Gazze’de Yaşananları Tarihsel Bağlamından Koparmak
7 Ekim'deki saldırıları, Gazze Şeridi ve Batı Şeria'da yaşayan Filistinlilere yönelik savaş suçu kapsamına giren saldırı ve baskı politikalarının bir özrü hâline getirildi. Dahası Batılı birçok hükûmet tarafından da bu böyle görülüyor. Peki bugün Gazze ve Batı Şeria'da yaşananları tarihsel bağlamından kopararak okumak ve anlamak mümkün mü? Ilan Pappé yazdı.
Hamas’ın 7 Ekim’deki “Aksa Tufanı” operasyonu ve İsrail’in acımasız misillemesi geçmişten günümüze İsrail ve Filistin’deki durumla ilgili devam eden söylem savaşı üzerine düşünmek için bize korkunç fakat uygun bir zemin sunuyor. İçinde bulunduğumuz süreç, şeridin getto duvarı aşılarak askeri üslerin işgali ve İsrail askerlerinin esir alınması gibi askeri bir başarıyla başlamıştı. Ancak, Hamas savaşçılarının şeridin yakınındaki Yahudi yerleşimlerine girerek Gazze sınırı yakınlarında düzenlenen büyük bir partiye katılan çok sayıda kişiyi öldürmesi bir dizi zulme ve savaş suçuna dönüştü. O gün öldürülen 1200 kişiden yaklaşık 300’ünün IDF askeri olduğu tahmin ediliyor.
İsrail, Gazze Şeridi’ne soykırıma varan bir saldırıyla misilleme yaptı ve bu saldırılar 2023 yılı sonuna kadar çoğu çocuk 22 binden fazla Filistinlinin hayatına mal oldu. Geçen 12 ayın ardından bu sayı yaklaşık 40 bine yükseldi, enkaz altında kalanların sayısı ise hâlâ bilinmiyor.
İsrail’in Saldırılarına Eşlik Eden Söylem Savaşı
Sahadaki savaşın yanı sıra bir de söylem savaşı patlak verdi. Ben bunu bahane (pretext) ve bağlam (context) arasındaki çatışma olarak adlandırmak istiyorum. Bağlam derken, 2023’ün son aylarında meydana gelen olayların hem tarihsel hem de ahlaki temellerini kastediyorum.
Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Antonio Guterres, 7 Ekim sabahı Hamas tarafından gerçekleştirilen katliamı mümkün olan en güçlü ifadelerle kınarken, dünyaya bu eylemlerin durup dururken bir boşlukta gerçekleşmediğini hatırlatmak istediğini ve o gün yaşanan trajedinin 56 yıllık işgalden ayrı tutulamayacağını belirtti. İsrail’in tepkisi gecikmedi: Guterres’in istifası istendi ve Guterres Hamas’ı desteklemekle ve İsrail içindeki katliamı meşrulaştırmakla suçlandı.
İsrail’in bu tepkisi yeni değil. İsrail, kendisine yönelik eleştirileri antisemitizm olarak adlandırmakta ısrar ediyor. Bu tepki antisemitizm iddiasının yeni bir versiyonu. 7 Ekim’e kadar antisemitizmin tanımı İsrail devletine yönelik eleştiriler ya da siyonizmin ahlaki temelinin sorgulanması ve Holokost’un inkarı iddialarıyla ilişkilendiriliyordu. Şimdi ise Filistinlilerin eylemlerini tarihsel bağlam ve gerçeklere göre değerlendirmek hem antisemitizm suçlamasına hem de bazı ülkelerde terörizmi meşrulaştırmakla suçlanmaya dayanak olarak kullanılmaya başlandı.
Filistin’de yaşananların tarihsel bağlamından koparılması, hükûmetlere geçmişte etik, taktik ya da stratejik kaygılarla uzak durdukları politikaları sürdürmeleri için bir bahane sağlıyor. Böylece 7 Ekim’deki saldırı, İsrail’in Gazze Şeridi’nde soykırım politikaları izlemesi için bir bahane hâline getiriliyor. 7 Ekim, ABD’nin yıllar sonra bölgede yeniden varlık gösterme çabası için ve bazı Batılı ülkelerde teröre karşı savaş adı altında demokratik özgürlüklerin ihlaline ve kısıtlanmasına bir bahane olarak kullanılıyor.
Bu tarihsel bağlamdan koparma, Batılı hükûmetlerden İsrail’e gelen destek ve dayanışma mesajları ile bu mesajların İsrail tarafından yorumlanma biçimi arasındaki uyumsuzluğu da ortaya çıkardı. Bu mesajlar her ne kadar 7 Ekim’de yaşananlar için bir şefkat ve ilgi gösterme mahiyetinde olsalar dahi, İsrail tarafından geçmişte uluslararası hukuku ve Filistinlilerin temel haklarını ihlal etmesinin Batı tarafından affedilmesi olarak anlaşıldı ve Gazze Şeridi’nin hâlihazırda maruz kaldığı büyük yıkımın devam etmesi için açık çek olarak kullanıldı.
Tarihsel Bağlam: Teoloji-Politika-Etnik Temizlik
Aslında tarihsel bağlam BM Genel Sekreteri’nin bahsettiğinden çok daha eskiye dayanıyor. Bu bağlamı daha iyi anlamak için Evanjelik Hristiyanlığın “Yahudilerin dönüşü” fikrini bin yıllık dinî bir zorunluluk hâline getirdiği ve ölülerin dirilişine, Mesih’in dönüşüne ve zamanın sonuna götürecek adımların bir parçası olarak Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasını savunduğu 19. yüzyılın ortalarına dönebiliriz.
Teoloji, 19. yüzyılın sonlarına doğru ve Birinci Dünya Savaşı’na giden yıllarda iki nedenden dolayı yerini politikaya bıraktı. Bu dönüşüm hem Britanya’da Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak ve bazı parçalarını Britanya İmparatorluğuna dahil etmek isteyenlerin hedefleriyle uyum içerisindeydi, hem de Britanya aristokrasisi içinde, Orta ve Doğu Avrupa’daki antisemitizm sorununa çare olarak siyonizm fikriyle büyülenen Yahudi ve Hristiyanlar arasında yankı buluyordu. Bu durum Doğu Avrupa’dan Britanya’ya doğru hoş karşılanmayan bir Yahudi göçü dalgası da yaratmıştı. Bu iki çıkarın birleşmesiyle İngiliz hükûmeti 1917 tarihinde kötü bir şöhrete sahip Balfour Deklarasyonu’nu yayınladı.
Zor bir teolojik vizyondan siyasi bir projeye dönüşme süreci 19. yüzyılın ortalarında başladı ve 1917’de olgunlaştı. Yahudiliği milliyetçilik olarak yeniden tanımlayan Yahudi düşünürler ve aktivistler, bu tanımın Yahudi cemaatlerini Avrupa’daki varoluşsal tehlikeden koruyacağını umut ettiler ve Filistin’i “Yahudi ulusunun yeniden doğuşu” için uygun bir alan olarak gözlerine kestirdiler.
Bu süreçte kültürel ve entelektüel siyonist proje, yerli bir nüfus tarafından iskan edilmesine bakmaksızın tarihî Filistin’i Yahudileştirmeyi amaçlayan yerleşimci sömürgeci bir projeye dönüştü. Oldukça pastoral bir yapıya sahip olan ve modernleşme ve ulusal kimlik inşasının ilk aşamalarında bulunan Filistin toplumu da kendi sömürge karşıtı hareketini üretti. Siyonist sömürgeleştirme projesine karşı ilk önemli eylem 1929’da gerçekleşti ve o tarihten itibaren de devam ediyor.
Mevcut krizle ilgili daha yakın bir tarihsel bağlam ise, 1948 Filistin etnik temizliğidir. 7 Ekim 2023’te saldırıya uğrayan İsrail yerleşimlerinin bazıları, zamanında bu etnik temizlik esnasında yıkılan ve yerleşik halkı Gazze Şeridi’ne sürülen köylerin üzerine inşa edilmişti. Yerlerinden edilen Filistinliler, evlerini kaybederek mülteci durumuna düşen ve 1948 yılına kadar 500’den fazla köy ve bir düzine kasabada yaşayan 750 bin Filistinlinin bir parçasıydı.
Bu etnik temizlik dünya nezdinde kayda geçse dahi kınanmadı. Sonuç olarak İsrail, eskiden tarihî Filistin olan topraklardaki Filistinli nüfusunu mümkün olabildiğince azaltmak için etnik temizliği bir araç olarak kullanmaya devam etti. Bu kıyım, 1967 savaşı sırasında ve sonrasında 300 bin Filistinlinin sınır dışı edilmesine ve o zamandan bu yana 600 binden fazla Filistinlinin Batı Şeria, Kudüs ve Gazze Şeridi’nden sürülmesine de yol açtı.
Oslo Anlaşması: İsrail’in Bir Jesti mi Yoksa İşgalin Devamı mı?
Günümüze daha yakın örneklere bakacak olursak, İsrail ve Filistin’in son 50 yıllık tarihini de yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Batı Şeria’nın uzun süreli işgali, yüz binlerce Filistinlinin hayatlarının bir döneminde yargılanmadan hapse atılmasına veya göz altında tutulmasına, toplu cezalara ve yerleşimcilerin tacizine maruz kalmasına ve gelecekleri hakkında hiçbir söz hakkına sahip olmadıkları bir hayat sürmelerine yol açtı. Kasım 2022’de köktendinci Mesihçi İsrail hükûmetinin başa gelmesinden bu yana, öldürülen, yaralanan ve tutuklanan Filistinlilerin sayısına da bakılacak olursa tüm bu sert politikalar daha önce görülmemiş bir boyuta ulaştı. Buna ilaveten, yeni hükûmet döneminde İsrail’in Kudüs’teki Hristiyan ve Müslüman kutsal mekanlarına yönelik saldırıları da yeni bir boyuta ulaştı.
Buna ek olarak İsrail’in 2005’te Gazze Şeridi’nden çekilmesini ve 2007’de başlayan kuşatmayı takip eden 17 yılık süreci de tarihsel bağlamıyla değerlendirmek gerekiyor. Bu olay da tıpkı Oslo Anlaşması gibi İsrail’in cömert bir jesti olarak öne sürüldü, ancak pratikte Gazze Şeridi’ni büyük bir hapishane gibi dışarıdan kontrol etmeyi amaçlayan farklı bir tür işgale yol açmak için yapılmış bir manevraydı.
Daha 2020 yılında Birleşmiş Milletler (BM) bu durumun insan yaşamı için sürdürülebilir olmadığına dair uyarılarda bulundu. Kuşatmanın, İsrail’in tek taraflı çekilmesinin ardından bir sonraki hükûmet olarak Filistin Yönetimi yerine Hamas’ı tercih eden Gazzelilerin demokratik seçimine cevaben uygulandığını hatırlamak önemli. Daha da önemlisi Gazze Şeridi’nin hâlihazırda dikenli tellerle çevrili olduğu 1994 yılına geri dönecek olursak; bu tarihte Gazze’nin Batı Şeria ile bağlantısı kesilmişti ve bölge İsrail tarafından gelecekteki iki devletli çözüm fikrini baltalayacak şekilde kontrol ediliyor ve Batı Şeria ile bağlantıdan mahrum bırakılıyordu. Bu çit, iki devletli çözüm temelinde barış getirmesi beklenen Oslo Anlaşmasının imzalanmasından bir yıl sonra inşa edildi. Gazze’nin dikenli tellerle çevrilmesi ve Batı Şeria’nın artarak Yahudileştirilmesi, İsraillilerin gözünde Oslo’nun gerçek bir jest ve barış arayışından ziyade başka yollarla işgal anlamına geldiğinin apaçık göstergesidir.
İsrail, Gazze gettosuna giriş ve çıkışları kontrol ederken içeriye giren gıda türlerini (bunların bazen kalori değerlerini bile kontrol ederek), ilaçları ve temel hayati ihtiyaçları dahi denetleyen bir tutum sergiledi. Hamas buna İsrail’deki sivil bölgelere roket fırlatarak karşılık verdi. İsrail, Hamas’ın Nazilerin bir uzantısı gibi Yahudileri katletmeyi hedefleyen ideolojik bir saldırı gerçekleştirdiğini iddia etti. Bu şekilde hem Nakba, hem de iki milyon insanın insanlık dışı ve barbarca kuşatılması ve tarihî Filistin’in diğer bölgelerindeki yurttaşlara uygulanan baskılar da göz ardı edilmiş oldu.
Hamas birçok açıdan bu politikaların intikamını almayı ya da bunlara yanıt vermeyi vaat eden tek Filistinli gruptu. Ancak Hamas’ın yanıtının, en azından Gazze Şeridi’nde kendi sonunu getirebileceği ve daha fazla baskı için bahane olarak kullanılabileceği artık açıktır. Hamas’ın bazı eylemlerinin vahşiliği hiçbir şekilde haklı gösterilemez, ancak bu bir açıklaması olmadığı ve kendi bağlamında bir anlam ifade etmediği anlamına da gelmez. Bu saldırı ne kadar korkunç olsa da ve İsrail’in cevabı ne kadar barbarca olsa da kötü haber şu ki, her iki cephede yarattığı büyük insani maliyete rağmen bu olay oyunun kurallarını değiştirmedi.
İsrail, siyasi DNA’sını hâlâ etkileyen ve ideolojik doğasını belirleyen bir geçmişe sahiptir ve yerleşik bir sömürge hareketiyle kurulan bir devlet olarak kalmaya devam edecektir. Bu da İsrail’in her ne kadar kendini Orta Doğu’daki tek demokrasi olarak tanımlasa dahi, sadece Yahudi vatandaşları için bir demokrasi olarak kalacağı anlamına geliyor. Bununla birlikte 7 Ekim’e kadar İsrail gündemini İsrail’in daha teokratik ve ırkçı olmasını isteyen yerleşimcilerle, ülkedeki mevcut statükoyu korumak isteyenler arasındaki iç mücadele meşgul ediyordu. Bu mücadelenin yeniden patlak vereceğine dair bazı işaretler mevcut.
Hâlâ Umut Var mı?
Uluslararası Af Örgütü gibi insan hakları örgütlerinin İsrail’i bir apartheid devleti olarak tanımlamaları, Gazze Şeridi’nde ve ötesinde olaylar nasıl gelişirse gelişsin geçerliliğini koruyacaktır. Filistinliler yok olmayacak; dünyadaki pek çok sivil toplum örgütü -hükûmetleri İsrail’i desteklemeye ve ona istisnai bir dokunulmazlık sağlamaya devam ederken- Filistinlilerin yanında yer alacak ve Filistinliler kurtuluş mücadelelerine devam edecekler. Çözüm belli: Nehirden denize kadar herkes için eşit hakların olduğu ve mültecilerin geri döndüğü bir rejim değişikliği. Aksi takdirde bu kan dökme döngüsü sona ermeyecek.
Söylem savaşında İsrail, Hamas’ın eyleminin İsrail’i yok etme arzusunun bir parçası olarak İran tarafından yönlendirildiğini iddia ederek 7 Ekim’deki eylemlerin, doğası gereği Naziler ve daha kötüsü DEAŞ gibi bir örgüt tarafından gerçekleştirilen yeni bir Holokost olduğu algısını yaratmaya çalışıyor.
Bununla birlikte İran’ın 7 Ekim sonrası tepkisine ve Lübnan’daki Hizbullah’a Hamas’la güçlerini birleştirmemesi yönündeki talimatına bakacak olursak Tahran’a danışılmadığı çok açıktır. İkinci olarak, yüzlercesi bir işgal ordusunun askeri olan 1200 kişinin öldürülmesini (her ne kadar korkunç bir olay olursa olsun), bütün bir ulusun endüstriyel soykırımına benzetmenin de dünyadaki Holokost inkarcılarını ziyadesiyle memnun edeceği aşikar.
Son olarak Hamas, net bir vizyona sahip olmayan dünya cihatçı terörünün bir parçası değil. Filistin kurtuluş hareketinin içerisinde başlangıcından itibaren siyasi İslamcı bir grup vardı. Aslında Arap ve Müslüman dünyasındaki tüm sömürgecilik karşıtı hareketlerin içerisinde genel hareketin bir parçası olarak siyasal İslamcı bir grup yer alıyordu.
Filistin kurtuluş hareketinin tarihine bakacak olursak, hareket uzun yıllar boyunca daha seküler ve solcu bir yapıya sahipti ve içinde her zaman güçlü bir Hristiyan bileşeni bulunduruyordu. Seküler güçlerin kurtuluşu sağlamadaki başarısızlığı Hareketin içerisindeki bazı insanları, hatta bazı Hristiyanları dahi siyasi İslamcı gruplara yöneltti. Bu insanlar politik İslamcı dogmaları desteklemek amacıyla değil, başka bir seçeneğe şans vermek adına bu gruplara katıldılar.
Kendilerine kimin liderlik edeceğini ve hangi örgütün kendilerini en iyi temsil edeceğini tayin etmek Filistin halkına kalmıştır. Ancak gelecekte liderlik kimin elinde olursa olsun dayanışma hareketinin temel görevi; Filistin kuruluş hareketini terörist olarak yansıtma girişimlerini geri püskürtmek ve devam eden mücadelesinin, kurtuluş ve özgürlük için meşru anti-sömürgeci mücadelenin bir parçası olduğunda ısrar etmek olacaktır. Başarılı olması hâlinde tarihi Filistin’e barış getirebilecek olan bu mücadele, geçmişte Hristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar arasında onurlu bir şekilde bir arada yaşamayı mümkün kılmış ve tüm bölge için daha iyi bir yaşam için yol gösterici olmuştur.