'Dosya: "Uluslararası Hukuk"'

Birleşmiş Milletler: Ruhunu Kaybeden Bir Barış Aracı mı?

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından küresel barışı sağlamak amacıyla kurulan Birleşmiş Milletler, bugün çok daha karmaşık bir dünyada varlığını sürdürmeye çalışıyor. Ancak günümüzde bazı krizlerde etkisiz kalması, örgütün yapısal sınırlarının yanı sıra büyük güçler arasındaki çıkar çatışmalarını da gözler önüne seriyor. Bu durum, "BM gerçekten küresel barışı sağlamada ne kadar başarılı?" sorusunu daha sık ve daha acıklı bir biçimde gündeme taşıyor.

©Lee Nanjoo/shutterstock.com

Birleşmiş Milletlerin (BM) günümüzdeki etkisini kavrayabilmek için, kuruluş tarihine dönüp bakmak ve kritik anları yeniden keşfetmekte fayda var. Tabiri caizse BM’nin İkinci Dünya Savaşı’nın küllerinden doğduğunu söylemek yerinde olur.

20. yüzyılda yaşanan İkinci Dünya Savaşı, barış ve güvenliği sağlamak için uluslararası bir örgüt kurma isteğini doğurdu. 1920 yılında bu amaçla kurulan ilk örgüt Cenevre merkezli Milletler Cemiyeti (the League of Nations) idi. Kısa ama çalkantılı bir geçmişe sahip olan Cemiyet, her ne kadar daha çok başarısızlıklarıyla anılsa da, 20 yıllık varlığı boyunca azınlık haklarının korunmasından köle ticaretiyle mücadeleye kadar pek çok önemli uluslararası meseleyle ilgilendi.

Ancak savaşa karşı birçok karar alınmasına rağmen, bunlar uygulamada etkisiz kaldı ve üye devletlerin dış politikalarını değiştirmeye yetmedi. 1930’lar, Cemiyet için adeta bir çöküş dönemi oldu ve bu süreç, 1939’da İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla sona erdi. Cemiyet resmî olarak 1947’de feshedildi.

1945 yılında ise, 50 ülkenin temsilcilerinin Kaliforniya’nın San Francisco kentinde bir araya gelmesiyle kurulan Birleşmiş Milletler, Milletler Cemiyeti adlı öncülünden birçok açıdan farklıydı.

En önemli farklardan biri, üye ülkeler arasında Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri’nin de yer almasıydı. Ayrıca, P5 olarak bilinen 5 daimi üyenin -ABD, Sovyetler Birliği, Birleşik Krallık, Fransa ve Çin- ayrıcalıklı konumunu burada resmen tanınmış oldu.

Bu beş ülkeye, “uluslararası barış ve güvenliği korumakla” görevli olan Güvenlik Konseyinde veto hakkı verildi ve “gelecek nesilleri savaşın yıkımından korumak” iddiasıyla yola çıkan Birleşmiş Milletler, görünüşte idealist bir umut taşıyordu. Ancak bu umut, kısa sürede Soğuk Savaş’ın sert rüzgarlarıyla sarsıldı. Buna ragmen sömürgeciliğin çöküşüyle birlikte doğan yeni devletler, Birleşmiş Milletlere katılarak örgütün hızla genişlemesini sağladı ve dünya siyasetine yeni bir denge getirdi.

BM’nin Yetki Alanını Sınırlayan Faktörler

Bugün 193 üye devlete sahip olan Birleşmiş Milletlerin amaçları, ilkeleri ve yapısı, BM Antlaşması’nda açıkça tanımlanmıştır. Örgütün temel amaç ve işleyişine yön veren esas ilkeler, Antlaşma’nın 2. Maddesi’nde yer alır. Bu ilkelerden bazıları şunlardır: BM, tüm üyelerin egemen eşitliği ilkesine dayanır; devletler arası anlaşmazlıklar barışçıl yollarla çözülmelidir; üyeler BM’nin amaçlarına aykırı şekilde güç kullanma ya da tehdit etme hakkına sahip değildir.

Ayrıca 2. Madde, BM’nin uzun süredir benimsediği bir kuralı da hatırlatır: Birleşmiş Milletler, ülkelerin iç işlerine karışamaz. Bu kural, BM’nin müdahale alanını sınırlar. Ancak zamanla, bir ülkenin iç meselesiyle tüm dünyayı ilgilendiren konular arasındaki ayrım netliğini yitirmiş ve bu kuralın nasıl uygulanacağı da değişmeye başlamıştır.

Birleşmiş Milletlere yöneltilen en yaygın eleştirilerden biri, aldığı kararları hayata geçirme konusundaki sınırlı kapasitesidir. Özellikle BM Genel Kurulundan çıkan kararların genellikle bağlayıcılıktan yoksun olması örgütün yalnızca “laf üreten bir tartışma kulübü”, yani bir talking shop — olmakla itham edilmesine sebep oluyor.

Daha da önemlisi, Güvenlik Konseyinin veto hakkına sahip beş daimi üyesi, kimi zaman kendi siyasi çıkarlarını veya müttefiklerini korumak adına, uluslararası hukuku ihlal eden savaşlara ya da ciddi insan hakları ihlallerine karşı sessiz kalıyor. Sonuç olarak, savaş suçları ve insanlığa karşı işlenen suçlarla mücadele etmek amacıyla kurulan Birleşmiş Milletler, kimi zaman bu tür tarihsel trajedilerin önüne geçmede başarısız oluyor.

Birleşmiş Milletlerin Filistin ve Ruanda Karnesi

Kasım 2024’te yaşanan çarpıcı bir örnek, Birleşmiş Milletlerin yapısal sınırlarını bir kez daha gözler önüne serdi. Amerika Birleşik Devletleri, binlerce sivilin katledildiği Gazze Şeridi’nde derhal ve koşulsuz ateşkes çağrısı yapan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi taslak kararını veto etti. Güvenlik Konseyinin 10 seçilmiş üyesi (E10) tarafından sunulan taslak, 14 olumlu oy almasına rağmen, ABD’nin olumsuz oyu nedeniyle kabul edilmedi.

Güncel rakamlara göre Gazze’de Ekim 2023’ten bu yana devam eden İsrail saldırıları sonucunda, Gazze Sağlık Bakanlığı toplam can kaybının 53 bin’i aştığını açıkladı. Ancak Gazze Hükûmet Medya Ofisi, enkaz altında kalan ve hayatını kaybettiği tahmin edilen binlerce kişiyi de dahil ederek bu sayının 61 bin 700’ün üzerine çıktığını duyurdu. İsrail’in havadan ve karadan saldırıları ise hâla devam ediyor.

BM’nin görevden ayrılmış Orta Doğu temsilcisi ve diplomat Tom Wennesland verdiği bir röportajda, Gazze’de yaşanan insanlık dramının Birleşmiş Milletler tarihindeki “en büyük stres testi” olduğunu belirtti ve gelinen noktayı “diplomasinin başarısız olduğu bir eşik” olarak tanımladı.

2024 yılının nisan ayında Amerika Birleşik Devletleri, Filistin’in Birleşmiş Milletlere tam üye olmasının önünü açacak ve geniş destek gören tasarıyı BM Güvenlik Konseyinde veto etti. Oylamada, tasarıya 12 ülke destek verirken, Birleşik Krallık ve İsviçre çekimser kaldı.

Bu gelişmeler, Birleşmiş Milletlerin küresel adalet ve barış idealine ulaşmada, özellikle büyük güçlerin çıkarlarıyla karşı karşıya geldiğinde, ne denli sınırlı kaldığını açıkça ortaya koyuyor.

Birleşmiş Milletler, küresel krizlere müdahalesindeki etkinliğiyle olduğu kadar, verimsizlik ve bürokratik hantallık gibi sebeplerle de sıkça eleştiriliyor. Özellikle bazı barışı koruma misyonlarının başarısızlıkla sonuçlanması ve zaman zaman suistimaller ile anılması, örgütün güvenilirliğini ciddi şekilde zedeliyor. Bu tür eleştirilere neden olan yakın tarihimize ait BM’nin başarısız barış misyonlarından biri Ruanda Soykırımı (1994) sırasında gerçekleşmişti.

800 binden fazla kişinin hayatını kaybettiği ve etnik temizliklerin yaşandığı Ruanda Soykırımı sırasında, Birleşmiş Milletler etkin bir müdahalede bulunmamakla suçlanmıştı. BM MINUAR barış gücü, Ruanda’daki soykırım başladığında bölgeye gönderilmiş, ancak, Güvenlik Konseyinin onayını gerektiren takviye güçlerin bölgeye gönderilememesi nedeniyle soykırımı engellemeyi başaramamıştı.

21. Yüzyılda BM: Reform Talepleri

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres, 2021’de ikinci kez göreve atanmış ve uluslararası sistemde yaşanan dönüşüme dikkat çekerek, “Gerçekten bize önemli seçimler sunulmuş bir kavşakta bulunuyoruz. Paradigmalar değişiyor, eski dogmalar tersine çevriliyor” ifadelerini kullanmıştı.

Birleşmiş Milletlerin barış ve insan hakları odağındaki misyonuna rağmen, yaşanan krizlere yanıt vermekte yetersiz kaldığı gerekçesiyle özellikle Güvenlik Konseyi bünyesinde bir reforma ihtiyaç duyulduğu giderek daha çok dile getiriliyor. Bu çerçevede önerilen değişiklikler arasında, Konseyin günümüz jeopolitik dengelerine göre yeniden yapılandırılması, veto yetkisinin sınırlandırılması, Afrika ve yükselen güçlerin temsiliyetinin artırılması ve barış inşası ile sivil koruma mekanizmalarının güçlendirilmesi gibi adımlar yer alıyor. 21. yüzyılda yaşanan savaş ve trajediler bu reform çağrılarının aciliyetini ortaya koyuyor.

Dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın, 2004 yılında Ruanda Soykırımı Anma Konferansı’nda yaptığı konuşmada kullandığı şu sözler, Uluslararası toplumun ihmalkârlığını çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor:

“Eğer uluslararası toplum zamanında ve kararlı bir şekilde müdahale etseydi, katliamların büyük bölümü engellenebilirdi. Ancak ne yeterli siyasi irade vardı, ne de müdahale edecek askerî güç. […] Uluslararası toplum, ihmalkârlığın günahını işlemiştir. O dönemde BM Barışı Koruma Dairesi’nin başındaki biri olarak, birçok ülkeden asker göndermelerini talep ettim. O zaman, elimden gelenin en iyisini yaptığımı düşünüyordum. Ancak soykırımdan sonra fark ettim ki, alarmı daha güçlü bir şekilde vermek ve destek toplamak için daha fazlasını yapabilirdim, yapmalıydım. Bu acı deneyim, Bosna-Hersek’te yaşananlarla birlikte, Genel Sekreter olarak düşüncelerimi ve pek çok eylemimi derinden etkiledi.”

Medine Tezcan

Uluslararası Londra Üniversitesi’nde Siyasal Bilimler ve Uluslararası İlişkiler eğitimini tamamlayan Medine Tezcan, İsveç Genç Müslümanlar (SUM) Derneğinin başkan yardımcılığını yapmıştır. Tezcan, Perspektif redaksiyon ekibinin üyesidir.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler