, bazı öğrenci gruplarının kasten dışlanması ve bilinçli bir şekilde daha yüksek eğitimin dışında bırakılmasından daha farklı bir şey. Burada daha çok kurumların, kurumsal rasyonaliteler ve rutinler doğrultusunda hareket ettiği ve bunun bazı durumlarda bazı çocukların bu yapı ve eylemlerden sistematik olarak olumsuz etkilenmesine yol açabileceği kabul edilir. Buna örnek olarak göçmen ailelerden gelen çocuklara başarılı olmalarına karşın, yüksek dereceli liseye gönderilmeleri için tavsiye mektubu verilmemesi gösterilebilir. Öğretmenler buna gerekçe olarak öğrencilerin yüksek dereceli liselerde beklenen performansı gösterebilmeleri için evden yeterli desteği göremeyecekleri yönünde endişe taşıdıklarını gösterirler.
Burada genellikle pedagoglar çocuklar için en iyi kararı verdiklerinden emindir.
Gerçekten de şu ana kadar yüksek dereceli liselerde ikinci dil olarak Almanca takviye dersleri nadiren sunuluyor. Ancak bu yapısal problem ele alınmamakta, bunun yerine karar aşamasında bu koşula uyum sağlanmaktadır. Bu da (tahminen) desteklenmeye ihtiyacı olan öğrencilerin okul başarıları ne olursa olsun Almanca dersi bakımından yüksek dereceli liseye gitme konusunda daha düşük bir şansa sahip olmalarına yol açıyor.
Ama aynı zamanda öğrencilerin farklı türde okullara (hatta aynı tipten ancak farklı prestijli okullara) bölünmesinin zorunlu olduğu ve mevcut yer kapasitesinin sınırlı olduğu geçiş eşiklerinde çocukların sosyal veya etnik-kültürel arka planları ile ilgili varsayımların bir “ayrımcılık kaynağı” hâline gelebileceği de görülüyor.
Ancak göçmen kökenli tüm çocukların böyle bir ayrımcılığa maruz kalmadığını belirtmek gerek. Burada asıl önemli olan münferit durumlarda hangi çocukların hangi kurumsal süreçler dâhilinde gerçekten sistematik bir şekilde mağdur olduğunu tespit etmek.
Öğretmenler arasında yaşanan ırkçılık, eğitimin aşırı sağcı düşünceleri yok etmek açısından tek başına başarılı olamadığının kanıtı. Bununla mücadele ne şekilde gerçekleşebilir?
Benim görüşüme göre bu konunun eğitim fakültelerinde ele alınması ve ırkçılık ve ayrımcılık biçimlerinin ders planının bağlayıcı bir ögesi hâline getirilmesi gerek.
Ayrıca günlük okul hayatında yaşanan ayrımcılıklara karşı hassasiyet geliştiren ve çok ince ayrımcılık türlerine yönelik farkındalığı artıran eğitimler önem taşıyor. Ancak bu önlemler noktasal önlemler olarak kalmamalı, okulların organizasyonel olarak ayrımcılıkla ilgili sorgulama yoluna gitmesi gerekmektedir. Orta vadede hedef; kapsayıcı, yani farklılıklara duyarlı, ayrımcılığı hoş görmeyen bir okul kültürü geliştirmek olmalıdır. Bunun için çok farklı alanların gözden geçirilmesi, mesela müfredatların ve eğitim materyallerinin ırkçılıkla ilgili içerik bakımından titizlikle kontrol edilmesi, standart olarak tek dilliliğe odaklanılması gibi sebeplerle ortaya çıkan bariyerlerin ortadan kaldırılması gerek. Ayrıca ben öğretmenlere ilişkin geleneksel “yalnız savaşçı” imajının aşılması ve bunun yerine işbirliği modellerinin yerleşmesi ve meslektaşlar arası etkileşim ortamlarının hazırlanması gerektiğini de düşünüyorum.
Özellikle başörtüsü takan Müslüman kız öğrencilerin daha fazla ayrımcılık kurbanı olduğunu görüyoruz. Burada etnik yönelimli bir ırkçılıkla İslam düşmanlığı kaynaklı bir ırkçılığın harmanlanması mı söz konusu?
Burada “kültürel bir ırkçılıktan” söz edilebilir. Tarihsel olarak baktığımızda ırkçılığın sürekli farklı şekillerde tezahür ettiğini ve farklı gruplara yönelik olduğunu görüyoruz. Buradaki asıl mesele, kişilere veya sosyal gruplara belli özellikler atfederek, bunların değişmez olduğunu iddia ederek ve bunu aşağılama ve dışlama gerekçesi olarak kullanarak bir üstünlük ve azınlık ilişkisi oluşturmak. Müslüman karşıtı ırkçılık durumunda mağdurlar görünüşe göre çoğunluğun “kendi kültürüne” tezat oluşturan bir “İslam kültürünün” temsilcileri olarak kurgulanıyor.
Bunun temelinde, “İslam” ve “Müslümanlar” hakkındaki basmakalıp fikirler ve geleneksel imajlardan oluşan belirsiz bir düşünce yığını yatıyor. Bu sırada “kültür” doğallaştırılıyor ve bireyleri içine hapseden ve bireyler üzerinde belirleyici etkiye sahip bir olgu olarak algılanıyor. Özellikle kadınlar kolaylıkla kültürlerinin birer “kurbanı” olarak görülüyor, dolaylı olarak onların kültürel beklenti ve direktiflere aktif olarak karşı koyma kabiliyetinden yoksun oldukları ima ediliyor.
Almanya’da bazı öğretmenlerin “öteki”ne karşı duyduğu önyargılar sadece öğrencilere değil, aynı zamanda “değersiz” görülen azınlıklara mensup öğretmenlere de yönelik. Yani bir Müslüman öğretmen için “engelli koşu” meslek hayatında da devam ediyor. Bize bu konuya ilişkin araştırmanızdan örnekler verebilir misiniz?
Benim yaptığım araştırmada odak noktasında eğitim fakültesinde ve pedagoji bilimleri bölümünde öğrenim gören ve o ana kadar okul deneyimi sadece stajla sınırlı kalan öğretmenlik bölümü öğrencileri yer alıyordu.
Bu öğrenciler arasında özellikle “özelleştirmeye” yönelik deneyimler ön plana çıkıyordu. Bazı öğrenciler kendilerinden kökenleri sebebi ile bazı özel şeylerin beklendiğini; örneğin ebeveynlerle okul arasında tercüman ve kültürel elçi olarak işlev görmek veya kuralları ihlal eden göçmen kökenli erkek öğrencileri disipline etmek gibi farklı görevler ve beklentiler yöneltildiğini ifade etmişti.
Bu tür beklenti ve uygulamalar kişiler için karmaşık bir deneyim anlamına geliyor. Örneğin kimileri çok dilliliğin özel bir yetenek olarak görülmesini biyografik becerilerinin takdir edilmesi olarak algılıyor. Ama bunun yanı sıra mesleki niteliklerin bu becerilerin gölgesinde kalması durumunda bu nitelikler gerekli saygıyı görmüyor. Bununla beraber bazı öğrencilerin bu konuda oldukça bilinçli olduğunu ve böyle bir uygulamaya müsaade etmediğini de belirtmek isterim. Ayrıca eğitim fakültesi öğrencileri göçmen kökenli olmayan ebeveynler tarafından nitelikli bir öğretmen olarak kabul görmeyecekleri endişesini de taşıyorlar. Mesleği icra eden öğretmenlerle yapılan araştırmalar bu endişelerin yersiz olmadığını ve öğretmenlerin dil ve mesleki becerilerine duyulan güveni bazı durumlarda mücadele ederek kazanmak zorunda kaldıklarını gösteriyor.