'Dosya: "Kriz Zamanlarında Müslüman Olmak"'

“İslam Ahlakı Tabandan Gelen Bir İnisiyatifle Teşvik Edilmeli.”

Prof. Dr. Sohail Hashmi İslam’ın siyasi ahlakı, savaş ve barış etiği gibi konularda çalışmalar yapan ender araştırmacılardan biri. Hashmi ile tartışması zor bir konuya, savaş ve barış ahlakına dair konuştuk.

1 Temmuz 2016 Meltem Kural

Kuran’ın savaş ve barışa yaklaşımını özetleyebilir misiniz?

Mekke döneminde ne Kur’an’ın ne de Peygamberin savaşa değinmemesi oldukça dikkat çekici. Bilakis Hz. Peygamber’e “Kureyşlilerin zulmüne şiddet kullanarak cevap verebilir miyiz?” diye sorulduğunda “Savaşmakla emrolunmadık.” şeklinde cevap vermiştir. Buradan hareketle Mekke döneminin tamamen pasif direniş dönemi olduğu söylenebilir. Bu dönemde nazil olan ayetlerden hiçbiri açıkça güç kullanmaya izin vermez. Fakat bilindiği gibi hicretin ardından bu durum değişmiştir. Müslümanlar Mekke’yi terk etmelerine rağmen Kureyşlilerin İslam’ı kabul eden inananlara zulüm ve düşmanlığı devam etmekteydi. Buna karşılık Kur’an ilkin meşru müdafaaya onay vererek kişinin kendisini, ailesini ve mensup olduğu topluluğu Müslüman düşmanlarının devam eden saldırılarına karşı korumak için savaşmasına izin vermiştir. Konuyla ilgili daha sonraki bir dizi ayet ise kendini savunmak için savaşmayı emretmektedir. Artık savaşmak Müslümanlar için bir müsaade değil zorunluluk ifade etmekteydi. Tevbe suresinde konuyla ilgili 2 önemli ayet vardır. Bunlardan ilki “kılıç ayeti” olarak da bilinen 5. ayettir ve Müslümanlara saldırılarını devam ettiren müşriklere karşı onlar İslam’ı kabul edene kadar savaşmalarını emreder. Bir diğer ayet ise “cizye ayeti” olarak da bilinen ve Müslümanlara Hristiyan ve Yahudilerle onlar Müslümanlara boyun eğip cizye ödemeyi kabul edene kadar savaşılmasını emreden 29. ayettir. Böylece Müslüman hâkimiyetini kabul edip cizye ödeyen kitap ehli zimmî statüsü kazanacak, dinlerini terk etmek zorunda kalmayacakları gibi dinî kanun ve liderlerini muhafaza edebileceklerdir. Bu Kur’an’ın savaşa kronolojik yaklaşımıdır. Ben Mekke ve Medine dönemlerinde savaşa dair farklı yaklaşımlar benimsendiği düşüncesine katılmıyorum. Zira her iki dönemde de güç kullanma veya savaş son çare olarak görülmekteydi fakat Mekke döneminde Kur’an ve Peygambere göre savaş şartları henüz oluşmamıştı. Buna karşılık Medine’ye hicret sonrası pasif direniş siyasetini devam ettirebilmek de artık mümkün görünmüyordu ve meşru müdafaada güç kullanımı kaçınılmaz hâle gelmişti.

Kur’an ve sünnet bütünüyle ele alındığında güç kullanmaya yalnızca son çare olarak ve herhangi bir saldırı karşısında kendini savunmak için izin verildiğini görürüz. Bu anlamda İslam’da meşru güç kullanımı ve savaş hukuku birçok açıdan savaşı yalnızca son çare olarak ve tamamıyla kendini savunma amaçlı olarak tanımlayan “adil savaş” geleneğiyle benzerlikler göstermektedir. Buna göre kişi savaşı kendisi başlatmamakta, başka türlü durdurulamayan düşman saldırılarına cevap vermektedir.

İslam’ın savaş ve barış hukukunun Batı menşeli “adil savaş” kuramıyla benzerlikler taşıdığını söylüyorsunuz. Batı’da İslam’ın savaş ve barış hususuna yaklaşımından bahsederken bu karşılaştırmayı yapmak sizce neden gerekli?

Bu çok güzel bir soru. Bunun nedeni Batılıların, hatta savaş ve barış etiği konusunda alanının uzmanı bilim adamlarının bile cihadın Batılı “adil savaş” kuramıyla kesinlikle bağdaşmadığı düşüncesine sahip olmalarıdır. Savaş ahlakı açısından bu ikisinin birbirinden çok farklı olduğu kanaatindeler. Muhtemelen Almancada da bu böyledir, İngilizcede “cihat” kelimesi gerek yazılı gerek görsel basında sürekli “kutsal savaş” olarak tercüme edilir ve “kutsal savaş” Batı’daki “adil savaş” kavramından çok farklıdır. Adil savaş gerekçe ve amaçları açısından oldukça dar kapsamlıdır; kısaca kişinin kendisini ve mensup olduğu toplumu mevcut saldırılara karşı savunma amacı gütmektedir. Buna karşılık kutsal savaş ise dini yaymak veya Tanrı’nın buyruğunu yerine getirmek için girişilen saldırgan bir savaş türüdür. Dolayısıyla cihat kelimesi dilimize kutsal savaş olarak çevrildiğinde bu Batılılarda cihat kavramı ve Müslümanlarla ilgili olumsuz çağrışımlar yapıyor. Bu yanlış algıyı yıkmak zorundayız. Fakat burada da dikkatli olmamız gerekiyor çünkü 14 asırdır süregelen oldukça geniş bir cihat anlayışı mevcut. Bu nedenle cihat kavramını tartışırken Kur’an’a ve sünnete başvurarak Müslümanlar olarak tam olarak neyle emrolunduğumuzu anlamalıyız. Bununla birlikte Peygamberin vefatından yaklaşık 150-200 sene sonra ortaya çıkmaya başlayan bir cihat geleneği de var. Bu gelenek İslam’ın farklı fıkıh ekollerini geliştirmiş olan ulema ve fukahalar tarafından formüle edilmiştir. Bu şahsiyetler çeşitli nedenlere binaen cihadı hem defansif hem de ofansif savaş olarak yorumlamışlardır. Bu da cihadın bazılarınca kutsal savaş olarak algılanmasına meşruiyet kazandırmıştır. Fakat bugün Müslümanların çoğu cihadı savunma amaçlı başvurulan ve belli başlı sınırları olan bir savaş şekli olarak algılamaktadır. Oysa kutsal savaş Tanrı’nın buyruğu doğrultusunda ayrım gözetmeksizin herkese karşı yürütülebilen ve hiçbir sınır tanımayan saldırgan bir savaş türüdür. Bu nedenle Batılılara cihat kavramını açıklarken meseleyi onların anladığı kavramlarla izah etmek son derece önemli ve gerekli.

İşgal altındaki Müslümanların maruz kaldıkları zulüm onlara İslam’ın ahlaki davranış kuralları dışına çıkabilmeleri gerekçesini sunar mı? Örneğin düşmanın askerî açıdan üstünlüğü ve yenilmezliği zulüm gören Müslümanların sivilleri hedef alan intihar saldırıları gerçekleştirmelerini mazur gösterebilir mi?

Askerî ahlak oldukça çetrefilli olduğu için bu kısa yoldan cevaplandırılması zor bir soru. Bazı Müslümanların Filistinliler ve Çeçenler gibi mazlum Müslüman halklar için bu argümanı kullandıkları vaki. Fakat bu yaklaşımın çok kaygan bir zemin olduğunu düşünüyorum. Acil durum veya askerî ihtiyaç gibi gerekçeler öne sürmeye başlandığında her türlü kontrolsüz davranışa kapı aralanmış olur.

Müslümanların kâr-zarar hesaplamalarına bağlı olmayan İslam savaş hukuku kurallarına riayet etmek gibi bir sorumlulukları var. Bu kurallar deontolojik/ahlaki ve ilkesel sınırlamalardır ve savaşa katılmayan sivillerin, kadınların ve çocukların öldürülmemesi, Müslüman savaşçıların savaşırken koruması gereken sınırlarla alakalıdır. İntihar saldırısı ise İslam savaş hukukunun açık bir ihlalidir. Zira kendisini ve halkını koruma amacıyla cihada iştirak eden kişinin niyeti hayatta kalmak ve mücadeleye devam etmektir.

İslam ahlakı ve hukuku intiharı ağır bir dille kınar. Bu yöntem iki nedenle meşru gösterilemez. Birincisi; bu saldırılarda hayatını kaybedenlerin çoğu –büyük kısmı Müslüman olan- sivillerdir. Diğer endişe verici husus ise intihar saldırılarının bir savaş silahı olarak kullanılmasıdır. Peygamberin aldığı yaralar nedeniyle acı dolu bir ölümden kaçmak için savaş alanında kendi canını alan bir kimseyi kınadığını rivayet eden sahih hadisler var. İntihar güçlü bir dille kınanırken bir “mücahid” için bunun serbest olması düşünülemez.

Kimi zaman temel bir İslami prensip olan insan hayatının dokunulmazlığı ilkesinin Müslümanlar tarafından göz ardı edildiğini ve bazı İslam âlimlerinin de failler Müslüman olduğunda bu ihlalleri maruz gördüklerini görüyoruz. Bu fikir ayrılıklarının nedeni ne?

Bunun iki ana nedeni var ve her ikisi de “askerî zorunluluk” ya da Arapçadaki karşılığıyla “zaruret” ile alakalı. Bu âlimlere göre zaruret cihattaki sınırlamaları kaldırıyor. Ben bu görüşe katılmıyorum zira bazı klasik fıkıh kaynaklarında İslam âlimlerinin ortada gerçek anlamda bir zaruret söz konusu değilken bile kısıtlamaları kaldırma konusunda oldukça müsamahakar davrandığını görüyoruz. Örneğin Müslümanların savaşı kaybediyor olması bile bir zaruret olarak öne sürülmüş. Böyle bir yaklaşıma sahipseniz ahlaki bakış açısından mahrumsunuz demektir. Çünkü bu şu anlama gelir: “Savaşı kazanıyorsanız kaidelere bağlı kalırsınız, ama kaybetmeye başladığınız an onları bir kenara atabilirsiniz.” Savaşa dair ahlaki bir perspektifimiz olacaksa şartlar ne olursa olsun kurallara riayet etmek zorundayız.

Bir diğer savunma gerekçesi ise saldırıya hedef olanların aslında gerçekten sivil olmadığı düşüncesi. Mesela birçok din adamı her İsraillinin Filistin topraklarında işgalci konumunda olduğunu, İsrail ordusunda görev yaptığını, bu yüzden İsrail’de gerçek anlamda sivillerin olmadığını iddia ederek onları hedef hâline getiriyor. Sivillerin varlığını reddeden görüş tehlikelidir, zira bu topyekun savaşın zeminini hazırlar ki cihadın kuralları tam da bunu önlemeye yöneliktir. Klasik fıkıh kaynakları da savaşla ilgisi olmayan sivillere karşı topyekün savaşı meneder. Kadın ve çocukların yanı sıra tarlalarda çalışan insanlar, rahipler, tüccarlar ve hastalar da dokunulmaması gereken sivil hedeflerdir.

Bir diğer tartışmalı konu da kitle imha silahları ile alakalı. Bu silahlara sahip olanlara göz dağı vermek amacıyla Müslüman ülkeler de aynı silahları geliştirebilir mi?

Bu konuda çok fazla kaynak yok, çok az Müslüman kitle imha silahlarıyla alakalı detaylı çalışma yapmış. Bu konuyla ilgili dünyanın pek çok yerindeki âlimlerin görüşlerini almak için söyleşiler yaptım ve çoğunun kitle imha silahları ile konvansiyonel silahlar arasındaki farkı tam olarak kavrayamadığı sonucuna vardım. Kitle imha silahlarının daha yıkıcı olduğunu kabul etmekle birlikte diğer silahlardan çok da farklı olmadıkları düşünülüyor. Hâlbuki kitle imha silahları tamamen ayrı bir kategori ve sadece çok sayıda insanı öldürmüyor aynı zamanda çok eziyetli ölümlere neden oluyor. Etkileri bir ömür, hatta kuşaklar boyu sürüyor ve genetik mutasyonlara neden oluyor. Ayrıca çevreye de büyük zarar veriyorlar ki bu İslam ahlakında önemli bir husus. Bu nedenle caydırıcı olarak kitle imha silahlarının geliştirilmesi fikri hem tehlikeli hem de ahlaki açıdan savunulamaz. Bu konuda yapılacak ufacık bir hatanın sonuçları felakete neden olacaktır. Dolayısıyla Müslümanların hiçbir şart altında bu silahları kabul etmeleri düşünülemez.

“Hakiki Müslüman asla sivil-savaşçı farkı gözetmeyen bir savaş suçu işlemez” iddiası hakkında ne düşünüyorsunuz?

Dünyaca tanınan saygın Müslüman âlimler İslam ahlakının böyle bir şeye kesinlikle izin vermediği konusunda mutabıklar. Eğer istisnalar yapmaya başlarsak binanın bütününe zarar vermeye başlarız. Kimin hakiki Müslüman kimin olmadığı tartışmasına girmek istemiyorum, zaten hiçbir Müslümanın bir diğer Müslümanı küfürle itham etmeye hakkı yok. Fakat Müslüman ilim adamları ve ahlakçılar olarak neyin cihat anlayışı ve öğretileri ile örtüşmediğini söyleyebiliriz.

Müslümanların bugün hayata geçirmeleri gereken en önemli şeylerden biri cihat konusunda, uluslararası ilişkiler ve uluslararası hukuk konusunda Müslümanlar adına kararlar alabilecek kendi yargı kurumlarını kurmalarıdır. Bilindiği gibi İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) bundan yaklaşık 32 yıl önce Uluslararası İslam Mahkemesi kurma kararı aldı. Fakat maalesef bu karar üye ülkeler organizasyon nizamnamesini onaylamadığı için hayata geçirilemedi. Bu tarz yetkili bir yargı organının tesisi IŞİD gibi terörist gruplara yaptıkları şeyin İslam’ın savaş ve barış hukukuyla kesinlikle bağdaşmadığını söyleyebilmek için oldukça gerekli. Bu teröristleri yargılamanın bir başka yolu da uluslararası hukuk ve ceza mahkemeleri. Zira Müslüman ülkelerin hepsi Birleşmiş Milletler üyesi ve uluslararası hukuk Müslümanlar için de bağlayıcı.

Müslümanlar arasında İslam’da savaş ve barış hukuku konusunda bir ihtilaf var mı sizce?

Bir uyuşmazlık söz konusu, bunu inkar etmeyeceğim. Fakat geniş bir mutabakat da mevcut. İhtilafın çok da yetkin olmayan bazı kimselerin İslam geleneğiyle alakalı yaptıkları aşırı yorumlardan kaynaklandığını düşünüyorum. Müslümanlar arasında eksik olan bir şey varsa o da siyasi irade. Siyasi irade geliştirildiği takdirde yetkin ve saygın Müslüman ilim adamlarının İslam’da savaş ve barış hukuku da dâhil pek çok konuda hemfikir olacağı kanısındayım.

İslam dünyasında Filistin, Suriye ve Irak gibi ülkelerde olup bitenler geniş yankı bulurken Orta Afrika, Sudan ya da Burma gibi coğrafyalarda yaşayan Müslümanların durumu aynı ilgiyi görmüyor. Bu seçici algıyı neye bağlıyorsunuz?

Bu biraz söz konusu ülkelerdeki problemlerin ne derece basına yansıdığıyla alakalı. Öncelikle basın bilhassa dünya basını Müslümanların kontrolünde değil. Müslümanlara ait bir medya da mevcut ve gelişmeye devam ediyor, ancak kısıtlı kaynakları var. Mevcut Batılı medya Afrika, Kafkaslar ve Burma gibi coğrafyalarda yaşayan Müslümanların sıkıntılarını gündeme getirmiyor. Çünkü bu Batılı güçlerin ilgi alanına girmiyor.

Ümmetten ve Müslümanların birbirlerine karşı görevlerinden sürekli dem vursak da bugün irili ufaklı pek çok ülkeye ayrılmış durumdayız ve her ülke az çok kendi millî çıkarları doğrultusunda hareket ediyor. Bu nedenle İslam ahlakı tabandan gelen bir inisiyatifle teşvik edilmeli ve akademik/ilmî komisyonlar kurulmalı. Zira devlet politikalarında son yıllarda gerçekleşen değişimlere baktığımızda bunların halk tabanından gelen baskı neticesinde gerçekleşmiş olduğunu görüyoruz.

Fotoğraf:Leah Masci – LITS Webteam

Meltem Kural

Lisans eğitimini Martin Luther Üniversitesinde Tarih ve İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümlerinde tamamlayan Kural, Londra Üniversitesi SOAS’ta (School of Oriental and African Studies) Yakın Doğu Çalışmaları alanında yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır. Kural, Perspektif dergisinin online editörlüğünü yapmaktadır.
Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler