1972 Münih Olimpiyat Krizi: Müslümanlar Terörizmin Yüzü Hâline Nasıl Geldi?
Ne oldu da “terörizm” kelimesi bugün ağırlıkla Müslümanlar için kullanılır oldu? Bu soruyu cevaplayabilmek için 11 Eylül’den çok daha öncesine, 1972 yılındaki Münih saldırılarına kadar gitmekte fayda var.

“Terörist” kelimesini duyduğumuzda, zihnimizde silahlı bir Müslüman erkek canlanması bir tesadüf değil. Bizler toplumsal olarak bu şekilde düşünmeye şartlandırıldık. Bu kelimeyi internette arattığınızda karşınıza genellikle sakallı, sarıklı, Arap, Güney Asyalı, İranlı ya da Kuzey Afrikalı erkeklerin fotoğrafları çıkar. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde siyasal şiddet eylemlerinin çoğu sağcı ideolojilerden beslenen beyaz erkekler tarafından gerçekleştirilmesine rağmen[i] “terörist” denilince akla Müslümanlar gelir.
Esmer Müslüman erkeklerin terörle özdeşleştirilmesi 11 Eylül’le başlamadı. Bu ilişki modern terörizm tarihinin dönüm noktalarından biri sayılan bir olaya, yaklaşık yarım yüzyıl öncesine uzanıyor. Bu yazıda, o olaya, yani 1972 Münih Kış Olimpiyatları’ndaki rehine krizine odaklanarak, siyasetçilerin ve medyanın terörizm algımızı nasıl şekillendirdiğini inceleyeceğim.
Birleşmiş Milletler’de Uluslararası Terörizm Tartışmaları
1972 Münih Olimpiyatları’nda, Filistinli Kara Eylül örgütü üyeleri İsrailli atletleri rehin aldı. Başarısızlıkla sonuçlanan bir kurtarma girişimi sırasında 11 sporcu öldürüldü. Tüm dünyada yaklaşık 900 milyon kişinin izlediği bu dehşet verici olay, medyada büyük yankı uyandırdı.[ii]
Münih’teki bu rehine krizinden hemen önceki yıllarda Batı’da, beyaz insanlar tarafından gerçekleştirilen birçok uçak kaçırma ve başka ciddi siyasal şiddet olayları yaşanmıştı. Ancak Lisa Stampnizky’nin ifadesiyle[iii] Münih saldırısı modern terörizm tarihinin “gösterişli bir olayı” hâline geldi. O dönemde Avrupa’da İtalyan Kızıl Tugaylar, Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF), Bask bölgesindeki Euskadi Ta Askatasuna (ETA) ve Geçici İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) gibi gruplar siyasal şiddet eylemleri gerçekleştirmekteydi. Fakat modern terörizm söylemini ve buna yönelik politikaları asıl belirleyen olay Münih saldırısı oldu.
Münih olayından sadece birkaç gün sonra Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, terörizmin tanımı ve nasıl ele alınması gerektiğine dair kapsamlı tartışmalara başladı. Bu görüşmeler, uluslararası terörizme dair ilk BM kararı olan 3034 sayılı kararın kabul edilmesiyle sonuçlandı. Ancak terörizmin ne olduğu konusunda ortak bir anlayış hâlâ yoktu. Küresel Güney’deki sömürge sonrası ülkeler ile Batılı sömürgeci güçler arasında belirgin bir görüş ayrılığı vardı.
Bu tartışmalar, 1970 yılında oybirliğiyle kabul edilen ve kendi kaderini tayin hakkını uluslararası hukukun temel ilkelerinden biri olarak kodlayan 2625 sayılı BM kararına zemin hazırlayan sürecin bir devamıydı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında büyük sömürgeci güçlerin zayıflamasıyla birlikte, Hindistan’dan Cezayir’e kadar birçok ülke sömürgecilik boyunduruğunu üstünden atmakta başarıya ulaşmıştı. Bu aynı zamanda, Soğuk Savaş sırasında ne Amerika Birleşik Devletleri ne de Sovyetler Birliği safında yer alan 120 ülkenin Bağlantısızlar Hareketi’ne (NAM) katıldığı bir dönemdi.
“Sadece Bir Tarafın Terörist Olarak Tanımlanması İki Yüzlülük”
2625 sayılı karar, kendi kaderini tayin hakkını uluslararası hukukta sabitlemeyi amaçlıyordu. Her ne kadar tüm ülkeler bu hakkı ilkesel olarak desteklese de bu hakkı kullanmak için meşru biçimde güç kullanabilecek aktörler konusunda görüş ayrılığı vardı. Batılı ülkeler, bu hakkın yalnızca devletlere ait olduğunu savunuyor; devlet dışı aktörlerin bu hakka sahip olmasının “sözde bir savunma hakkı” doğuracağını ve bunun da “terörizm, ayaklanma ve kamu düzenini bozan diğer eylemleri teşvik edeceğini” [iv] iddia ediyorlardı.
Buna karşılık, Bağlantısızlar Hareketi’ne üye ülkeler ve Sovyet Bloğundaki devletler, sömürgeciliğin zaten başlı başına şiddet içerdiğini ve kendi kaderini tayin amacıyla silahlı direnişin bu bağlamın doğal bir sonucu olduğunu savundular. Bu ülkeler sivillere yönelik şiddeti onaylamasalar da “iyi” ve “kötü” şiddet arasında ayrım yapılmasını, yani “terörizm” etiketinin sadece belirli eylemlere yapıştırılmasını reddettiler. Onlara göre, sömürgecilik zaten şiddet içeren bir siyasal sistem yaratmıştı ve bu sistemde hem sömürgeci hem sömürülen taraf şiddetin bir parçasıydı. Bu durumda sadece bir tarafın meşru ve yasal, diğerinin ise “terörist” olarak tanımlanması ikiyüzlülükten başka bir şey değildi.
Güç kullanımı ve şiddet üzerine tartışmalar 1972 Münih Olayı sonrasında yeniden gündeme geldi. Avrupa’nın sömürgeci güçleri, özellikle Fransa ve Birleşik Krallık, özgürlük hareketlerinin siyasi şiddet kullanmasını “terörizm” olarak tanımlamak için ortak bir çaba gösterdi. Fransa, özellikle Cezayir Bağımsızlık Savaşı (1954-1962) başta olmak üzere Güneydoğu Asya ve Kuzey Afrika’daki sömürge sonrası çatışmalarla boğuşurken, Ulusal Kurtuluş Cephesi’ni (FLN) terörle suçladı. (BM’nin 2625 sayılı kararı, FLN’nin davasını BM’ye taşımasının bir sonucuydu). FLN’nin siyasi şiddetini “terör” olarak damgalayarak, Fransa kendi halkına yönelik şiddetli bastırma politikalarını meşrulaştırmaya ve örtbas etmeye çalışıyordu.
Benzer şekilde, Kenya ve Kuzey İrlanda’daki çeşitli sömürge sonrası sorunlarla uğraşan Birleşik Krallık da “kabul edilebilir” siyasi muhalefet ile “terörizm” olarak tanımlanan eylemler arasında bir sınır çizilmesini savundu. Birleşik Krallık temsilcileri, bağımsızlaşma amacıyla gerçekleştirilmiş olsa bile, sivillere yönelik şiddet eylemlerinin terörizm teşkil ettiğini ve evrensel olarak kınanması gerektiğini belirtti. İsrail ise, yerli Filistin halkına karşı[v] uzun süreli savaş yürüten bir devlet olarak, bu görüşle şaşırtıcı olmayan bir şekilde tam bir uyum içindeydi.
Sömürgecilikten kurtulmuş ülkelerin ve Sovyet bloğunun temsilcileri ise “terörizm” teriminin baskıcı ve sömürgeci rejimlere karşı verilen mücadeleleri gayrimeşrulaştırmak için seçici biçimde kullanıldığını öne sürdüler. Daha derinlikli ve ayrım gözetmeyen bir anlayış talep ederek BM Genel Kurulu’na terörizme dair ilk kararı, yani 3034 sayılı kararı sundular. Bu karar, “masum insanların hayatını tehlikeye atan ya da onları öldüren, temel özgürlükleri tehdit eden şiddet eylemlerini” kınamakla kalmadı. Aynı zamanda sömürgeciliği ve “halkların meşru öz-yönetim, bağımsızlık ve temel hak ve özgürlüklerini ellerinden almak için sömürgeci, ırkçı ve zalim rejimlerin sürdürdüğü baskıcı ve terörist eylemleri” de terörizm olarak tanımladı.[vi]
Terörizmin Devlet Dışı Aktörler İçin Kullanımı
Bu tartışmalarda Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail önemli bir rol oynadı. Diğer Batılı güçlerle birlikte, özellikle devlet dışı aktörler tarafından uygulanan şiddeti “terörist şiddet” olarak adlandırarak evrensel düzeyde kınanmasını savundular. Elbette hiçbir Batılı devlet, devletlerin uyguladığı şiddetin “terörizm” olarak tanımlanmasına karşı açıkça bir tutum sergilemedi. İsrail temsilcisi, “Arap terörizmini” Arap hükûmetlerinin İsrail’e karşı yürüttüğü savaş politikasının bir aracı olarak tanımladı ve “Arap terör örgütlerinin” Arap hükûmetlerinin sağladığı siyasi, mali ve askerî destek olmadan faaliyet gösteremeyeceğini savundu.[vii] Bu noktada, terörizm kavramı henüz yalnızca devlet dışı aktörler için kullanılmak üzere özelleşmemişti. Nitekim o dönemden sonra bile, ABD devlet dışı aktörlerin şiddetini her zaman kınamadı; örneğin Nikaragua’daki Contra gruplarının sivillere karşı uyguladığı şiddete destek verdi.
ABD siyasi yapısı içinde, siyasi şiddetin nasıl tanımlanması gerektiğine dair farklı görüşler bulunuyordu. Münih’ten hemen önceki yıllarda çok sayıda uçak kaçırma, adam kaçırma gibi daha sonra “terörist” olarak adlandırılacak eylemler yaygın olsa da Münih bir dönüm noktası oldu. Nixon yönetimi, ABD hükûmetinde sadece terörizmle ilgilenecek ilk birim olan Terörizmle Mücadele Kabine Komitesi’ni (CCCT) kurdu. CCCT, FBI’a, Dışişleri Bakanlığına ve Göçmenlik ve Vatandaşlık Hizmetlerine (INS) Arap kökenli tüm Amerikalıları -vatandaş olsun ya da olmasın- özel tedbirlerle izlemeleri yönünde talimat verdi.[viii] Böylece, Münih’te Filistin’in kendi kaderini tayin hakkı adına uygulanan şiddet, tüm Arap Amerikalıların ırksal profillemeye tabi tutulmasının gerekçesi hâline geldi. Bu, ırkçılığın tam tanımıdır: Az sayıdaki kişinin eylemlerinin tüm bir kolektife genellenmesi.
Güvenlik kurumları açısından Münih, Arap Amerikalıların “terörist potansiyelini” ortaya koyuyordu. Bu durum, beyazların uyguladığı siyasi şiddete verilen devlet tepkisiyle tam bir tezat oluşturuyordu: Beyazların şiddet eğilimine dair ne bir genelleme yapıldı ne de beyazları hedef alan bir profil oluşturma sistemi geliştirildi.
Münih’e Cevap Olarak İsrail’in Misilleme Operasyonları
Münih saldırısına yanıt olarak İsrail, Suriye ve Lübnan’a misilleme saldırıları düzenledi. Bu saldırılarda aralarında çocukların da bulunduğu çok sayıda sivil hayatını kaybetti. Bu olayın ardından çeşitli Arap devletleri, konuyu ele almak üzere Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni acil toplantıya çağırdı. İsrail bu toplantıya katılmayı reddetti ve bunun yerine, Arap devletlerinin “terör örgütlerine” destek vermekle bu grupların eylemlerinden sorumlu olduklarını savunduğu bir mektup sundu.
Bu argümana göre İsrail’in saldırıları meşru müdafaa kapsamındaydı. İsrail’in 1960’lardan beri savunduğu bu doktrin, uluslararası toplum tarafından kabul edilmedi. 1966-1969 yılları arasında yayımlanan birçok BM kararı, egemen devletlere yönelik saldırıları uluslararası hukukun ve BM Anayasası’nın ihlali olarak kınadı.
ABD ise İsrail’i güçlü bir şekilde destekledi. ABD temsilcisi George H. W. Bush, Washington’un artık İsrail’in güç kullanmasını kınayan ama bunu tetiklediği iddia edilen terör eylemlerini kınamayan “tek taraflı” BM kararlarını veto edeceğini açıkladı. Bush, Münih saldırısını “öylesine korkunç, öylesine vahşi, öylesine acımasız, medeni dünyadaki düzeni ve Orta Doğu barışını öylesine tehdit eden bir olay”[ix] olarak tanımladı ki görmezden gelinemeyeceğini söyledi. Uluslararası toplumun yalnızca bu eylemleri gerçekleştirenleri değil, onları destekleyenleri de açıkça kınaması gerektiğini savundu. Bush’a göre, devletler gayrinizami aktörlerce gerçekleştirilen terör saldırılarına karşı meşru müdafaa hakkına sahipti ve bu savunma çerçevesinde güç kullanmaları meşruydu. Bu çerçeve, ilerleyen yıllarda doğallaşacaktı.
Bush’un eleştirdiği karar tasarısı Somali, Gine ve Yugoslavya tarafından hazırlanmıştı ve tüm taraflara askerî operasyonları durdurma ve uluslararası barış adına itidal çağrısı yapıyordu. Karar, yalnızca askerî gerilimin azaltılmasını değil, bu tür çatışmaları çözmek için şiddet dışı siyasi bir süreç başlatılmasını da öneriyordu.
Hindistan temsilcisi Münih saldırısını açıkça kınadı ve bunu terörist bir eylem olarak nitelendirdi, ancak uluslararası toplumu “bu tür terörizmin ardında yatan hayal kırıklığını ve çaresizliği” tanımaya ve “bu nedenleri ortadan kaldıracak adımlar atmaya” çağırdı. Hindistan temsilcisi ayrıca “Arap teröristlerin, Kutsal Toprakların tarihine özellikle 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde musallat olmuş terörizmi unutmamış olabileceklerini”[x] söyledi. Yani bu karar tasarısını destekleyenler, yalnızca tek taraflı bir kınama değil; tüm tarafların sivillere yönelik şiddetten uzak durmasını ve bu tür terörist eylemlerin nedenlerine odaklanan siyasi süreçler yürütülmesini öneriyordu.
Ancak ABD kararı veto etti. Bu veto sonrası birçok Güvenlik Konseyi üyesi güçlü itirazlarda bulundu. Sudan temsilcisi vetonun İsrail’e “saldırganlığını sürdürmesi için açık çek” verdiğini, Somali temsilcisi ise ABD’nin İsrail’e daha fazla askerî eylem için “yeşil ışık” yaktığını söyledi.[xi]
1972’deki ABD vetosu, ABD dış politikasında bir dönüm noktası oldu. İsrail’e verilen destek, uluslararası terörizmin nasıl tanımlanacağına dair daha geniş bir tutumla ilişkilendirildi.
Bir ABD yetkilisinin New York Times’a söylediğine göre, yönetim bundan böyle, İsrail’i kınayan ancak buna sebep olan terör eylemlerini tanımayan hiçbir kararı desteklemeyecekti. Yetkili şöyle dedi: “Uygulamaya koyduğumuz yeni politika İsrail ve Yahudilerle ilgili olmaktan çok daha kapsamlı. Bu mesele, medeni yaşamımızın tam kalbine dokunan terörizm sorunudur.” [xii]
Bu söylem, ABD ve İsrail’i “medeniyet” ile özdeşleştirirken, sömürgeleştirilmiş halkları “medeniyetsiz, barbar ve irrasyonel” olarak tasvir eden yüzyıllardır süregelen sömürgeci anlatıyı yeniden üretiyordu. Bu bağlamda, Araplar ve Müslümanlar özellikle “terör tehdidi” olarak ırksallaştırıldı.
Medya, Terörizm ve New York Times
1970’li yıllardan önce medya genellikle siyasi şiddeti “terörizm” olarak tanımlamıyordu. 1966 ile 1985 yılları arasını kapsayan bir çalışmada, iki gazete dizini (New York Times Index ve London Times Index) ile iki dergi dizini (Reader’s Guide to Periodical Literature ve British Humanities Index) incelendiğinde, 1970’ten önce yalnızca Reader’s Guide to Periodical Literature’da “terörizm” başlığına yer verildiği görülüyordu. New York Times “terörizm” kavramını ilk kez 1970’te kullanmaya başlamıştı ancak yalnızca dört gönderide bu kavrama yer vermişti.[xiii] Bu durum 1972’den sonra büyük ölçüde değişti.
Remi Brulin’e göre, New York Times’ın 1972’deki BM Genel Kurulu tartışmalarına dair haberciliği, “terörizm”in nasıl söylemsel olarak inşa edildiğinin de dönüm noktasıydı. 5 başyazı ve 30 haber makalesini (bunların 24’ü BM özel muhabiri Robert Alden tarafından yazılmıştı) analiz eden Brulin, ABD’nin küresel çıkarlarının “terörizm” anlayışını nasıl şekillendirdiğini ortaya koydu. Örneğin, Alden Arap ülkelerini eleştirerek şöyle yazmıştı: “Arap devletleri terör eylemlerini vatanseverlik olarak görüyor.”
Oysa Brulin’in belirttiği gibi birçok Arap ülkesi, ulusal kurtuluş için kullanılan siyasi şiddetin sömürge şiddeti bağlamında nasıl ortaya çıktığını açıklamaya çalışıyor ve İsrail’in Filistinlilere yönelik şiddetini gündeme getiriyordu. Alden’in çerçevesi ise Arapları ve Müslümanları şiddete meyilli olarak tasvir eden ırkçı stereotipi yeniden üretiyordu.
Ayrıca New York Times’ta Irgun, Hagana ve Stern çetesi gibi grupların Filistinlilere yönelik şiddetine dair hiçbir haber yoktu. Yalnızca bir makale Çin temsilcisinin şu sözlerine yer verdi: “Uluslararası terörizmden bahsedilecekse, ABD emperyalistlerinin Vietnam’daki bombalamaları, İsrail Siyonistlerinin Filistin halkına yönelik katliamı ve zulmü, Portekiz, Güney Afrika ve Rodezya sömürgeci yönetimlerinin Afrikalılara karşı uyguladığı ırkçılık ve apartheid gibi vahşi sömürgeci egemenlikleri gerçek anlamda büyük ölçekli terörizmdir.”[xiv]
Bu nadir alıntı, Küresel Güney ülkelerinin yaptığı tartışmaları yansıtıyordu. Gerçekten de 11 İsrailli sporcunun öldürüldüğü gün ABD donanması Kuzey Vietnam’a 200 hava saldırısı düzenlemişti ve muhtemelen çok daha fazla sivil ölmüştü.[xv]
Sömürge sonrası ülkelerin pozisyonlarının göz ardı edilmesi, tarihsel bağlamdan yoksun bir haber anlayışı yarattı. Örneğin Filistinlilerin uyguladığı şiddet, İsrail işgalinden veya Filistin halkının topraklarından edilmesinden hiç bahsedilmeden verildi. Aynı şekilde sömürge karşıtı şiddet de tarihsel ve siyasal bağlamından koparılarak doğrudan meşruluğu olmayan bir şiddet gibi sunuldu.
Sonuç olarak, New York Times Batılı anlamda bir terörizm anlayışını doğallaştırdı. Bu anlayışa göre, devlet dışı aktörlerin uyguladığı siyasi şiddet irrasyonel, kriminal ve ahlaki olarak kabul edilemezdi. Batı’daki ya da müttefik ülkelerdeki kurbanlara odaklanırken, işgal, apartheid ya da sömürgecilik gibi yapısal şiddetleri görmezden geldi. Böylece NYT yalnızca BM tartışmalarını raporlamadı; aynı zamanda terörizmin ABD’nin jeopolitik çıkarlarıyla uyumlu bir kategori olarak söylemsel inşasına katıldı. Oysa terörizmin tanımı küresel sahnede şiddetle tartışılan bir konuydu.
Bu çerçeve, medyanın haberleri genellikle siyasi iktidar odaklarının tanımladığı biçimde sunmasının da bir örneğidir. Bush’un Güvenlik Konseyi’ndeki açıklaması ve ABD’nin vetosu, siyasi şiddetin nasıl çerçeveleneceğinin de sınırlarını belirlemiştir.
7 Ekim Sonrası Medya Anlayışı
Bu örüntüleri 7 Ekim sonrasında da açıkça görüyoruz. ABD medyası, ABD-İsrail fikrî çerçevesine sıkı sıkıya bağlı kalıyor. Hamas’ın saldırısı haklı olarak kınanırken, İsrail’in Filistinlilere yönelik kitlesel katliamı ve uluslararası hukuku ağır ihlalleri göz ardı ediliyor ya da meşru müdafaa olarak sunuluyor.
Bunun büyük bir sebebi, Filistinlilerin sistematik bir biçimde ırksal olarak aşağılanması ve kolektif olarak Hamas’ın şiddet eylemlerinden sorumlu tutulmasıdır.[xvi] İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog, 7 Ekim saldırısı için tüm Filistinlileri suçlayarak İsrail’in onların “omurgasını kıracağını” söyledi. Başbakan Netanyahu, Filistinlilere “canavar” ve “Amalek” diyerek, Tevrat’ta Tanrı’nın Tâlût’a Amalekleri yok etmesini, “kadın, erkek, bebek ve emzikteki çocuk dâhil” herkesi öldürmesini emrettiği pasajlara atıfta bulundu. Savunma Bakanı Yoav Gallant ise Filistinlileri “insan hayvanlar” olarak nitelendirdi ve Gazze’ye “tam saldırı” ilan etti.
Bu söylemler sivil toplumda da yankı buldu.[xvii] İsrail askerleri, bombalama ve yıkım eylemleri sırasında Filistinlileri alaycı şekilde küçümsedikleri videolar yayınladı.[xviii] Bu şekilde 1972’den itibaren Filistinlilerin “terörist” olarak etiketlenmesi, Arap ve Müslümanların insan dışılaştırılmasına ve ırksallaştırılmasına zemin hazırlayarak mevcut soykırımın gerekçelendirilmesini kolaylaştırdı.
Dipnotlar
[i] https://www.csis.org/analysis/escalating-terrorism-problem-united-states
[ii] Lisa Stampnitzky, “Disciplining Terror: How Experts Invented ‘Terrorism.’ Cambridge University Press, 2013. S. 22
[iii] Stampitzky, S. 21.
[iv] Brulin, Rémi. “Defining Terrorism: The 1972 General Assembly Debates on ‘International Terrorism’ and Their Coverage by The New York Times.” If It Was Not for Terrorism: Crisis, Compromise, and Elite Discourse in the Age of ‘War on Terror’, Banu Baybars-Hawks and Lemi Baruh. Cambridge Scholars Publishing. 2011, S. 12-30.
[v] Rashid Khalidi, “The 100 Years War on Palestine”
[vi] a.g.e
[vii] Brulin, “Defining “Terrorism”
[viii] Pamela E. Pennock, “The Rise of the Arab American Left”. University of North Carolina Press, 2017. S. 147
[ix] Brulin, 2015. S. 77
[x] a.g.e., S. 77
[xi] a.g.e. S. 78
[xii] a.g.e. S. 78
[xiii] Joseba Zuleika & William A. Douglass. “Terror and Taboo: The Follies, Fables and Faces of Terrorism.” Routledge, 1996. S. 45
[xiv] Brulin, 2011.
[xv] Brulin, “Compartmentalization, contexts of speech and the Israeli origins of the American discourse
on ‘terrorism’”. Dialect Anthropoly (2015) 39: 69–119.
[xvi] https://www.ohchr.org/sites/default/files/documents/hrbodies/hrcouncil/sessions-regular/session55/advance-versions/a-hrc-55-73-auv.pdf
[xvii] a.g.e. 12-13
[xviii] https://www.cnn.com/videos/world/2024/02/20/exp-israel-soldiers-jeremy-diamond-pkg-022009aseg1-cnni-world.cnn