'Dosya: "Çevre Krizi"'

Aydınlanma, Modern Özyıkım, Ekolojik Kriz ve Kalbin Sesi

İnsan ile tabiat arasındaki denge bozuldu. Ekolojik krizi aşabilmenin yolu, kalbin sesini dinlemekten geçiyor.

1 Aralık 2020 Mustafa Özel
Fotoğraf: Shutterstock.com | Değişiklikler: Perspektif

İnsanoğlunun, içinde yaşadığı tabiatı bu denli tahrip etmesini anlamakta zorlananlar Ahzâb suresi 72. ayete bakıversinler. “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” Bu “zalim ve cahil” yaratık sonunda Kapitalizm adını verdiğimiz, kazancı hiç durmaksızın çoğaltmaya çalışan bir sosyo-ekonomik sistem geliştirdi. Oysa “sınırsız kazanç ve sermaye birikimi” arayışı, kaynakları sınırlı bir dünyaya uygun değildir. Her şeyi kirletip tüketeceğimiz ve sonunda topyekûn tükeneceğimiz gün gibi ortadadır.

Doğal kaynakları hoyratça kirletip tüketmemizden kaynaklanan çevre sorunları ne zaman gündeme gelse, aklım hep Yûnus suresi 44. ayete gider: “Şüphesiz ki Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler.”

Nüfusun Kaynakların Kapasitesinden Daha Fazla Artması

Bugün dünyanın neresinde yaşıyor olursa olsun insan-tabiat dengesinin bozulduğunu herkes fark ediyor. Farkına varılmayan husus, bu dengesizliğin insanla Yaratıcısı arasındaki uyumun bozulmasından kaynaklandığıdır. Hemen hemen bütün dinî öğretiler, kozmosu “din” ile aynı kaynaktan gelen bir “ayet” (işaret) kabul edegelmişlerdir. Dinler tarihçisi Mircea Eliade bunu şöyle dile getirir: “Kozmosun yapısının, yüce semavî varlığın hatırasını canlı tutacak nitelikte olduğu söylenebilir. Yüksekliği (dikey boyutu) olmayan bir dünya mümkün değildir ve sadece bu boyut bile, bize aşkınlığı düşündürmeye yeter.”

Farkına varılmayan diğer bir husus, insan-tabiat dengesindeki bozulmanın sadece modern zamanlara özgü olmadığıdır. Evet, sanayi devrimiyle beraber insanın tabiat üzerinde sınırsız hakimiyet kurma şehveti kabardı. Fakat insan bir yönüyle her zaman aynıydı; hesapsız davranışları nice medeniyetlerin yok olmasına yol açmıştı. Babil ve Mezopotamya’nın büyük şehirleri, geniş sulama ağları “büyük ölçekli üretim” yapmayı mümkün kıldığı için serpilip gelişebildiler. Fakat teknik bilgi ve becerilerindeki ileriliğe rağmen çöküşten kurtulamadılar. Sebep basit: Toprak erozyonu, sulama kanallarındaki çökelme, toprağın artan tuzluluk derecesinin yol açtığı verim azalması ve bütün bunların sonucunda yiyecek üretiminde baş gösteren daralma yaşama imkânlarını yok etti. Orta Amerika’da ileri bir gelişme derecesine ulaşan Maya İmparatorluğu da orman örtülerinden temizlenen tropikal toprakların tükenmesinden ötürü çöktü. Kısacası, sanayi-öncesi medeniyetler ya kaynakların azalmasından dolayı üretkenliğin düşmesi veya nüfusun “kaynakların besleme kapasitesinin çok üstünde” artmasından ötürü varlıklarını sürdüremediler. 

İnsanlığın ilk romanı sayabileceğimiz Gılgamış destanında, iki ana kahramanımız olan Gılgamış ile Enkidu’nun ilk önemli derdi “canavar” Humbaba’yı yok etmektir. Kimdir Humbaba? Sedir ormanlarının yok edilmesine engel olmaya çalışan bir bekçi! Yani tabiatı korumaya çalışıyor. Gılgamış’ın bütün derdiyse, medeniyete yeni adım atmış olan dostu Enkidu’ya “bir Uruk çocuğunun ne yaman olduğunu” göstermektir. “Sedir ağaçlarını devirmeye gidip / Ölümsüz bir ad bırakmak isterim ardımda!” İkisinin güç birliği etmesinin neticesinde, Humbaba’yı öldürür ve sedir ormanlarını inletirler. 

Humbaba’yı yere serdi Gılgamış,

iki konak ötede inledi sedir ağaçları.

Orman gözcüsünü yere serdi Enkidu,

böğürtüsünden titredi Hermon ve Lübnan,

dağlar sarsıldı, doruklar titredi.

Aydınlanma, Modern Özyıkım ve Ekolojik Kriz

İnsanoğlu başına gelecekleri bile bile niçin tabiatla savaşa tutuşuyor? Bu soruya verilecek cevap bugün bizi genellikle Aydınlanma felsefesine götürüyor. Oysa biraz daha geriye gitmek gerek. Batı kültüründeki en büyük psişik devrim, Hristiyanlığın paganizm üzerindeki zaferidir. Ortalama Batılı’nın gündelik davranış ve alışkanlıkları bugünkü Post-Hristiyanlık çağında bile esas olarak Hristiyanlık inancının eksenindedir. Batılı insan en az 18. yüzyıldan bu yana “sürekli ilerleme” (progress) fikrinin egemenliği altındadır ve bu fikrin ne Grek-Roma antik dünyasında, ne de Asya’da tam bir muadili yoktur.

İlerleme inancının kökleri Yahudi-Hristiyan teleolojisindedir. Antik dünyada her ağacın, her pınarın, her akarsunun, her tepenin kendi “koruyucu ruhu” vardı: İnsan başlı atlar, yarısı keçi yarısı insan tanrılar, denizkızları… Bir ağacı kesmeden, bir dağı kazmadan, bir ırmağın önüne bent açmadan önce, söz konusu durumdan sorumlu ruhu yatıştırmak, onu teskin etmek gerekiyordu. Hristiyanlık işte bu pagan animizmini yıkmak ve yerine aynı kuvvetle tabiatı koruyacak bir ilke koymamak suretiyle, tabiatı “doğal nesnelerin duygularına kayıtsız” bir ruh hâli içinde kullanmayı mümkün kıldı.

Tabiatı Denetim Altına Almanın Aracı: Bilgi

Nesnelerin ruhları uçup gittiler. Rene Guenon bu anlayışın Batı insanını “ilkesiz” bir eylem anlayışına götürdüğünü söylüyor:  “Batı (Hristiyan) dünyası, eylem güçlerinin aşırı gelişmesi sonucu entelektüalitelerini yitirme noktasına gelmişlerdir. Bu yüzden, eylemi her şeyden üstün tutan kavramlar uydurarak kendilerini avutmaya çalışmakta ve hatta daha ileri giderek işi, eylemden başka her şeyin değersiz olduğunu iddia etmeye kadar vardırmaktadırlar. Oysa varlığın geçici bir değişikliğe uğratılmasından başka bir şey olmayan eylem, kendi ilkesini ve yeterli nedenini kendi içinde taşıyamaz: Eğer eylem kendini kuşatan çevreden bir ilkeye dayanmıyorsa o zaman bütünüyle bir yanılsamadan ibarettir.”

20. yüzyılın ünlü felsefecilerinden A.N. Whitehead bu dinî/felsefi ilkesizliğin modern bilimin gelişimi üzerinde derin izler bıraktığını söylüyor. “Yeni zihniyet, yeni bilim ve teknolojiden bile çok önemlidir, çünkü aklımızın metafizik varsayımlarını ve tahayyüli (imaginative) muhtevasını değiştirdi.” Bilim tarihçisi J. D. Bernal’e göre, Whitehead’in işaret ettiği yeni zihniyet, insan-tabiat ilişkisinde yepyeni bir dönemin başlatıcısı olmuştur. “Bu zihniyet sayesinde bilgi, insanın dünyayla uzlaşmasının bir aracı olmaktan çıkarılıp, ebedî yasalarını tanımak suretiyle tabiatı denetim altına almanın aracı hâline getirildi.

Bu yeni tavır maddi zenginliğe karşı yeni bir ilginin eseriydi ve bilginlerde zanaatkârların işlerine karşı yeni bir alaka uyandırdı.” Bu iki görüşü birleştirip en baştaki iddiamızla irtibatlandırırsak: Modern felsefe ve bilim, esas olarak sınırsız kazanç peşinde koşan kapitalist girişimcilere hizmet yolunda kullanılmıştır. Tabiatın sınırsız ve sorumsuz bir şekilde tahribi, Hristiyanlık artı modern bilim ve felsefenin doğrudan ürünüdür. Bir kurtuluş reçetesi yazacaksak, başta İslamiyet olmak üzere kadim dinî/felsefi geleneklerden ilham almak ve “kalbin sesine” kulak vermek zorundayız.

Kalbin Sesine Kulak Ver!

Bilim insanları ekolojik kriz konusuna çare ararken, şair ve romancılara büyük görev düşüyor. İnsanları kapitalizmin mantıksızlığına ikna etmede bir öykü veya sinema filminin bir iktisat kitabından daha etkili olacağını düşünüyorum. Kalbinin sesine kulak veren ender hikâyecilerden biri olan Mustafa Kutlu son yıllarda iki kelimeyi yineleyip duruyor: Kalp ve Kanaat. Modernler gibi sadece kafasıyla değil, kalbiyle düşünüyor. Çünkü hocası Nurettin Topçu’dan vicdanın “Allah’ın kalbimizdeki sesi” olduğunu öğrenmiş. Duruşuna Kitap’tan delilleri de pek sağlam: “Kalpleri var ama onunla bir şey anlamıyorlar” (A’raf suresi, 7: 179); “Akletmek için onlarda kalb yok mu?” (Hac suresi, 22: 46). 

Farkındayım, sayısız insan bu kutlu duruşu “romantik” sayıp küçümsüyor. Çünkü insanoğlunu özünden, yani topraktan koparan kapitalizm, kalpsiz bir aç gözler dünyası yarattı. Genelde kapitalist girişimcilerin aç göz olduğu söylenir; bu doğru değildir. Onlar sadece çılgın; sınırsız sermaye birikimi peşinde koşan “ruhu delirmiş” adamlar. Hedeflerine ulaşabilmeleri için bir “aç gözler ordusu” meydana getirmeleri lazım. Kapitalist, mal veya hizmet değil, aç göz müşteri  üretir. Bireyliğini yere göğe sığdıramayan modern insan, gerçekte fabrikasyon ürünüdür. Çalış dersin çalışır, al dersin alır, ye dersin yer! Kutlu’nun hikâyeleri bu acı gerçeğe dokunduğu için kalbimizi acıtıyor. Öne sürdüğü “Kanaat Ekonomisi” göz doyurmayı değil, karın doyurmayı hedefliyor. Kapitalizm ise karnı değil, gözü doyurma peşindedir. Ve göz asla doymaz! 

Kutlu’yu eleştirenler genelde şunu söylüyor: İyi, güzel de, hiçbir çıkış yolu göstermiyor! Bireysel ve ulusal çıkış yolu yok da, ondan! İnsanlık çapında olmayan hiçbir hâl çaresi sonuç veremez artık. İnsanlık tarihinde belki de ilk defa olarak, meseleler de, çözüm de küreseldir. Doğa ve toplum bilimcileri çözümün aklî yönlerine, şair ve romancılar da kalbî yönüne gereğince eğilir ve kendilerini dar ulusçu/kavmiyetçi sınırlamalardan kurtarabilirlerse, makul çözümlerin boy verdiğini görebiliriz.

Kaynaklar

  • Rene Guenon: Modern Dünyanın Bunalımı.
  • A. N. Whitehead: Science and the Modern World.
  • J. D. Bernal: Science in History.
  • Lynn White: Medieval Religion and Technology.
  • Sait Maden: Gılgamış Destanı.
  • Mustafa Kutlu: Kalbin Sesi ile Toprağa Dönüş.

Mustafa Özel

Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesinden mezun olan Özel, köşe yazarlığı ve danışmanlık yapmış, sivil toplum çalışmalarının içerisinde yer almıştır. 

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler