Almanya’da Sağ Popülizm ile Parlamenter Mücadelede Yeni Perde: AfD
Anketlere göre Almanya İçin Alternatif Partisi, Sosyal Demokratlar’ı seçmen kitlesiyle geride bırakıyor. CDU/CSU ile SPD arasında kurulması planlanan koalisyon AfD’yi anamuhalefet partisi konumuna getirecek. Peki, parti gerçekten de yalnızca “muhalefette” mi?
Aşırı sağ unsurlarla mücadele İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’sında hiçbir zaman gündemden düşmedi. Hemen hemen her siyasi parti, her hükümet, hatırı sayılır derecede büyüklüğe sahip her büyük sivil toplum kuruluşu, her büyük şirket, sendikalar ve kiliseler aşırı sağ dünya görüşünün ve onun unsurlarının Almanya’da yeniden güçlenmemesi için çaba göstermeyi başlıca görevleri aralarında konumlandırdılar. Aşırı sağ ile mücadele Almanya’da toplumsal mutabakatın mihenk taşını oluşturuyor. Almanya tarihinin özellikle 1933-1945 dilimi, yakın öncesi ile birlikte her eğitim kurumunda, belgesellerde ve kitaplarda ele alınır ve bu alanda uygulanan projeler büyük maddi kaynaklarla desteklenir. Buna rağmen Almanya İçin Alternatif Partisi (Alm. “Alternative für Deutschland” – AfD) 2013 yılındaki kuruluşundan sonra baş döndürücü bir hızla kısa bir zamanda Federal Almanya’nın nerdeyse her yasama organına girebilmeyi başardı. Siyasi yelpazede kendisini muhafazakâr sağ-liberal olarak konumlandırsa da, talepleri, programı ve söylemleri itibari ile uzmanlar ve ilgililer tarafından sağ popülist, hatta kısmen aşırı sağ ve ırkçı olarak nitelendiriliyor.
AfD’nin özellikle Federal Meclis’e de girmeyi başarmasıyla, aşırı sağ partiler ile parlamenter mücadelenin ayrı bir önem kazanacağı kesin. Fakat bu mücadele nasıl olmalı? 10-15 yıl önce aşırı sağ partiler ile parlamenter mücadele ile günümüzde aşırı sağ partilerle aynı ortamda mücadele edebilmenin farklılıkları ve örtüşen tarafları neler?
Almanya’da Yasama Organlarına Giren Aşırı Sağ Partiler
Aşırı sağ partilerin yasama organlarında bulunması İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’da aslında yeni bir olgu değil. Cumhuriyetçiler Partisi (Alm. “Die Republikaner”) 2001 yılına kadar düşük oy oranlarıyla olsa da iki kere arka arkaya Baden-Württemberg Eyalet Meclisi’ne girebilmeyi başardı ve Bremen ve Berlin’de de kısa bir zaman dahi olsa temsil edildi. Benzer bir durum Almanya Ulusal Demokrat Partisi (Alm. “Nationaldemokratische Partei Deutschlands” – NPD) için de geçerli. 1960’lı yıllarda 7 ayrı eyalette temsil edilen NPD, 2004 ve 2016 yılları arasında da Mecklenburg-Vorpommern ve Saksonya Eyalet Meclisleri’nde bulundu. Her iki partinin seçmen kitlesi genel olarak marjinal aşırı sağcılar ve kısmen Neonazilerden oluşmaları, geniş kitlelere hitap edememeleri, parti yöneticilerinin kendi içlerindeki iktidar ve para kavgaları ve ayrıca NPD’ye yönelik devletin yürüttüğü muhtelif davalar neticesinde rakamsal olarak anlamsızlaştı. Bunların arasında anayasa karşıtlığı suçlaması ile Schröder hükümetinin başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi’nde açılan kapatma davasının başarısızlıkla sonuçlanması da yer alıyor. Yabancı karşıtlığı, iltica politikaları eleştirisi ve mülteci karşıtlığı, İslam ve yabancı düşmanlığı Cumhuriyetçiler ve NPD parti programlarının başlıca konuları arasında yer alıyordu. Her iki parti de coğrafi ve ideolojik olarak marjinal olmanın ötesine geçemedi. NPD ve Cumhuriyetçiler dışında Alman Halk Birliği (Alm. “Deutsche Volksunion” – DVU), Schill-Partei veya ProNRW gibi kısa ömürlü veya başarısı dar coğrafi alanda sınırlı kalabilmiş partiler de zaman zaman aşırı sağın Almanya’daki geçmişteki siyasi temsilcileri olarak sayılıyor. Aynı mecliste yer alan diğer partilerin bu aşırı sağ partilerle mücadelesi genelde kendilerini görmezden gelmek, seçmen kitlesi kazanabildikleri konuları kendilerine çekmek ve ciddiye almamak ile sınırlı kaldı.
AfD Özelinde Aşırı Sağ ile Parlamenter Mücadelede Yeni Parametreler
AfD’de ise durum farklı. Parti Almanya’nın her eyaletinde meclise girebilecek nicelikte destek görmekte. Yani AfD coğrafi olarak marjinal bir parti değil. Ayrıca parti içinde çıkan iktidar ve yön tartışmaları partiye büyük zarar verebilecek ayrışmalara veya bölünmelere yol açabilmiş değil. Ayrıca partinin üst düzey temsilcileri tarafından özellikle Müslümanlara, Türkiye kökenlilere ve mültecilere yönelik bariz ırkçı hakaretler içeren, toplumu bu kitlelere karşı kışkırtan ve bu kitlenin anayasal haklarını geçersiz kılma arzusunu içeren söylemlerine rağmen devletin güvenlik birimleri partiyi ve özellikle üst düzey idarecileri ekstremist olarak nitelendirmemekte ısrarcı davranıyor ve dolayısıyla etkili bir takibe almıyor.
AfD 5 yıl kadar kısa bir zamanda çok sayıda belediye meclisine, eyalet meclisine ve Federal Meclis’e girebilmeyi başardı. Parti hâlihazırda 16 eyalet meclisinden 14’ünde temsil ediliyor. Bu hâlde iken bile Yeşiller Partisi ile birlikte en çok eyalet yasama organında bulunan üçüncü parti konumunda. 2018 yılında Hessen ve Bavyera eyaletlerinde yapılacak olan eyalet seçimlerinde başarı trendini devam ettirmesi ve bu iki eyalet meclisine de vekil gönderebilmesi bekleniyor. Bu durumda Yeşiller Partisi’ni de arkasında bırakarak en çok eyalet meclisinde bulunan üçüncü parti konumuna tek başına sahip olabilecek. Bunun üzerine bir de 2019 yılında AfD Partisi’nin güçlü olduğu Saksonya, Thüringen ve Brandenburg eyaletlerindeki eyalet seçimleri düşünüldüğünde, partinin gücüne güç katma ihtimali dikkat çekiyor. Zira bu eyaletlerde bir önceki seçimlerde AfD yanında yine aşırı sağcı olan NPD’nin de katılımıyla sağ partilere giden oylar arasında bölünme yaşanmıştı. Gelecek seçimlerde benzer bir bölünme yaşanmaz ve AfD aşırı sağ seçmeni kendisine çekmeyi başarırsa, bu eyaletlerde daha da güçlenmesi kuvvetle muhtemel.
Federal seçimlerde kazandığı 92 sandalye AfD’yi eyalet meclislerindeki yasama organlarının yanında bir de federal düzeydeki meclis çalışmalarında önemli bir aktör hâline getirmiş oldu. Hristiyan Birlik partileri ve Sosyal Demokrat Parti arasında kurulması amaçlanan koalisyon hükümeti oluştuğu takdirde AfD sembolik ve meclis çalışmaları bağlamında pratik anlamda büyük önem ve etkiye sahip olan ana muhalefet partisi konumunu elde edebilecek. 2017 Federal Meclis Seçimleri seçim kampanyası için aşırı sağ partinin pankart ve reklamlarının şimdiye kadar görülmediği kadar çok reklam panosunda görülebilir olması, AfD’nin finans kaynaklarının da geçmişteki diğer aşırı sağ partilerden bariz bir şekilde daha güçlü olduğunu gözler önüne serdi.
Bu bilgilerden hareketle çok sayıda ve farklı okuma/yorum yapılabilir. Fakat bunların arasında belki de en önemlileri ve gelecekteki muhtemel etkileri bağlamında dikkate haiz olan, söz konusu partinin bundan sonra Almanya’da siyasi atmosferin belirleyici unsurlarından biri olabilme potansiyeline sahip oluşu ve yakın bir zamanda siyasi yelpazeden kaybolma ihtimalinin düşük olması. Bu durum Almanya’da şimdiye kadar genelde toplumsal düzeyde ve sosyal alanda yürütülen aşırı sağ partilerle parlamenter mücadele zorunluluğunu da beraberinde getiriyor. Buna ayrıca AfD’ye mecliste bulunan partilere verilen devletin maddi desteğinden de ciddi bir pay düşeceği düşünüldüğünde, partinin varlığını devam ettirmenin yanında aksiyon alanını da genişleyeceği görülüyor. Böylelikle özellikle Federal Meclis’te bulunan partilerde olduğu gibi kendi görüşlerine yakın, bu doğrultuda çalışma yapabilecek siyasi bir vakıf kurabilecek ve bunun için devletten onlarca milyon Avro’luk maddi destek alabilecek.
Aşırı Sağ ile Parlamenter Mücadelenin Köşe Taşları
AfD’nin kuruluş felsefesinde Avrupa Birliği, Avro para birimi ve küreselleşme eleştirisi yatmaktayken, özellikle 2015 yıllarından sonra başta Suriye olmak üzere çok sayıda kriz ülkesinden Avrupa’ya gelen mülteciler ve Almanya’da yaşayan Müslümanlar ekseninde iç güvenlik meseleleri ve genel bir İslam karşıtlığı parti programının ilk sıralarında yer aldı. Bu gelişmeye paralel olarak partinin ilk yıllarındaki daha çok üst ve orta sınıftan oluşan ve eliter bir karakteristiğe sahip olan seçmen profiline zamanla alt sınıflardan da katılım oldu. Partinin son yıllarda özellikle alt sınıflardan da destek görüyor olması, genel olarak birbiri ile ilintili iki sebebe dayandırılıyor: Birincisi, küreselleşmenin beraberinde getirdiği rekabetin kızışması sonucunda Almanya’nın önde gelen şirketlerinin işçi çıkarması, düzenli istihdam yerine taşeronluk modelinin yaygınlaşması veya fabrikaların en azından bir kısmını üretim masraflarından tasarruf amacıyla yurtdışına çıkarılması olarak görülüyor. İkincisi ise özellikle bu gelişmelerin sonucunda mağdur kalan veya mağduriyet yaşayabilme kaygısı taşıyan insanların gelen mültecilere devlet tarafından sunulan maddi destekten dolayı kendilerinin ihmal ediliyor oldukları düşüncesini taşıyor olmaları. AfD yöneticileri bu iki gelişmeyi parti ajandasına alarak kendilerinin ana konusu edinmeyi başarabildiler. Başta ekonomik-sosyal kaygıları, gelen mültecilerin ve Almanya’da hâlihazırda bulunan Müslümanların Almanya’nın ulusal ve kültürel kimliğine bir tehdit oluşturduğu retoriği ile harmanladılar. Bu şekilde ortaya sundukları tablo toplumun koruma reflekslerini harekete geçirmeye yeterli oldu. Küresel ekonomik gelişmeleri bir kimlik mücadelesi olarak yansıtan AfD, bu iki unsuru aşırı sağ ideolojinin sebep-sonuç mantığı üzerinden gerekçelendirdi. Bu gelişmelerden ötürü mağduriyet yaşayan veya yaşayabilme kaygısı taşıyan seçmeni (genel olarak Sosyal Demokrat Parti, Sol Parti ve Yeşiller Partisi seçmenleri) ve Hristiyan kimliğini önemseyen seçmen kitlesini (Hristiyan Demokratlar) bu paradigma çerçevesinde aşırı sağ seçmen ile birleştirebildi. Dolayısıyla AfD’ye destek artarken diğer partiler seçmen kaybı yaşamaya başladı.
Bu durum karşısında 2017 seçimlerine gidilen yolda panik havasına kapılan partiler, AfD’nin sebep-sonuç kurgusunu eleştirmek veya gerçekliğini sorgulamak basiretini göstermek yerine seçmen kitlesi kaybını durdurabilmek için bu kurguyu üstlenmeyi tercih ettiler. Her parti farklı dozajlarda İslam’ı, Müslümanları ve onların kuruluşlarını ve mültecileri uyum veya güvenlik politikaları bağlamında sorunsallaştırdı ve seçim kampanyalarında bu hâliyle konu edindiler. Hâlbuki küreselleşmenin menfi sonuçlarından dolayı belki de en mağdur olan kişiler, ülkelerinde savaşlar çıkan veya ekonomik buhranlar yaşayan ve bunun sonucunda Avrupa’ya iltica etmek zorunda kalan göçmenlerdi. Ve bu kişilerin Avrupa’dan bir tek beklentileri hayat güvencesiydi. Diğer taraftan özellikle Almanya genel olarak küreselleşmenin kaybedeni değil, üst üste ihracat rekorları kıran yegâne ülkeydi. Sonuç olarak Almanya’da yaşanan mağduriyet kaygılarının asıl sebebi kimlik veya ekonomik darboğazlık değil, elde edilen kazançların adil bir şekilde dağıtılmaması ve toplumun bu kazançtan üzerine düşen payı elde edememesinden kaynaklanmaktaydı. AfD’nin faydalandığı ve tırmandırdığı toplumsal gerilimin çözümü, onların kurgusunun yanlışlığını gözler önüne sermekten ve son iki yılda elde edilen yaklaşık 60 milyar Avro’luk bütçe fazlasını toplumun hissedebileceği şekilde onlarla paylaşmakta ve gelecek yıllarda yapılacak yatırımların ve harcamaların bu amaç doğrultusunda yapılması yatıyordu.
Gelecek hükümetin ve onu denetlemekle sorumlu olan muhalefetin bu iki çözüm yolunu kabul ederek uygulamaya koyması kaçınılmaz. Zira telakki edilen sorunların gerçekçi çözümleri başta bu iki unsurda yatıyor. Fakat müstakbel hükümet ve muhalefet bunun yerine AfD’nin kurguladığı kimlik ağırlıklı çözüm önerisini eksen alarak icraatlarını ve retoriğini buna göre uyarlarsa, sorunların devam edeceği, derinleşeceği ve seçmen kaybını durduramayacağı kesin. Çünkü kimlik üzerinden yürütülen tartışmalar ve sunulan popülist beklentiler partiler arası bir yarış hâlini almaya başladığında, argümanlarının genellemeci ve kolay hazmedilebilirliği nedeniyle yarışın kazananı sadece AfD olur.
AfD’nin Yükselişi Karşısında Diğer Partilerdeki İstikamet Tartışmaları
AfD’nin yükselişi ile birlikte seçmen kaybı ile karşı karşıya kalan partilerde yön tartışması patlak vermiş durumda. Hristiyan Demokratlar AfD’ye karşı kaybettikleri seçmenleri geri kazanabilmek derdine düştü. Bunun için partinin muhafazakâr-sağ kanadını güçlendirmek ve bu profile ağırlık vererek partiyi siyasi eksende sağa kaydırmak talebi ile Hristiyan-sosyal özelliğini daha çok ön plana çıkararak sağa kayma taleplerini eleştirenler arasında parti içinde bir tartışma başlamış durumda. Son olarak CDU Yönetim Kurulu Üyesi ve Kuzey Ren-Vestfalya Eyaleti Başbakanı Armin Laschet, partinin eksenini sağa doğru kaydırmanın tehlikelerine işaret etti.
Benzer bir tartışma SPD’de de başladı. Aslında uzun zamandır parti içinde devam eden bir istikamet tartışması ve lider arayışı var. Özellikle son seçimlerde elde edilen başarısız sonuçlar ve AfD’ye kaybedilen seçmenlerden dolayı bu tartışma daha yüksek bir sesle yürütülmeye başlandı. Partinin asli sosyal demokrat ilkelerine geri dönmesi ve bu ilkelerden hareketle kendini yeniden konumlandırması şu an yoğun bir şekilde tartışılıyor. Uzun yıllar hükümet ortaklığı yapmış olmakla birlikte SPD bu özelliklerinden uzaklaşmış olmakla itham ediliyor.
Bu bağlamda belki de en şaşırtıcı tartışma Sol Parti’de yaşanıyor. Tarihi boyunca mültecilerin lehine en tavizsiz savunucu pozisyona sahip olan parti, AfD’ye kaybettiği seçmenlerin dikkat çekici boyutlara ulaşması sonucunda içerde mülteci politikalarını değiştirme ve bu konuda dolaylı olarak AfD’ye bir nebze dahi olsa yakınlaşma talepleri ile karşı karşıya. Özellikle partide tanınan simalardan Sarah Wagenknecht’in söylemleri bu doğrultuda yorumlanıyor. Benzer tartışmalar Yeşiller Partisi içinde de en azından kısmen yaşandı.
2017 Federal Meclis seçimlerine giden yol ve sonuçlarından çıkarılması gereken elbette çok ders var. Fakat gerek partiler içindeki istikamet tartışmaları bağlamında olsun gerek mecliste partiler arası ve özellikle AfD ile verilmesi gereken mücadelede olsun dikkate alınması gereken en önemli unsur, AfD’nin irrasyonel kurgu ve ideolojisinin bir kısmının dahi kopyalanmasının kendilerine bir başarı getiremeyeceği gerçeğidir. Zira özellikle mülteciler, ülkede yaşayan yabancı kökenliler ve Müslümanlar konusunda yürütülecek parlamenter tartışmalarda popülist söylemleri ve bu konulardaki taleplerinde sınır tanımazlıklarından dolayı kazanan taraf AfD, kaybeden ise herkes olacaktır. Önemli olan, her partinin toplumun ekonomik ve sosyal güvenlik talepleri karşısında kendi kurucu ilkelerinden hareketle çözüm önerilerini sunmaları ve bunları toplum ile anlaşılır şekilde paylaşmalarıdır. Bunun yerine AfD’nin taleplerini veya bunların bir kısmını eksen alarak kendi özelliklerini sorgulamak ve bunun sonucunda AfD’ye kısmen dahi olsa benzemek, ortaya “kendisi muhalefette, görüşlerinin en azından bir kısmı iktidarda” bir AfD’nin oluşumuna sebep olmak anlamına gelir.
CDU/CSU ve SPD koalisyon anlaşması metnine bakıldığında ise özellikle bu konuda bir zafiyet göze çarpıyor. Mülteci politikaları ile ilgili bölümde ilk satırlarda mültecilere karşı yardımın uluslararası hukukta ve anlaşmalarda temel vazife olduğuna değinilse de, hemen sonraki cümleler Almanya’daki mülteci sayısının doğrudan veya dolaylı olarak azaltılmasına veya gelenlerin sayısına kota getirmeye yönelik ifadeler içeriyor.
2017 yılında resmî rakamlara göre İslam düşmanlığı motifi taşıyan toplam 1.069 saldırı tespit edilmesine ve Müslümanların her gün istihdam, ev bulma ve eğitim alanında ayırımcılıkla karşı karşıya kaldığı herkes tarafından biliniyor olmasına rağmen, bu sorunlara gerekli ehemmiyet gösterilmemiş, fakat “İslami ekstremizm” geniş bir şekilde ele alınmış. Ekstremizm elbette bir sorun ve kendisiyle mücadele edilmeli. Fakat koalisyon anlaşmasının çok sayıda olumlu maddesinin yanında özellikle Müslümanlar ve mülteciler konu edildiğinde ortaya çıkan bu orantısız, dar ve tek boyutlu perspektif muhtemel bir AfD etkisini çağrıştırıyor.
AfD İle Parlamenter Mücadelede Temel Kıstas: Ayırımcılıkla Mücadele
AfD ile parlamenter düzlemde verilebilecek mücadele hiç kuşkusuz çok boyutlu olmalı. Fakat bu mücadelenin toplumun her tarafından destek görmesi, Federal Almanya’nın kuruluşunda belirlenen temel ilkelere uygunluk arz edebilmesi ve sonuçta başarılı olabilmesi için en önemli faktörlerden birisi ayırımcılıkla mücadele olacaktır.
AfD’nin yürüttüğü siyasetin köşe taşlarının Müslümanlar, yabancı kökenliler ve mültecilere yönelik popülizm, korku üretme eksenli ve hakaretlerden oluştuğu çok açık. Bundan dolayı aşırı sağ parti ile verilmesi gereken parlamenter mücadelenin de ilk ve en önemli ayağını ayırımcılıkla mücadele oluşturmalı.
AfD yöneticileri son aylarda özellikle Uyumdan Sorumlu eski Devlet Bakanı Aydan Özoğuz’a yönelik tehdit ve hakaretler savurdu. Bunun karşısında ise her siyasi partiden ve kiliselerden ciddi tepkiler geldi. Öyle ki, Alman kamuoyunda hatırı sayılır hemen hemen herkes Özoğuz’u savundu. Olması gerekeni de buydu. Bu savunma tepkisi ile çoğunlukla tanınan Müslüman şahsiyetlere yapılan saldırılar sonucunda karşılaşıyoruz. Fakat Müslümanların genelini, İslam’ı ve mültecileri hedef alan hakaretlere genelde aşırı sağ ideoloji veya ırkçılık eleştirisi ile karşılık veriliyor. İslam’ın Almanya’nın bir parçası olduğu siyasetçiler tarafından sıklıkla dile getirilse de, Müslümanlara karşı yapılan saldırılar, ayırımcılık vakaları ve hakaretler karşısında kendilerini doğrudan savunan bir tutuma yüksek ses ve kararlılıkla gerektiği kadar sık rastlanmıyor. Resmî kayıtlara göre Müslümanlara karşı her gün ortalama 3 ve mültecilere yönelik her gün ortalama 5 saldırının yapıldığı, sayısız hakaretlerin savrulduğu, özellikle AfD’nin İslam ve mülteci düşmanlığı içeren söylemler sarf ettiği bir zamanda sadece ırkçılık eleştirisinin yanında daha sık ve sesli bir şekilde ve doğrudan “Müslümanlara, mültecilere veya Türkiye kökenlilere hakaret edemezsiniz!” karşılığı verilmesi, aslına bakılırsa elzem. Çünkü ancak AfD’nin hedef aldığı bu kitleye yönelik kucaklayıcı bir dil ile aşırı sağın temel söylemleri hedef alınabilir. Bu konudaki hâlihazırdaki eksiklikten dolayı AfD Eşbaşkanı Alexander Gauland, “Türkler buraya ait değildir dediğimde, bu ırkçılık değildir.” şeklindeki iddiasını dile getirebilecek rahatlığa sahip olabiliyor.
©Anadolu Ajansı