'Dosya: "Etnosentrizm"'

Kendini Yeniden Düşünmek: Ulus, Etnik Köken ve Kültürel Kimlik Tahlili

Kültür ve kimliğin arkasında yatan kavramlar, birbirleriyle, duruma göre değişen ilişkiler içerisinde olduklarından, onları net bir şekilde açıklamak güçtür. Bu yüzden bu kavramları tarihî tecrübelerin ışığında incelemek gerekir.

Avrupa’nın global yayılma faaliyetleri neticesinde modern sömürgeciliğin ortaya çıkmasıyla birlikte ırkçı ve ulusçu ideolojiler sıradan bir hâl almıştır. Irkçılık gibi ırk kavramı da, kendi mekanizmasının teşekkülü için diğerlerini dışlamayı gereksinir; en kötü ihtimalle düşman ve kurban gibi kavramlar ortaya çıkar.

Fakat “ırk” kavramının diğerlerine karşı toptancı bir bakışla bakmaya olan gereksinimi kendisini sadece ırkçı özne ve kurumlarda göstermez. Bunun yanında biyolojik ve kültürel “ırk teşekkülü” vasıtasıyla göçmen gruplara etnikleştirici damgalar da vurulur. Örneğin batı Almanya göç toplumu içinde ırkçılık, özellikle Türk kökenli göçmenlere karşı düşmanca tavırda kendisini gösterir. Bu göçmen grup, biyolojik ve kültürel tek tipleştirme faaliyetleri vasıtasıyla “Avrupa dışı etnik grup” olarak resmedilmiş ve toplumca dışlanmıştır. Almanya’nın yeniden birleşmesiyle birlikte, bu dışlama, Müslüman karşıtı ve İslamofobi şeklinde tezahür eden düşman imgesini beslemiştir. Böylece göçmenler “kültürel yabancı halk” olmalarından ziyade bir de İslam’a aidiyetleri sebebiyle, kati suretle dışlanmışlardır.

Göçmen toplumlar içerisinde karşıt ulusal kimliklerin var olduğu iddiası, özellikle sosyopolitik güç dengesi bağlamında kendisini göstermektedir. Mağdurlar, etnik ya da ulus kökenleri sebebiyle ne denli etnikleştirilir ve dışlanırlarsa, kendini ve yabancıyı etnikleştirme durumu da o derece güç kazanır. Örneğin baskın Alman toplumunda, kültürel ve kişisel değer kaybını telafi etmek ve kendini, düşman olarak kabul edilen sosyal çevreye karşı güçlendirmek için Alman kültürel kimliği, sorgulanamaz etnik-ulusal aidiyet olarak idealize edilmiştir.

Bunun yanında kendini ve yabancıyı etnikleştirme arasındaki bağ da kuvvetlenmektedir. Almanya’daki çok kültürlülük (Alm. Multikulturalismus) tartışmasında da kültür, etnik-ulusal bir cemiyetin üyelerinin birbirleriyle paylaştıkları birleştirici bir kavram olarak algılanmaktadır. Bu bağlamda kimlik, tekdüze ve değişmez olarak düşünülür. Bunun arkasında, belirleyici, ikili bir kültürel kimlik tasavvuru bulunmaktadır ki bu, “biz”i “diğeri”nden, “kendi”ni “yabancı”dan ayırır ve böylece kişiyi imtiyazlı bir pozisyona yerleştirmiş olur.

Cemiyette Farklılıklarla Yaşamak

Etnik topluluk, sosyal ilişkilerin ve ihtiyaçların karşılandığı, etnik ekonominin mekânı ve gurbet içindeki vatan olarak düşünülür. Etnik kimliğin böyle bir algıya dayalı modelinde etnik aidiyet, göç sürecinde kökenin bulunduğu toplumun bir uzantısı olarak da anlaşılmaktadır.

Türkler hakkında genelleştirilmiş yaygın kanaatlere rağmen, yakın perspektiften bakıldığında, bu etnik topluluğun sosyal, politik ve kültürel açılardan ziyadesiyle çeşitli ve çelişkili bir yapı arz ettiği görülecektir. Göçmenlerin hayatında merkezî bir noktayı temsil eden göç, önemli farklılıklarla donanmış, ortak bir tecrübedir. Göç olgusu, farklı sosyokültürel bağlamlar içerisindeki farklı tarihsel yerleşimler sayesinde göçmenler için başka anlamlar kazanır. Örneğin “Almanya’daki Türk göçü” üst kavramı altında, bir kısmı iç içe geçmiş, bir kısmı birbirinden net şekilde ayrılmış, altıdan fazla göç süreci tespit edilmektedir. Söz konusu çeşitlilik, belli politik ve etnik kökenlere sahip farklı gruplardan gelen insan topluluklarını, cinsiyetleri, yaşları ve eğitim seviyelerini ihtiva eder. Göçmenler bu farklılıkları sebebiyle göç ülkesi olan Almanya’da, kendi hukukî ya da sosyal pozisyonlarına yerleştirilirler. Örneğin siyaset bilimci Nermin Abdan-Unat, 1961’e kadarki geçici işçi göçünü, devlet tarafından desteklenip 1973’te durdurulan kitle göçünden ayırmaktadır. Bu durumu, 1980’lerin başına kadar turist vizeleriyle izinsiz ikametler ile Türk ve Kürt mülteciler tarafından aile birleşimi yoluyla sürekli devam eden göçler takip etmiştir.

Etnik topluluk içerisindeki sosyal farklılıkların ve göçmenlerin yanlarında getirdikleri farklı hikâyelerin bugün bile ne denli güçlü bir gerçeklik olduğunu, batı Berlin’de yaşayan nüfusun Alman-Türk olarak mekânsal dağılımı açıkça göstermektedir. Bu nüfus, bölgesel köken ve sosyal sınıfa göre ciddi şekilde birbirinden ayrılmış olarak ikamet etmektedir. Taşra kökenli ve eğitim altyapıları itibariyle kenara itilmiş aileler, geleneksel olarak proleter olan şehrin iç mahallelerinde konuşlanırken; Batı eğitimi ve kültürü görmüş orta sınıf, zamanla güneybatı Berlin’deki soylu mahallelere yerleşmiştir.

Yapısal mağduriyet devam ederken, Alman-Türk topluluğu içerisindeki sosyal farklılaşma, tıpkı politik ve dinî sahalardaki ayrışma gibi sürekli artmaktadır. Bağımsız küçük işletmeler sayesinde bir orta sınıfın oluşması, usta işçilerin, memurların ve üniversiteye gidenlerin sayılarındaki artış, eğitimli ve küçük bir burjuvazide sosyal bir hareketliliğin başladığının göstergesi olmuştur. Bu ayrışmalar özellikle nesiller arasında belirginleşmektedir. “Geleneksel Türklük” ile “modern Batı değerleri” arasındaki bölgesel ve sosyal kökene dayalı diğer farklılıklar, yerleşimin zamanla ilerlemesiyle değerlerini yitirirler. Yeni farklılaşma süreci boyunca varlıkları giderek belirsizleşir ve neticede ortadan kalkarlar. Almanya’da doğan çocuklar için, tarihsel olarak aktarılan Türk sembolleri/âdetleri bu yeni neslin Almanya’daki gündelik hayatında herhangi bir rol oynamaz. Bunun yerine yeni keşfedilen âdetler ve yeni kültürel tarzlar daha fazla anlam kazanır.

Melez Kimlikler

“Topluluklar”, sınırsız homojenliğin yeri değildir ve olamazlar. Filistin asıllı Amerikan vatandaşı olan edebiyat bilimci Edward Said, kendi kültürünü “öteki” kültür olarak düşünmüştü: “Kültürler, birleştirici ya da yekpare otonom şeyler olmaktan öte aslında ‘yabancı’ unsurları, değişiklikleri ve farklılıkları hariçte tutmak yerine bilinçli bir şekilde bünyelerine katar.”

Türkler gibi diğer ulus kültürler de zorla homojenleştirilmiş ve modernliğin erklerine maruz kalmış olmalarına rağmen asla tek tipleştirilmemiştir. Zira Türk kimliği de, susturulmuş ama buna rağmen yaşayan Kürt, Ermeni, Yunan, Suriyeli, Yezidi ve sayısız başka bölgesel görünümü kendi içinde barındırmaktadır. Bu noktada farklılık içeren boyutlarından hiçbirini reddetmeyen; bilakis onları kendi varlığının özü olarak kabul eden bir kültür kavramına atıfta bulunmak zaruridir. Buna göre kültür, saf olmayanı, belirsiz ve tezat olanı üreten bir karışım kültürüdür.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler