'Dosya: "Uluslararası Hukuk"'

Uluslararası Hukuk, Güçlülere Çifte Standart mı Uyguluyor?

Uluslararası ceza hukuku, barışın ve adaletin güvencesi olma iddiasıyla doğdu. Ancak hukukun yalnızca güçlülere uygulandığı bir dünyada, uluslararası hukukun etkisi her geçen gün daha fazla sorgulanıyor. Bu yazı, evrensellik vaadiyle kurulan uluslararası hukuk düzeninin nasıl jeopolitik güç ilişkilerine teslim olduğunu ve bazı liderlerin yargılanıp diğerlerinin görmezden gelinmesini mümkün kılan çifte standartların sistematik niteliğini irdeliyor. Uluslararası hukukun sınırları nerede başlar, nerede biter?

©Milos Ruzicka/shutterstock.com

“Terörist” kelimesini duyduğumuzda, zihnimizde silahlı bir Müslüman erkek canlanması bir tesadüf değil. Bizler toplumsal olarak bu şekilde düşünmeye şartlandırıldık. Bu kelimeyi internette arattığınızda karşınıza genellikle sakallı, sarıklı, Arap, Güney Asyalı, İranlı ya da Kuzey Afrikalı erkeklerin fotoğrafları çıkar. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde siyasal şiddet eylemlerinin çoğu sağcı ideolojilerden beslenen beyaz erkekler tarafından gerçekleştirilmesine rağmen1 “terörist” denilince akla Müslümanlar gelir.

Esmer Müslüman erkeklerin terörle özdeşleştirilmesi 11 Eylül’le başlamadı. Bu ilişki modern terörizm tarihinin dönüm noktalarından biri sayılan bir olaya, yaklaşık yarım yüzyıl öncesine uzanıyor. Bu yazıda, o olaya, yani 1972 Münih Kış Olimpiyatları’ndaki rehine krizine odaklanarak, siyasetçilerin ve medyanın terörizm algımızı nasıl şekillendirdiğini inceleyeceğim.

Birleşmiş Milletler Bünyesindeki Uluslararası Terörizm Tartışmaları

1972 Münih Olimpiyatları’nda, Filistinli Kara Eylül örgütü üyeleri İsrailli atletleri rehin aldı. Başarısızlıkla sonuçlanan bir kurtarma girişimi sırasında 11 sporcu öldürüldü. Tüm dünyada yaklaşık 900 milyon kişinin izlediği bu dehşet verici olay, medyada büyük yankı uyandırdı.2

Münih’teki bu rehine krizinden hemen önceki yıllarda Batı’da, beyaz insanlar tarafından gerçekleştirilen birçok uçak kaçırma ve başka ciddi siyasal şiddet olayları yaşanmıştı. Ancak Lisa Stampnizky’nin ifadesiyle3 Münih saldırısı modern terörizm tarihinin “gösterişli bir olayı” hâline geldi. O dönemde Avrupa’da İtalyan Kızıl Tugaylar, Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF), Bask bölgesindeki Euskadi Ta Askatasuna (ETA) ve Geçici İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) gibi gruplar siyasal şiddet eylemleri gerçekleştirmekteydi. Fakat modern terörizm söylemini ve buna yönelik politikaları asıl belirleyen olay Münih saldırısı oldu.

Münih olayından sadece birkaç gün sonra Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, terörizmin tanımı ve nasıl ele alınması gerektiğine dair kapsamlı tartışmalara başladı. Bu görüşmeler, uluslararası terörizme dair ilk BM kararı olan 3034 sayılı kararın kabul edilmesiyle sonuçlandı. Ancak terörizmin ne olduğu konusunda ortak bir anlayış hâlâ yoktu. Küresel Güney’deki sömürge sonrası ülkeler ile Batılı sömürgeci güçlİkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana şekillenen uluslararası hukuk, barışın, adaletin ve temel hakların güvencesi olmayı hedefliyor. Temel amaçları, bu yönde devletlerin davranışlarını sınırlandırmak, silahlı çatışmalara dair kuralları belirlemek, en ağır suçları yargılamak ve insanlığı ortak ilkelere dayalı olarak birleştirmek. Ancak yıllar geçtikçe ortaya çıkan tablo şu: Uluslararası hukuk herkese eşit değil ve meşruiyeti sürekli sorgulanıyor. Slobodan Milošević ya da Ömer el-Beşir gibi bazı liderler yargılanmışken, Vladimir Putin ya da Benjamin Netanyahu gibi diğerleri neredeyse yapısal bir dokunulmazlıktan faydalanıyor.

2024 yılı Eylül ayında, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres, New York’ta düzenlenen BM Genel Kurulu’nda şu uyarıda bulunmuştu: “Dünyanın içinde bulunduğu durum sürdürülebilir değil. Bu şekilde devam edemeyiz.” Guterres, karşı karşıya olduğumuz zorlukları hatırlatırken, uluslararası sorunları çözmek için tasarlanmış mekanizmaların bu görevlerini yerine getirebilir olması gerektiğini vurgulamıştı. Yani, uluslararası hukukun uygulanmasını sağlayan en büyük kurumların etkili olması gerektiğini dile getirmişti.

Peki ama, bu eşitsizlikler neden var? Uluslararası hukuk gerçekten güçlü olanlara karşı durabilecek bir kapasiteye sahip mi, yoksa yalnızca siyasi ve jeopolitik bir eşitsizlik aracı olarak mı kalıyor?

Günümüz uluslararası ceza hukuk sistemi, 1945 yılında kurulan Nürnberg Mahkemesi ile somutlaştı. Bu mahkeme, barışa karşı işlenen suçlar, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar nedeniyle devlet liderlerinin yargılanabileceği bir uluslararası adalet anlayışının temellerini attı. Bu hedef, daha sonra eski Yugoslavya ve Ruanda gibi örneklerde görüldüğü üzere ad hoc mahkemelerle sürdürüldü ve nihayetinde 2002 yılında kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) ile kurumsallaştı. UCM, en ağır suçların faillerini yargılamayı amaçlıyordu. Bu suçlar arasında soykırım, insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve son dönemde eklenen saldırı suçu yer alıyordu.

Slobodan Milošević ve Ömer el-Beşir Vakaları

Teoride hiçbir devlet başkanının adaletten kaçamaması gerekse de pratikte uluslararası hukukun işleyişi, çoğu zaman jeopolitik faktörlere ve nadiren sağlanan küresel bir uzlaşıya bağlı. Bugün gelinen nokta da bunun göstergelerinden birisi, zira uluslararası hukuk kurallarına uyulup uyulmayacağı bugün her aktörün keyfî kararına tabi durumda. Devlet egemenliği, güç dengeleri ve yargı organlarının siyasileşmesi, hukukun evrenselliğine ciddi şekilde zarar veriyor.

Bu durumu anlayabilmek için uluslararası hukukun etkinliğine dair en çok atıf yapılan iki örneği, eski Sırbistan Cumhurbaşkanı Slobodan Milošević ile eski Sudan Cumhurbaşkanı Ömer el-Beşir’i inceleyelim.

Milošević, 1999 yılında Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICTY) tarafından savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve soykırım suçlamalarıyla itham edilmiş; 2001’de tutuklanarak Lahey’e teslim edilmişti. Bu dava, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 22 Şubat 1993 tarihinde aldığı kararla, 1991 yılında başlayan uluslararası insancıl hukuk ihlallerinden sorumlu kişileri yargılamak üzere bir uluslararası mahkeme kurulmasıyla mümkün oldu. 2006’da ölümüne kadar süren ve sonuçlanamayan bu tarihî dava, devlet liderlerinin bireysel cezai sorumluluğu konusunda önemli bir dönüm noktasıdır. İlk kez bir devlet başkanı, uluslararası bir mahkeme önüne çıkarılmıştır.

Ömer el-Beşir ise 2009 yılında Darfur’da işlenen savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) tarafından suçlandı. Hakkında uluslararası tutuklama emri bulunmasına rağmen, uzun süre birçok Afrika ve Arap ülkesine -Roma Statüsü’ne taraf olanlar da dâhil- serbestçe seyahat etti. Ancak 2019’da, aylardır sokaklarda rejime karşı protesto eden Sudan halkının baskısı sonucu, ordu tarafından görevden alınıp tutuklandı. Nihayetinde Sudan, el-Beşir’i UCM’ye teslim etmeyi kabul etti. El-Beşir vakası, uluslararası hukukun sembolik gücünün yanı sıra pratik sınırlarını da gözler önüne serdi: Devletlerin iş birliği olmadan, çıkarılan tutuklama emirleri kâğıt üzerinde kalıyordu.

Vladimir Putin ve Benjamin Netanyahu: Güçlüler Dokunulmaz Olduğunda

Bu örnekleri, iki başka figürle, Vladimir Putin ve Benyamin Netanyahu ile karşılaştırdığımızda ortaya oldukça çarpıcı bir tezat çıkıyor.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin hakkında, Mart 2023’te Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) tarafından, Ukraynalı çocukların Rusya’ya yasa dışı şekilde götürülmesi nedeniyle savaş suçu kapsamında tutuklama emri çıkarıldı. Ancak bu karar, büyük ölçüde sembolik kaldı: Zira Rusya UCM’yi tanımıyor ve Putin’in iktidarda kaldığı sürece tutuklanması pek olası görünmüyor. Ayrıca bu karar bazı çevrelerce seçici bir adım olarak yorumlandı; zira uluslararası hukuku ihlal eden diğer askerî güçler hakkında benzer soruşturmalar başlatılmamış durumda.

Bir diğer güncel örnek ise Benjamin Netanyahu. İsrail Başbakanı hakkında, işgal altındaki Filistin topraklarında işlenen suçlara dair 2021 yılında UCM tarafından bir ön soruşturma başlatıldı. 7 Ekim 2023’ten bu yana süren ve sivil ölümlerinin on binlere (hatta yüz binlere) ulaştığı soykırım, Netanyahu’nun cezai sorumluluğunu yeniden gündeme taşıdı. Oysa hastanelerin bombalanması, açlığın bir savaş silahı olarak kullanılması gibi belgelenmiş sayısız uluslararası insancıl hukuk ihlaline rağmen Netanyahu hakkında somut bir yargı süreci başlatılmış değil. Bunun temel nedeni, İsrail’in sadık müttefiki olan Amerika Birleşik Devletleri’nin UCM’nin bu dosyadaki meşruiyetini tümüyle reddetmesi ve yürüttüğü yoğun diplomatik baskı. Nitekim 6 Mayıs’ta Fransa’nın Avrupa ve Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot, İsrail’in “uluslararası hukuku açıkça ihlal ettiğini” belirtmiş ve “Fransa’nın Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne saygı duyduğunu” ifade etmişti. Buna rağmen, hakkında tutuklama emri bulunan İsrail Başbakanı Netanyahu, geçtiğimiz nisan ayında Fransa hava sahasında uçağıyla seyahat edebildi.

Çifte Standartların Tuzağı

İşte tam da burada çok temel bir soru ortaya çıkıyor: Uluslararası hukuk gerçekten de evrensel mi, yoksa güç ilişkileri tarafından mı şekilleniyor? Örneğin, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), birçok kez “yeni sömürgeci bir mahkeme” olmakla suçlanıyor; zira öncelikli olarak Afrikalı liderleri hedef alırken, büyük jeopolitik güçlerin işlediği suçlara karşı sessiz kaldığı görülüyor.

Amerika Birleşik Devletleri, Çin, Rusya ve İsrail gibi ülkelerin tamamı UCM’nin yetkisini tanımayı reddetmiş durumda. Oysa bu ülkeler, dünyada en fazla askerî müdahalede bulunan aktörler arasında yer alıyorlar. En ağır suçları yargılamayı iddia eden bir sistem, en güçlülerin yapısal olarak bu yargı yetkisinden muaf tutulduğu bir düzende nasıl işlerliğe sahip olabilir?

Çifte standartlar hukukun inandırıcılığını zayıflatır. İrlanda Başbakanı Simon Harris, Avrupa Birliği’nin Ukrayna’daki uluslararası hukuka verdiği desteği Gazze konusunda göstermemesi nedeniyle bu “çifte standart” politikasını açıkça eleştirdi. İsrail’le ilişkiler, sadece 27 AB üyesi arasında değil, dünya genelinde de derin bir bölünmeye yol açtı. Kimileri İsrail’in kendini savunma hakkını savunurken, kimileri çatışmaların sona erdirilmesini ve Filistinlilerin temel haklarının korunmasını vurguladı.

Devletlere Bağımlı Bir Uluslararası Hukuk

Uluslararası hukukun kendine ait bağımsız bir kolluk gücü bulunmaz. Yargılamaların yürütülmesi, tutuklama kararlarının uygulanması ve mahkeme kararlarının hayata geçirilmesi tamamen devletlerin iş birliğine bağlıdır. Örneğin, Milošević’in tutuklanması, o dönemdeki Sırp hükûmetinin iradesi olmasaydı mümkün olamazdı. Aynı şekilde Ömer el-Beşir ancak bir rejim değişikliği sayesinde köşeye sıkıştırılabilmişti.

Buna karşılık, Batı’nın desteği sürdürdüğü sürece Benyamin Netanyahu’nun tutuklanması da zayıf bir ihtimal olarak kalmaya devam edecek. Bu durumda karşımızda duran yapısal sorun şudur: Adalet, siyasete bağımlı hâle geldikçe meşruiyetini yitirmektedir.

Uluslararası hukukun güvenilirliğini yeniden tesis edebilmek için çeşitli çözümler düşünmek zorundayız. Roma Statüsü’nün evrenselleştirilmesi, böylece tüm devletlerin -özellikle büyük güçlerin- bu sisteme katılımı için diplomatik baskının artırılması gibi çözümler mümkün. UCM’nin bağımsızlığının korunması, yani mahkemenin finansmanının güvence altına alınması ve dış baskılara karşı bağışıklığının güçlendirilmesi de diğer çözümler arasında. Yargı kararlarını yalnızca devletlere bağlı kalmadan hayata geçirebilecek, bağımsız bir icra organının oluşturulması da imkân dâhilinde. Belirli suçları yargılayabilmek için evrensel yargı yetkisinin geliştirilmesi, bu suçların işlendiği yerle doğrudan bir bağlantı olmasa bile ulusal mahkemelerin rolünün güçlendirilmesi de diğer opsiyonlar arasında.

Uluslararası hukuk, parçalanmış bir dünyada iddialı bir idealdir. Güç dengesizliklerini tek başına düzeltemez; ancak en azından bir çerçeve sunar. Belki o anda etkili olmasa da bir devlet başkanına karşı açılan yargı süreci bir iz bırakır. Cezasızlık anlatısını sorgular, hesap verme zorunluluğu yaratır ve küresel hukuki farkındalığı besler. Uluslararası hukuk, güçlülerin karşısında kurbanların ses bulabildiği az sayıdaki alandan biri olmaya devam edecektir.

Amina Kalache

Amina Kalache bağımsız bir Fransız gazetecidir. Belgesel alanında sunuculuk, radyo muhabirliği ve yapımcılık yapmaktadır. Ağırlıklı olarak İngiliz ve Arap medyası için güncel ve sosyal meseleler, ayrımcılık gibi konularla ilgili çalışmalar yapmaktadır.

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler