Jeff McMahan: “Adaletin Önündeki Başlıca Engel, Güçlü Devletlerin Vetosu”
Prof. Jeff McMahan ile insani müdahalenin meşruiyetini, bireylerin ve devletlerin ahlaki sorumluluğunu ve uluslararası hukukun sınırlarını konuştuk.

Sayın Prof. Mcmahan, siz geleneksel “adil savaş” teorisindeki, savaş başlatmanın ahlakı (jus ad bellum) ile savaş sırasındaki eylemlerin ahlakı (jus in bello) arasındaki ayrımı eleştiriyorsunuz. Bu eleştirinizi biraz açar mısınız?
Savaşa başvurma (jus ad bellum) ilkeleri ile savaşın yürütülüşü (jus in bello) ilkelerinin ahlaki açıdan birbirinden ayrılamayacağı fikri, esasen savaşın nasıl yürütüldüğüne dair sorularla daha çok ilgilidir. Geleneksel görüş şunu söyler: Bir savaş haksız bile olsa, o savaşta savaşan askerler, savaşın yürütülüşünü düzenleyen ilkelere uydukları sürece ahlaken yanlış bir şey yapmış olmazlar. Ben ise savaşın yürütülüşünü düzenleyen ilkelerin, savaşa başvurma ilkelerinden ahlaken ayrı düşünülemeyeceğini savunuyorum. Dolayısıyla bu görüş, yani savaşın haksız olsa bile savaşanların ahlaken yanlış yapmadığı iddiası, bütünlüklü bir şekilde savunulamaz. Ahlaken tutarsızdır. Eğer bir savaş haksızsa, örneğin kötü bir amaç veya adaletsiz bir hedef uğruna yürütülüyorsa, bu hedefe ulaşmak için yapılan hiçbir şiddet eylemi ahlaken haklı görülemez.
İnsani müdahale, egemen bir devlet içindeki ciddi insan hakları ihlallerini (örneğin etnik temizlik, soykırım) durdurmak amacıyla, genellikle başka devletler veya koalisyonlar tarafından yapılan müdahalelere deniliyor. Bu anlamda insani müdahaleyi nasıl yorumluyorsunuz?
Bir devlet, zulme uğrayan bir topluluğu korumak amacıyla başka bir devlete müdahale ederse ve diğer devletler bu müdahaleye itiraz etmezse, o zaman teamül hukukuna göre bu müdahale yasal olabilir. Güçlü devletler kendi çıkarları nedeniyle böyle bir müdahaleye itiraz ederek, bu müdahalenin uluslararası teamül hukuku açısından meşru kabul edilmesini engelleyebilirler. Böylece müdahale hukuken yasadışı sayılır. Ama bence böyle bir müdahale yine de ahlaken tamamen meşru olabilir.
Siz, bir devletin kendi kaderini tayin hakkının (self-determination) ahlaken önemli olduğunu, fakat mutlak olmadığını savunuyorsunuz. Bu da bu hakkın hangi koşullarda ve kim tarafından sınırlandırılabileceği sorularını gündeme getiriyor. Böyle bir durumda, ahlaki meşruiyetle hareket edip müdahaleye karar verebilecek otorite kim olabilir?
Öncelikle son soruyu yanıtlayayım. Kimse böyle mutlak bir ahlaki otoriteye sahip değil. Hukuki yetkisi olanlar olabilir, ama ahlaki yetkiden bahsetmek mümkün değil.
Kendi kaderini tayin meselesi şu soruyu akıllara getiriyor: Kaderini tayin etmek isteyen “kendi”, yani “kolektif özne” tam olarak nedir? Normalde bir milletin kendi kaderini tayin etme hakkı, bir devlete atıfla kullanılır. Ancak devletin iç yapısı bölünmüş olabilir. Tek bir devlet içinde birbirinden farklı iki farklı siyasi topluluk bulunabilir. Bunlardan biri diğerini hâkimiyet altına almaya çalışırken diğeri özgürlük ve özerklik isteyebilir. İçinde birden fazla ulusal grup barındıran bir devlette siyasi ve askerî olarak baskın olan grup, nüfus açısından aslında azınlıkta olan bir grup da olabilir.
Tek bir “kendi” (self) kavramından söz etmek her zaman mümkün değildir. Farklı grupların veya ulusların kendi kaderini tayin hakkını gündeme getiren durumlar da olabilir. Bu nedenle bir devletin, nüfusu derin şekilde bölünmüş ya da vatandaşları düşman gruplara ayrılmışken tek ve yekpare bir özne olarak görülmesi ciddi bir yanılgıdır. Genellikle böyle ortamlarda devlet, muhalif grupları bastırmak için askerî güce başvurur. İşte bu gibi örneklerde, insani müdahale ahlaki olarak meşru kabul edilebilir.
Ruanda, Suriye ve şimdi de Gazze gibi kriz bölgelerinde, uluslararası hukuk mekanizmaları ağır insan hakları ihlallerine rağmen harekete geçmeyi genellikle başaramadı. Sizce uluslararası hukuk bu acil etik sorumlulukları veya soruları daha iyi ele alabilmek için değişmeli mi?
Evet, uluslararası hukukun evrilmesi gerektiğini düşünüyorum. Devlet egemenliğinin, masum insanları diktatörlük, zorbalık ya da soykırım yapan bir hükûmetten koruma ahlaki zorunluluğu karşısında gelişmesi gerekiyor.
Devlet egemenliği kavramı, farklı gruplar arasındaki savaşları önlemek amacıyla gelişti. İnsanlar kendilerini egemen liderleri olan farklı devletlere ayırdığında, bunun bir tür istikrar sağlaması gerekiyordu. Zira bir grubun diğerine karşı askerî harekette bulunması uluslararası hukukun temel prensiplerine göre devlet egemenliğinin ihlalidir. İnsanlık tarihinin çeşitli dönemlerinde bu prensip, devletlerin birbirine savaş açmasını engellemek açısından çok etkili olmuştur.
Yani ben insani müdahalenin ahlaki olarak meşru olabileceğine inanıyorum. Ve eğer ahlaki olarak meşruysa, bunun uluslararası hukuk tarafından tanınabilir olması gerekir.
Örneğin, meşru insani müdahalenin bir örneği 1994’te Ruanda’da yaşanabilirdi; ancak yaşanmadı ve 800 bin kişi, çoğunlukla sıradan insanların ellerindeki palalarla katledildi. Oysa insani müdahale çok az kan dökülerek ve çok fazla askerî güç kullanmadan gerçekleştirilebilirdi, çünkü insanları öldüren düzenli bir ordu ya da polis gücü değildi. Böyle bir durumda, başka bir devletin müdahalesinin yanlış olacağını söylemek bana saçma geliyor.
Siz yalnızca devletlerin değil, aynı zamanda liderler, askerler ve yurttaşlar gibi bireylerin de ahlaki sorumluluğuna vurgu yapıyorsunuz. Sizce bireylerin ahlaki sorumluluğunu öne çıkarmak savaş ve müdahaleyi düzenleyen mevcut hukukî çerçeveyi nasıl zorlar ya da nasıl zenginleştirir?
Devlet dediğimiz şey yasal bir kurgudur, bir isimden ibarettir; belli kurumlara verdiğimiz bir addır. Devlet başlı başına bir varlık değildir. Oysa bireyler gerçektir. Onların hakları vardır. Kendiliklerinden değerlidirler. Dolayısıyla, meselelere birey merkezli ahlaki bir bakış açısıyla yaklaşmak, bize önceliği özellikle masum bireylerin hak ve çıkarlarına vermemiz gerektiğini söyler. Örneğin, insani müdahale ilke olarak üçüncü bir tarafın masum insanları haksız bir saldırgana karşı, bu saldırgan kendi hükûmetleri bile olsa, savunması olarak görülmelidir.
Elbette bu durumun bazı bedelleri vardır. Günümüzde hâlâ devletlere, ordulara, polis güçlerine ve devletlerin sunduğu tüm bu tür kurumlara ihtiyaç duyuyoruz. Ancak bana göre bu kurumların nihai amacı, bireylere hizmet etmek ve bireylerin hak ve çıkarlarını korumaktır; devletlerin meşru varlık gerekçesi budur. Eğer bir devlet yalnızca vatandaşlarını koruma görevini ihmal etmekle kalmayıp, aynı zamanda bizzat onlara zarar veren bir aktöre dönüşüyorsa, ahlaki meşruiyetini ve bazı hukuki haklarını da kaybetmelidir.
Evrensel olduğu iddia edilen uluslararası hukuk ilkeleri gerçekten de tarafsız olabilir mi? Yoksa bu normların büyük ölçüde bazı baskın güçlerin çıkarları tarafından şekillendirildiğini ya da etkilendiğini söyleyebilir miyiz?
Uluslararası hukukun yalnızca güçlü ve zengin devletler tarafından değil, tüm devletlerin katkısı ve onayıyla şekillendiği düşünüldüğünde savaş hukuku, uluslararası insancıl hukuk gibi alanlarda geçerli olan ilkelerin tarafsız ve evrensel olması mümkündür. Nitekim Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi kurumları yönlendiren ilkeler de genellikle bu nitelikleri taşır. Yasalar esas olarak devletleri muhatap alır. Yani uluslararası hukuk bireylerden çok devletlere uygulanır; devletlerin ne yapabileceğini ve ne yapamayacağını tanımlar. Bu durum Roma Statüsü ve Uluslararası Ceza Mahkemesi için ise geçerli değildir, çünkü bu mahkeme bireyleri yargılayabilir. Bu da oldukça yeni ve çok önemli bir kurum ve hukuki yapı olarak öne çıkar.
Ancak sorun şu ki, pek çok durumda güçlü devletler uluslararası hukukun uygulanmasını etkileyebilir. Bu durumun en sık görülen yollarından biri, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimî üyelerinin veto yetkisini kullanarak adil bir hukuki kararın alınmasını engellemesidir. Rusya, Güvenlik Konseyi’ne sunulan bir kararı veto ederek kendisine birçok korkunç eylemi yapma imkânı tanıyabilir. Aynı durum ABD ve diğer daimî üyeler için de geçerli. Üstelik şu anda fiilen suç teşkil eden eylemlerde bulunan bazı devletler, Güvenlik Konseyi’nin daimî üyeleri arasında yer alıyor. İşte bu durum, uluslararası hukukta tarafsızlığın önündeki başlıca engellerden biridir.
Bu durumda, Birleşmiş Milletler ve benzeri hukuk sistemlerinden bağımsız işleyen temel bir müdahale doktrini düşünmek mümkün mü?
Yaklaşık 15 yıl önce, son yüzyılın en önemli adil savaş kuramcılarından Michael Walzer’e ithafen bir makale yazdım. Orada savunduğum temel fikir, Walzer’in geliştirdiği birey merkezli savaş ahlakı çerçevesinin, ahlaki otoriteye sahip yargısal bir kuruma ihtiyaç duyduğuydu.
Bu kurum kalıcı bir yapıda olmalı ve ahlak filozofları, uluslararası hukukçular, hukuk teorisyenleri gibi alanında saygın uzman kişilerden oluşmalı. Savaş etiği, savaş hukuku, belki ilahiyatçılar, siyaset teorisyenleri ve diğer uzmanlardan oluşan bir grup bir araya gelmeli. Savaşın ahlakını, savaşın başlatılmasını ve yürütülmesini kapsayan, üzerinde anlaşabilecekleri bir prensipler seti formüle etmeli ve bunları kodifiye etmeliler. Özellikle savaşın ne zaman meşru olarak başlayabileceği sorusuna yanıt aramalılar.
Bu organın üyeleri, devletler tarafından değil, alanlarında uzmanlıklarıyla tanınan bağımsız kişiler arasından seçilmeli ve yalnızca Batı’nın geleneksel ya da modern adil savaş teorilerini değil; İslam, Hinduizm, Budizm, Yahudilik, Konfüçyüsçülük gibi farklı inanç ve düşünce sistemlerinin savaş ahlakına dair yaklaşımlarını da temsil edecek şekilde, dünyanın çeşitli kültürlerinden katılımcıları içermeli. Böylece ortak bir ilke seti üzerinde uzlaşma arayışı mümkün olabilir. Bu kurul, savaş başlamadan önce, savaşın kaçınılmaz hâle geldiği aşamada ve savaş süresince düzenli olarak toplanıp gelişmeleri etik açıdan değerlendirmeye devam etmeli.
Bu değerlendirmeler dünyaya duyurulmalı, medya aracılığıyla kamuoyuna sunulmalı ve savaşan taraflardaki askerler bu kararlara erişebilir olmalı. Söz konusu tarafsız organın objektif olarak yanlış ilan ettiği savaşta yer alan askerler için bu çok önemli bir mesaj olurdu.