Fayda Odaklı Göç Algısı ve Çokkültürlü Toplum
Pegida, savaş mültecilerine değil, sosyal sistemi suistimal eden göçmenlere karşı olduğunu dile getiriyor. Bu durumda mülteci ve göçmenlerin, fayda sağladıkları müddetçe kabul görebildiği bir algı dünyasına karşı “göç tecrübesi”nin sunduğu çok kültürlülük ve diğer “fayda”ları tartışmak önem arz ediyor.
Küreselleşen dünyada toplumlar birbirine iyice yaklaşmış, farklı kültürel unsurlar artık iç içe geçerek bir birliktelik görünümü arz eder olmuştur. Birbirinden farklı tarihî, kültürel ve coğrafi geçmişe sahip birey ve toplumların karşılaşması sırasında birtakım kırılma ve çatlamaların olması ve kimi sorunların yaşanması olası bir durumdur. Yarım asrı geçmiş bulunan kitlesel Türk işçi göçü tecrübesi de birtakım kırılma ve sorunlarla doludur. Ancak farklılıkların karşılaşması her zaman sadece üzücü tecrübeleri beraberinde getirmemekte, aynı zamanda karşılıklı bir beslenme ve zenginlik kaynağı işlevi de görebilmektedir.
Kültür, sosyal hayatın akışı içinde o hayatı oluşturan unsurların etkileşimi içinde şekillenen dinamik bir süreçtir. Göç olgusu bağlamında bakıldığında yarım asırdan uzun bir süredir yoğun bir göç tecrübesi yaşayan Almanya artık çok kültürlü, çok etnisiteli ve çok dinli bir toplum yapısına sahiptir. Geride kalan 50 yıllık süre zarfında göç kavramı da önemli değişimler geçirmiştir. Misafir işçi olarak çağrılan insanlar artık içinde yaşadıkları toplumun önemli bir parçası hâline gelmişlerdir. Kendi içlerinde zihinsel ve davranışsal önemli değişimler yaşamışlardır. Bugün itibari ile Avrupa’daki Türk/Müslüman toplum, ilk gelen işçi-göçmen atalarından çok farklı bir durumdalar. Almanya’nın spor, müzik, siyaset, ekonomi, eğitim gibi birçok alanında daha güçlü bir görünme gücüne sahipler. Binlerce işvereni, akademisyeni, sporcusu, siyasetçisi, sivil toplum kuruluşu ve içinde bulundukları ülkelerin vatandaşlığına geçenleri ile artık Avrupa’daki sosyal hayatın hemen hemen bütün alanlarında önemli bir aktör durumundadırlar. Avrupa’da kalıcılaşma eğilimlerinin güçlenmesi Türkiye kökenli insanlara yönelik yeni bir strateji ve paradigma ihtiyacının olduğuna da işaret etmektedir.
Göçmenler çok kültürlü bir toplumda kendi kimlikleri ile var olmaya çalışırken aynı zamanda birçok zorlukla da karşı karşıyadır. Vatandaş da olsa, Avrupa’da doğup büyümüş de olsa göç kökenliler fiziksel ya da toplumsal kimlikleri ile çoğu zaman doğru anlaşılma problemi yaşamaya, ön yargılara ve dışlanmalara maruz kalmaya devam etmekte, ötekileştirmenin çeşitli tecrübelerini, çeşitli derecelerde yaşamaktadırlar. Bu ötekileştirme yaklaşımı iki taraf açısından da sorunları besleyen bir yaklaşımdır.
Çoğunluk toplumunun yabancı olana veya farklı olana karşı mesafeli ve ön yargılı yaklaşımı, kendi toplumsal ve kültürel gelişmelerini frenleyecek bir özelliktir. Dışlanma ve ötekileştirmeye maruz kalma Avrupa’daki Türkiye kökenli insanlar üzerinde de belli bir endişe ve korkuya yol açmakta, bu endişe ve korku da sosyokültürel bütünleşmeyi olumsuz etkilemektedir. Azınlık vurgusunu belirginleştirme çabaları ile hissedilen yapısal sosyal dışlanma bir arada yaşama imkânını zorlaştırıcı bir işleve sahiptir. Başta belirtildiği üzere kültür, yabancı ile yerli, eski ile yeni olanın birlikte inşa ettiği bir süreçtir. Türkiye kökenli göçmenler açısından bu toplumsal veya yapısal dışlanma aynı zamanda bir demokrasi ve insan hakları problemidir. Bireyleri farklı yollarla tek bir forma dönüştürme ve kendi iradeleri doğrultusunda var olmanın önünü tıkama yaklaşımı aslında Avrupa’nın kendi geleceği açısından yaptığı bir yanlışlıktır. Bunun yerine kültürel, dilsel, dinsel taleplerin “eşit muamele hakları” çerçevesinde ele alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir.
Ötekileştirme algısını güçlendiren katı etnosantrik tutumu besleyen zihinsel, tarihsel, kültürel ve algısal kaynakları yeniden eleştirel bir yaklaşımla gözden geçirerek bu tutumu besleyen kaynakları minimalize etmeye yönelik çalışmalar daha da önem kazanmaktadır. Kısmen ontolojik insani bir özellik olan ben (biz) ve öteki ayrımı, ötekinin anlaşılmasına, olduğu gibi kabul edilmesi algısı ve tutumu ile desteklendiğinde bireysel ve toplumsal çok önemli kazanımlara kapı açan bir boyuta taşınabilecek niteliktedir. Çok kültürlülük yaklaşımı içinde farklı unsurları sadece ekonomik kazanım ve getirileri ile değerlendirmeyip insan odaklı bir yaklaşımla hayatı farklı bir açıdan okumak, hayata ve olaylara farklı bir pencereden bakabilme imkânı sağlayacak niteliktedir. Tarihsel açıdan bakıldığında Batı’nın bugünkü gelişmişlik düzeyine ulaşmasında Batı dışı dünyanın bilgisel, kültürel, ekonomik, insani birikimlerinin katkısının yok sayılması mümkün müdür? Bu çok boyutlu katkı bilinci toplumun farklı tabakalarına, özellikle genç kesimine sağlıklı ve iyi bir şekilde anlatılabilirse, birlikte yaşama dışında bir alternatifi olmayan insanlar için daha az sorunlu ve huzurlu bir toplum oluşturma yönünde önemli katkılar sağlanacaktır.
Bu açıdan çok katmanlı göç tecrübesini indirgemeci bir yaklaşımla salt bir ekonomik katkı perspektifinden ele almak sağlıklı ve yeterli bir duruş değildir. Bunun yerine göç ve iltica gibi kavramları, insanı merkeze alan özgürlükçü ve anlayıcı bir yaklaşımla ele almak gerekmektedir.
Bir göç ülkesi olarak çok kültürlü bir toplum yapısına sahip olduğunu ve göç kökenlilerin de artık bu coğrafyanın bir parçası durumunda olduğunu algılamakta zorlandığı görülen Almanya’da sadece siyasi karar alıcılar değil, toplumsal katmanlarındaki diğer aktörlerin de dinleri, dilleri, hakları, istekleri ile bir bütün olarak insan merkezli bir yaklaşımla göçmen kökenli insanların anlaşılması ve kabul edilmesi yönünde istikrarlı ve somut adımlar atması gerekir. Ötekileştirici azınlık, iş gücü, ekonomik getiriler gibi kavramları merkeze alan bir paradigma yerine eşit haklar, demokrasi ve insan merkezli bir paradigmanın inşası yönünde çaba sarf etmek, aşırılıkları yumuşatarak kültürler arası karşılıklı anlayış temelli daha güzel bir birlikte yaşama imkânına zemin hazırlayacaktır.