Filistin’de Barışa Giden Yol Engebeli Taşlarla Dolu
Filistin ve İsrail arasındaki ihtilaf, 1947 yılında Birleşmiş Milletler tarafından ortaya konan Taksim Planı’na kadar uzanıyor. Bu köklü tarihe rağmen Orta Doğu’daki mevcut kriz aslında uluslararası sistem ve uluslararası hukukun da bir kriz sürecinde olduğuna işaret ediyor.
1947 yılında Birleşmiş Milletler tarafından ortaya konulan Taksim Planı’nın İsrail tarafından tek taraflı olarak kabul edilmesi sonrasında 1948 yılında İsrail devleti kuruldu. Taksim Planı’nın adil olmadığını düşünen ve bu nedenle planı kabul etmeyen Filistin/Arap ülkeleri İsrail’in devlet olmasını ilan etmesi sonrası bu ülkeye savaş açtı. Kurulmasının hemen ardından savaşa giren İsrail 90’lı yılların sonuna kadar Arap ülkeleri ile mütedamadiyen savaş durumu içerisinde oldu. Bu ülkelerle diplomatik ilişkilerin de kurulamaması nedeniyle İsrail dış politika konsolidasyonunu bölge dışında arayarak daha ziyade Almanya, Fransa, İngiltere ve 1967 Savaşı sonrası ABD gibi ülkelerle yakınlaştı.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından başlayan ve 1990’lı yıllara kadar devam eden Soğuk Savaş sürecinin sona ermesi ile başka bir konjonktür ortaya çıktı. Gerek İsrail gerekse Filistin tarafının farklı nedenlerle de olsa barışa bu süreçte sıcak bakması Oslo Barış Süreci’nin başlamasına neden oldu. Bu süreçte Filistin ve İsrail arasındaki özellikle güvenlik ilişkilerini düzenleyen en temel referans, 13 Eylül 1993 yılında dönemin İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres ile o zaman Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) müzakereci ismi Mahmut Abbas tarafından anlaşmanın ana destekçisi ABD nezaretinde Washington’da imzalanan Oslo I anlaşması ile başlayan süreçtir.
Anlaşmanın birçok hedefi olmakla birlikte en temel hedefi İsrail hükûmeti ve FKÖ arasında bir barış süreci başlatması ve daha da önemlisi anlaşmanın, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararlarına dayanan, “Filistin halkının kendi kaderini tayin etme hakkını” yerine getirmeye yönelik süreci başlatması olmuştur. Anlaşma neticesinde FKÖ, İsrail devleti tarafından Filistin halkının temsilcisi olarak tanınmıştır. Oslo anlaşmalarının bir diğeri olan ve 1995 yılında Mısır’da imzalanan Oslo II anlaşması, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde sınırlı özerklik verilen bir Filistin yönetiminin kurulması ile neticelenmiştir. Bu süreci takiben taraflar barış masasına oturmuş olsa da, Kudüs’ün statüsü, olası bir barış anlaşması öncesi belirlenmesi gereken nihai sınırlar, Batı Şeria’da hayatını sürdüren Yahudi yerleşimcilerin durumu ve dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan Filistinli mültecilerin akıbeti gibi konular müzakere sürecinin en zorlu konuları olarak ortaya çıkmıştır.
Tarafların bu süreçte bahsi geçen konularla alakalı uzlaşma konusunda sorunlar yaşaması barış masasının karşılıklı olarak bir taviz masası olarak algılanmasına neden olmuştur. Nitekim Filistinlilerle barış yapmanın İsrail’in çıkarına olmadığını düşünen bir extremist tarafından 4 Kasım 1995 tarihinde dönemin İsrail Başbakanı Rabin’e suikast düzenlenmesi ve Rabin’in bu suikast sonrası hayatını kaybetmesi barış umutlarının son bulmasına neden olmuştur.
28 Eylül 2000 tarihinde İsrail’de başbakanlık görevine gelen Ariel Şaron’un Mescidi Aksa bölgesine yaptığı provakatif ziyaret sonrası İkinci İntifada’nın başlaması ise mevcut tansiyonun artarak devam ettiğini göstermiştir. Dolayısıyla Oslo Süreci’nin en somut iki çıktısından biri Rabin suikastı ile barış sürecinin sona ermesinden önce İsrail ve Ürdün arasında 1994 yılında yapılan barış anlaşması olurken (ki bu anlaşma 1979 Mısırİsrail Barış Anlaşması sonrasında İsrail’in bir Arap ülkesi ile yaptığı ikinci barış anlaşması olmuştur), diğeri ise Barı Şeria’da bugünkü Filistin Yönetimi’nin varlığını ortaya çıkaran anlaşma olmuştur.
Bu noktada Oslo II anlaşmasının uygulanabilirliğini mümkün kılan en önemli düzenleme, Filistinlilere özel oluşturulan Batı Şeria bölgesinin A (%17), B (%24) ve C şeklinde (yüzde 59) olarak üç farklı birime ayrılması olmuştur. Bu bağlamda A Bölgesi, Filistin Yönetimi’nin sivil ve güvenlik kontrolü altına bırakılırken, B Bölgesi ortak kontrol alanı olarak belirlenmiş ve C Bölgesi, İsrail’in sivil ve güvenlik kontrolü altına bırakılmıştır. Buradan da anlaşılacağı üzere, Oslo Anlaşmaları Batı Şeria’nın topraksal bütünlüğünü ciddi anlamda engellemekle beraber İsrail tarafı süreç içerisinde güvenlik kaygıları nedeniyle Filistin Yönetimi kontrolü altındaki bölgelere müdahil olmaya başlamıştır. Zira İsrail güvenlik birimleri tarafından Oslo Anlaşmaları neticesinde kurulan güvenlik koordinasyonu bölgede İsrail tarafından terör eylemleri olarak değerlendirilen eylemlerle mücadele ve Batı Şeria bölgesindeki istikrarın korunması açısından kritik önemde görülmüştür.
Fakat süreç içerisinde taraflar arasında yaşanan güven bunalımlarının bir sonucu olarak, İsrail’in Filistin yönetimi altında bulunan A bölgesi içerisindeki Cenin ve Nablus gibi bölgelerde terör faaliyetleri yapıldığı gerekçesi ile operasyonlar yapması bir taraftan güvenlik koordinasyonu anlaşmasına zarar verirken diğer taraftan Filistin topraklarını yeterince savunmadığı gerekçesi ile Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas’ın Filistinliler tarafından eleştiri almasına neden olmuştur. Özellikle son yıllarda İsrail’in bölgeye artan operasyonları nedeniyle güvenlik koordinasyonu Filistin tarafından sürekli olarak iptal edilmiş ve koordinasyonun sona ereceği yahut kesileceğine dair açıklamalar yapılmıştır.
Trump’ın “Yüzyılın Planı”nın Yankıları
Oslo ile oluşturulan güvenlik koordinasyonu sürecinin sorunlar içermesi Oslo sürecinin en temel aktörlerinden olan ABD’nin taraflar arasında yeniden bir barış masası kurulabilmesine odaklanmasına neden oldu. Fakat buradaki temel sorun özellikle 1967 Savaşı sonrasında İsrail’i bölgedeki çıkarlarının gerçekleştirilmesi konusunda önemli bir aktör olarak değerlendiren ABD’nin eşit ve adilane bir tutum ortaya koymaması oldu.
2020 yılının Ocak ayında “Refaha Giden Barış: Filistin ve İsrail Halklarının Yaşamlarını Geliştirmeye Dönük Bir Vizyon” ismi ile açıklanan ve “Yüzyılın Barış Planı” olarak lanse edilen plan uluslararası kamuoyunda büyük ses getirdi. Dönemin ABD Başkanı Trump’ın başkan olması ile İsrail çıkarlarını önemli derecede desteklediği gerçeğinden hareketle İsrail tarafı planı Filistinlilerle müzakere sürecinin temel dayanağı olarak onayladığını ifade etti. ABD planın bir Filistin Devleti’nin kurulması için en makul çerçeveyi çizdiğini iddia etti. Fakat Filistin Devlet Başkanı Abbas tarafından plan, içeriğinin Filistin tarafının haklarını adil bir şekilde korumadığı ve “İsrail’in Filistin devletine ait işgal altındaki toprakları yasadışı bir şekilde sömürgeleştirmesini ve ilhak etmesini tanıdığı” gerekçesi ile “yüzyılın tokadı” olarak nitelendirilerek reddedildi.
Planın reddedilmesindeki gerekçeler Oslo sürecinde ele alınan konularla benzerlik gösterdi. Planın açıklanması esnasında yaşanan bir diğer dikkat çekici gelişme Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Umman büyükelçilerinin de planın açıklanma sürecinde toplantıda hazır bulunmaları olmuştur. Bu noktada hem ABD Başkanı Trump hem de İsrail Başbakanı Netanyahu katılımlarından ve desteklerinden dolayı kendilerine teşekkür etti. Tartışılan planın Filistin tarafından bu derece tepki görmesi sürecin ilerletilememesine neden olurken bölgedeki yeni bir barış umudu tekrardan sona ermiş oldu.
Bölgedeki barış umutları her ne kadar sona ermiş olsa da bu sürece götüren en önemli sebebin taraflar arasındaki gerilimler olduğu açıktır. Bu gerilimlerin farkında olan taraflar her ramazan ayında mütemadiyen tekrar ettiği gibi Filistin ve İsrail arasında artan gerilimleri engellemek amacıyla Şubat 2023’te Ürdün’ün Akabe şehrinde bir araya geldi. Görüşmede ilerleyen günlerde yaşanması muhtemel olayların önlenmesi için taraflar karşılıklı olarak bazı taahhütlerde bulundu. Buna göre İsrail yönetimi önümüzdeki 36 ay boyunca yeni yerleşim yeri onaylamayacak ve yerleşimcilerden kaynaklı şiddet eylemlerine izin vermeyecek, Filistin yönetimi ise sorumluluk bölgesindeki terörist faaliyetlerin önlenmesi için İsrail makamlarıyla koordine içerisinde olacaktı. Hatta tarafların mart ayında Mısır’ın Şarm el Şeyh kentinde tekrar bir araya gelerek koordinasyonu sürdürmesi kararlaştırıldı. Fakat daha toplantıya katılanlar evlerine dönmeden Huvara saldırısı yaşandı.
Özellikle son yıllarda artan şiddet sarmalının Şubat 2023 tarihinde Huvara baskını ile son bulması taraflar arasındaki barış umutlarına yeniden zarar verdi. Filistin otoritesinin kontrolüne verilen A bölgesi içerisindeki Nablus civarında bulunan Huvara kasabasında 26 Şubat tarihinde bölge tarihinin en büyük yerleşimci saldırılarından birisi gerçekleşti. Huvara yakınlarındaki bir İsrail yerleşim yeri olan Har Brakha’da iki yerleşimci kardeşin kimliği belirlenemeyen bir Filistinli tarafından öldürülmesi bölgedeki yerleşimciler arasında infial yarattı. Bu gelişme üzerine yüzlerce İsrailli yerleşimci gece saatlerinde Batı Şeria’daki Huvara ve diğer Filistin köylerine girerek kasabayı ateşe verdi.
Tüm bu gelişmelerin ortasında 7 Ekim sonrasında karşı karşıya kalınan süreç, öncelik taraflar arasında bir ateşkese gidilmesi şeklinde olsa da barış masasının tekrardan kurulması gerektiğine işaret ediyor. Bölgede barışa ne kadar ihtiyaç duyulduğuna işaret etmekle beraber olası bir barışın karşı karşıya kaldığı zorlukları da ortaya koyuyor. Diğer taraftan mevcut kriz aslında uluslararası sistem ve uluslararası hukukun da bir kriz sürecinde olduğuna işaret ediyor.