'Dosya: "Uluslararası Hukuk"'

Uluslararası Hukuk Kurumları: İşlevleri, Sınırları ve Sorunları

Uluslararası adalet sistemi, küresel düzenin teminatı mı yoksa güç siyasetinin bir yansıması mı? Bu yazıda, uluslararası hukukun en önemli kurumlarını, işlevlerini ve eleştirilen yönlerini mercek altına aldık.

©beast01/shutterstock.com

Uluslararası adalet sistemi, dünyada barışı ve insan haklarını korumayı amaçlayan en önemli mekanizmalardan biri olarak kabul ediliyor. Birleşmiş Milletler bünyesinde kurulan Uluslararası Adalet Divanı (UAD), Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) ve geçici ceza mahkemeleri, uluslararası hukuk kurallarının hayata geçirilmesi için kritik roller üstlenirken, bu kurumların gerçekten adalet mi dağıttığı, yoksa güçlü devletlerin çıkarlarını mı koruduğu sorusu giderek daha sık gündeme geliyor. Bu yazıda, uluslararası hukuk kurumlarının yapısını, işlevlerini ve karşılaştıkları temel eleştirileri inceliyoruz.

Uluslararası Adalet Divanı (UAD) Nedir?

Uluslararası Adalet Divanı (UAD), 1945 yılında Birleşmiş Milletler Antlaşması ile kurulmuş ve 1946 yılında fiilen çalışmaya başlamıştır. Merkezi Hollanda’nın Lahey kentinde bulunan UAD, Birleşmiş Milletlerin ana yargı organıdır ve devletler arası uyuşmazlıkların barışçıl yollarla çözülmesini amaçlar. UAD’nin temel iki görevi bulunmaktadır: Birincisi, devletler arasında çıkan uyuşmazlıkları uluslararası hukuka uygun şekilde çözmek. İkincisi ise Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Güvenlik Konseyi ve yetkili diğer organlara veya uzman kuruluşlara hukuki konularda danışma görüşleri sunmak. Bu bağlamda, UAD yalnızca devletler arasında doğrudan açılan davalara bakar.

UAD yapısı ve işleyişi itibarıyla ise çeşitli eleştirilere açık: 15 yargıçtan oluşan mahkemede görev alan yargıçların seçiminin BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi tarafından yapılması süreci siyasi etkilere açık hâle getirerek mahkemenin tarafsızlığına ve bağımsızlığını tartışmaya açıyor.

Eleştirilen diğer bir konu da UAD’nin yargı yetkisinin yalnızca devletlerin rızasına bağlı olması; yani bir devlet, ancak yargı yetkisini kabul etmişse mahkemenin kararına tabi oluyor. Bu durum, uluslararası hukukun bağlayıcılığı ilkesini zayıflatırken aynı zamanda güçlü devletlerin işledikleri suçların sorumluluğundan kaçabilmesine de olanak tanıyor.

UAD’nin fiili etkisini sınırlayan en önemli sorunlardan biri de verdiği kararlar hukuken bağlayıcı olsa da bunların uygulanması için herhangi bir yaptırım gücünün bulunmaması. Taraflardan birinin karara uymaması durumunda, diğer taraf Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine başvurarak uygulamanın sağlanmasını talep edebilir, ancak BM’nin daimî üyelerinin veto hakkı nedeniyle çoğu zaman bu başvuru da siyasi engellere takılır.

Tüm bu nedenlerle, uluslararası hukukta önemli bir boşluğu doldursa da UAD’nin, güçlü ve kapsayıcı bir adalet mekanizması olma konusunda bazı temel eksiklikleri olduğu anlaşılıyor.

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Nedir?

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), 1 Temmuz 2002’de yürürlüğe giren Roma Statüsü ile kurulan ve dünyanın dört bir yanında işlenen en ciddi uluslararası suçlarla birey düzeyinde mücadele etmeyi amaçlayan ilk ve tek kalıcı uluslararası ceza mahkemesidir. Merkezi Lahey’de bulunan mahkeme, soykırım, insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve saldırı suçu olmak üzere dört ana kategori altında toplanan suçları yargılamakla yetkilidir. UAD’nin tersine UCM devletleri değil, yalnızca bireyleri yargılar.

UCM’nin en temel ilkelerinden biri olan “tamamlayıcılık” ilkesi gereği, bir ülkenin yargı sistemi, ilgili suçu etkin biçimde soruşturabiliyor ve yargılayabiliyorsa UCM devreye girmez. Ancak ulusal sistemler bu suçları yargılama noktasında yetersiz ya da isteksizse, UCM yargılama yetkisini kullanabilir. Bunun için ise bir devletin suç duyurusunda bulunması, BM Güvenlik Konseyi’nin yönlendirmesi ya da mahkeme başsavcısının kendi inisiyatifiyle soruşturma başlatması gerekir. Mahkeme 18 yargıçtan oluşur ve bu yargıçlar taraf devletler tarafından seçilir. Başsavcı ise soruşturmaları başlatan ve yargı sürecini yönlendiren kilit figürdür.

UCM’ye dair en çok eleştirilen konulardan biri, mahkemenin yalnızca Roma Statüsü’nü onaylamış ülkelerde ya da bu ülkelerin vatandaşları tarafından işlenen suçlarda yargı yetkisine sahip olması. Bu durum, uluslararası suçları işleyen ama Statü’ye taraf olmayan örneğin Amerika Birleşik Devletleri, Rusya veya Çin gibi güçlü aktörlerin hesap vermekten kaçmasına olanak tanırken, adaleti bazı coğrafyalar ve aktörler için geçerli, bazıları için ise fiilen geçersiz hâle getiriyor.

UCM’nin en temel yapısal sorunlarından bir diğeri ise, aldığı kararların uygulanabilirliğini güvence altına alacak doğrudan bir yürütme veya infaz gücüne sahip olmaması. Dolayısıyla mahkemenin kararları hukuki açıdan bağlayıcı olsa da bu kararların hayata geçirilmesi ya da cezaların infazı tamamen Roma Statüsü’ne üye devletlerin gönüllü iş birliğine bağlı. Örneğin bazı devletler, tutuklama emri verilmiş kişileri teslim etmeyi reddedebiliyor veya mahkemeyle iş birliğini askıya alabiliyorlar. Bu da UCM’yi, sadece devletlerin siyasi iradesine bağlı olarak işleyebilen, kırılgan bir yapı hâline getiriyor.

Mahkemeye yönelik en güçlü eleştirilerden biri de bugüne kadar neredeyse yalnızca Afrikalı liderler hakkında tutuklama kararı vermiş olması. Bu nedenle bazı Afrika ülkeleri 2015 ile 2018 arasında “neo-sömürgeci” bir araç olarak tanımladıkları Roma Statüsü’nden topluca çekilmeyi gündeme getirirken, 2019’daki Afrika Birliği toplantısında ise bu eleştiriler açık bir şekilde ifade edilmişti. Bugün Batılı ülkelerin UCM’nin İsrail Başbakanı Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Gallant hakkındaki tutuklama kararına verdiği ikircikli, hatta yaptırım tehdidi içeren sert tepkileri ve ABD’li bazı seçilmiş senatörlerin “Bu mahkeme Afrika ve Putin gibi haydutlar için kuruldu” şeklindeki ifadeleri de Afrika’nın uzun süredir dillendirdiği çifte standart eleştirisini doğrular nitelikte.

Son olarak, mahkemenin başsavcı ve yargıçlarının Roma Statüsü’ne taraf devletlerin oylarıyla seçiliyor olması, seçim süreçlerine büyük devletlerin politik hesaplarının etki etme tehlikesini barındırıyor. Tüm bu nedenlerle, UCM’nin daha bağımsız bir işleyiş için bazı yapısal reformlara ihtiyaç duyduğu aşikâr.

Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi

1990’larda Balkanlar’da yaşanan çatışmalar sırasında işlenen savaş suçlarını yargılamak amacıyla 1993 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyla kurulan Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICTY), yapısal olarak geçici ve kriz-odaklı (ad hoc) bir mahkeme niteliğinde.

Merkezi Lahey’de bulunan ICTY, Sırp güçlerinin Bosna Savaşı sırasında gerçekleştirdiği ağır insan hakları ihlallerini detaylı biçimde kayıt altına aldı ve Srebrenitsa Katliamı’nı soykırım olarak tanımlayan ilk uluslararası yargı organı oldu. Mahkeme, sistematik tecavüzün savaş silahı olarak kullanıldığını kabul ederek, uluslararası hukukta cinsel şiddetin savaş suçu ve insanlığa karşı suç kapsamında değerlendirilmesine yönelik etkili bir emsal oluşturdu.

Lahey’de bulunan mahkeme, 1991-2001 yılları arasında Hırvatistan, Bosna-Hersek, Sırbistan, Kosova ve Makedonya’daki çatışmalarda işlenen suçlar nedeniyle aralarında Slobodan Milošević gibi devlet başkanları, başbakanlar, ordu komutanları ve içişleri bakanlarının da bulunduğu 160’tan fazla kişiyi yargıladı.

Ancak mahkeme, yerel düzeyde barışın tesisi ve toplumsal iyileşmeye katkısı açısından sıkça eleştirildi. Yargılamaların yıllarca sürmesi, adaletin gecikmesine yol açtı. Mahkemenin Lahey’de konumlanması nedeniyle bölge halkıyla doğrudan temas kuramaması, sürecin toplumsal kabulünü de zorlaştırdı. Özellikle Sırp kamuoyunda mahkeme, taraflı ve siyasi bir araç olarak algılandı. “Bosna Kasabı” olarak bilinen Ratko Mladić’in soykırım suçundan müebbet hapse mahkûm edilmesi, Sırp medyasında “Sırp karşıtı bir karar” olarak yorumlandı. Öte yandan, mağdurlar ve kurban yakınları verilen cezaların yetersiz olduğunu savunarak, adaletin tam olarak sağlanamadığını düşünüyor.

Eleştirilerin bir diğer boyutu ise mahkemenin Batılı hukuk normlarını dayattığı, ancak yerel adalet anlayışlarını ve ihtiyaçlarını yeterince dikkate almadığı yönünde. Bu durum, mahkemenin uluslararası hukuk açısından başarılı olsa da yerel düzeyde beklenen ihtiyacı karşılayamamasına neden oldu.

Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi

1994 yılında Ruanda’da gerçekleşen ve yaklaşık 800 bin Tutsi ile ılımlı Hutu’nun öldürüldüğü soykırımın ardından, failleri yargılamak amacıyla Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından kurulan Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICTR), tarihte ilk kez soykırım suçu işleyen bireyleri mahkûm eden uluslararası mahkemedir. Mahkemenin merkezi Tanzanya’nın Arusha kentinde bulunuyordu.

1995’te çalışmalarına başlayan ICTR, aralarında üst düzey hükûmet yetkilileri, askerî liderler, din adamları ve medya mensuplarının da bulunduğu 93 kişiyi uluslararası insancıl hukuku ihlal etmekten yargıladı. ICTR’nin öne çıkan kararlarından biri de medya yoluyla nefret yayarak soykırımı teşvik eden kişilerin yargılandığı medya davasıdır. Özellikle radyo yayınlarıyla yapılan kışkırtmaların soykırıma etkisini ilk kez uluslararası bir mahkeme düzeyinde cezalandırarak önemli bir emsal oluşturmuştur.

Mahkeme ayrıca tecavüzü bir soykırım aracı olarak tanıyan ve uluslararası ceza hukukunda tanımlayan ilk kurumdur.

Son kararını 2012 yılında veren ICTR, bu tarihten sonra kalan işlevleri Uluslararası Ceza Mahkemeleri Mekanizmasına (MICT) devretti. MICT hâlâ üç kaçak sanığın (Kabuga, Mpiranya, Bizimana) yakalanması için çalışıyor.

ICTR uluslararası ceza hukuku açısından birçok ilke imza atsa da yargılamaların uzun sürmesi, yüksek maliyetleri ve yalnızca Hutu çoğunluğun işlediği suçlara odaklandığı gerekçeleriyle eleştirildi. Mahkemenin Tanzanya’nın Arusha kentinde bulunması, coğrafi ve duygusal olarak Ruanda halkına uzak kalmasına neden oldu. Bireysel cezalandırmaya yönelik mahkeme, toplumsal düzeyde işlenmiş bir suç olan Ruanda soykırımının toplumda açtığı yaraları sarmada yetersiz kaldı. Buna karşılık geleneksel olarak köy halkının katılımıyla açık alanda gerçekleştirilen Gacaca adlı yerel mahkemelerin, taraflara yüzleşme ve uzlaşma imkânı tanıdığından toplumsal iyileşmeye daha fazla katkı sağladığı düşünülüyor.

BM İnsan Hakları Konseyi ve Yüksek Komiserliği

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi (UNHRC) 2006 yılında, eski İnsan Hakları Komisyonu’nun yerine kurulmuştur. Merkezi Cenevre olan Konsey’in temel amacı, dünya genelinde insan haklarının korunması ve ihlallerin izlenmesi için daha etkili, sürekli ve güvenilir bir platform oluşturmaktı. Yılda üç ana oturumun düzenlendiği Konsey, 47 üye devletten oluşur; bu üyeler BM Genel Kurulu tarafından coğrafi temsile göre seçilir ve üç yıl görev yaparlar.

Konsey’in en dikkat çeken araçlarından biri “Evrensel Periyodik İnceleme” (UPR) sürecidir. Bu mekanizma sayesinde, BM’ye üye her ülkenin insan hakları karnesi düzenli aralıklarla gözden geçirilir. Uygulama, tüm ülkeleri eşit şekilde değerlendirmeyi hedefler. Konsey ayrıca özel raportörler, bağımsız uzmanlar ve çalışma grupları aracılığıyla hem tematik hem de ülke bazlı insan hakları raporları hazırlar.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği (OHCHR) ise bu sürecin idari altyapısını sağlamakla birlikte, BM sisteminde insan hakları alanındaki en üst düzey kurumsal yapıdır. 1993’te kurulan Komiserlik, hem kriz bölgelerinde saha çalışmaları yürütür, hem de uluslararası hukuka dayalı insan hakları standartlarının gelişmesini destekler. Yüksek Komiser, BM Genel Sekreteri tarafından atanır ve bağımsız açıklamalarda bulunma yetkisine sahiptir.

Bununla birlikte Yüksek Komiserlik hakkında ciddi eleştiriler de mevcut. Bu eleştirilerin başında, özellikle ABD, Çin ve Rusya gibi küresel aktörlerin çıkarları söz konusu olduğunda, Komiserliğin söylemlerini yumuşattığı ya da yeterince güçlü tepki göstermediği iddiaları yer alıyor. Örneğin Çin’in Uygur Türklerine yönelik politikaları, İsrail’in Filistin’deki uygulamaları veya ABD’nin göçmen politikaları gibi konularda Komiserliğin tepkileri zaman zaman “temkinli” ya da “diplomatik” kalmakla eleştiriliyor.

Bir diğer önemli sorun ise finansal bağımlılık. Komiserliğin bütçesinin önemli bir kısmının gönüllü devlet katkılarından oluşması, bazı ülkelerin yaptıkları maddi desteği siyasi bir baskı aracı olarak kullanmasına zemin hazırlıyor. Ayrıca, bazı sivil toplum kuruluşları ve insan hakları savunucuları, Komiserliğin kriz anlarında yeterince hızlı ve güçlü tepkiler veremediğini, bunun da acil müdahale bekleyen mağdurlar açısından kuruma duyulan güveni zayıflattığını savunuyor.

Tüm bu nedenlerle Komiserliğin bağımsızlığı ve evrensel değerlere bağlılığı zaman zaman derin tartışmalara konu oluyor.

Meltem Kural

Lisans eğitimini Martin Luther Üniversitesinde Tarih ve İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümlerinde tamamlayan Kural, Londra Üniversitesi SOAS’ta (School of Oriental and African Studies) Yakın Doğu Çalışmaları alanında yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır. Kural, Perspektif dergisinin yayın kurulu üyesidir.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler