Göç Politikasında Tutarlı Bir Avrupa Birliği Mümkün mü?
Doç. Dr. Aylin Noi, Visegrad ülkelerinin sert muhalefeti sebebiyle gündemden düşmeyen ortak AB göç politikasının imkanlarını yazdı.
Statükonun sona ermesi ile oluşan belirsizliklerin hakim olduğu zamanlarda yeni bir “değer arayışı” ortaya çıkar. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile iki kutuplu dünya üzerine kurulu olan mevcut uluslararası sistem sona erdiğinde ırkçılık, yabancı düşmanlığı, İslamofobi ve antisemitizmi içinde barındıran bir eğilim olan yeni milliyetçilik birçok Avrupa ülkesinde farklı derecelerde Avrupa kültürel kimliğinin koşullarının tekrar değerlendirilmesine ve ulusal bilincin Avrupa bilinci ile yer değiştirmesi olarak 1990’larda karşımıza çıkmıştı. Bu duruma neden olan faktörler arasında dönemin ekonomik problemleri ve bunun refah devletine olumsuz yansımalarından küreselleşmeye, derinleşen Avrupa Birliği entegrasyonundan tehdit algılamalarına kadar pek çok sebebi bulunmaktadır. 11 Eylül terör saldırıları sonrasında daha önce sadece kültürel ve ekonomik tehdit olarak görülen göçmenler terör tehdidi ile ilintilenmeye başlanmıştır. Bunun sonucu olarak da Soğuk Savaşın tehdidi olan “Kızıl Komünist tehlike” “Yeşil Müslüman Tehdit” algılaması ile yer değiştirmiştir.
Arap Baharı ve sonrası gelişmeler özellikle 7 senedir süregelen Suriye savaşı ve Avrupa’nın güneyindeki bazı ülkelerdeki istikrarsızlık ortamı Avrupa’ya önemli ölçüde göç akınlarına neden olmuştur. 2008 ekonomik ve finansal krizi ile ciddi ekonomik sıkıntı içine giren ve refah devletleri üzerinde önemli etkiler bırakan bu krizler, küreselleşme ve AB bütünleşmesinin ulusal ekonomileri üzerine olumsuz etkisi olduğu görüşlerini güçlendirirken, göçmenlerin yine ekonomik tehdit olarak algılanması ile neticelenmiştir. 2011 sonrasında artan terör saldırıları ve IŞİD tehdidi AB ülkelerindeki göçmenler ve tehdit bağlantısı ile ilgili tehdit algılamaları üzerindeki etkiyi arttırarak yabancı düşmanı aşırı sağ partilerin oylarını arttırmalarına olanak sağlamıştır.
AB İçi Anlaşmazlık
Siyasi olarak tüm bu gelişmeler yaşanırken süregelen mülteci akını ile ilgili olarak özellikle de mültecilerin büyük çoğunluğunun ilk giriş yaptığı İtalya ve Yunanistan gibi ülkelerin yükünü azaltmaya yönelik AB Komisyonu, ülkelerin büyüklüğü ve zenginliğine göre bir kota sistemi öngörmüştür. Buna göre, AB ülkelerine 160 bin mültecinin tekrar yerleştirilmesi gündeme gelmiştir. Ancak, mülteci akınının ciddi boyutlara ulaşması 2015 yılında mültecileri yeniden yerleştirme ve yer değiştirme kotalarına ilişkin 20 Temmuz 2015 ve 22 Eylül 2015 tarihlerinde üye ülkelerin taahhütleri karşılığında alınan kararlar üzerindeki fikir ayrılıkları AB’nin Batı ülkeleri ve Doğu ülkelerini karşı karşıya getirmiştir. AB içindeki batı kanadı mültecilerin tekrardan yerleştirilmesi kotalarını desteklerken doğu kanadı, özellikle de Visegrad ülkeleri, bu uygulamaya şiddetle karşı çıkmaktadırlar.
Hukuki olarak bağlayıcı olan bu karar, bazı AB üye devletleri tarafından uygulanmamış; Macaristan ve Polonya tek bir mülteci bile almamıştır. Her iki ülke de bu mülteci şemasına karşı olduklarını dile getirmeye devam etmektedir. Çekya ise güvenlik nedenlerinden dolayı bu mülteci şemasından geri çekileceğini belirtmiştir. Macaristan, Polonya ve Çekya’nın mültecilerin yerleştirilmesi şemasında yer almak istememeleri yüzünden Komisyon bu üç üyeye karşı yasal işlem başlatmıştır. Visegrad grubun dördüncü üyesi Slovakya 902 mülteci alması beklenirken sadece 16 mülteciyi yeniden yerleştirmiştir. Bu yüzden hiç mülteci almayan diğer Visegrad ülkelerine kıyasla Komisyonun yaptırımları ile karşı karşıya kalmayabilir. Sonuç olarak toplamda Visegrad ülkeleri toplam 11,069 mülteciden sadece 28’ini tekrardan yerleştirilmiştir.
AB’nin dönem başkanı olan Bulgaristan başkenti Sofya’da konu ilgili bir toplantı düzenlemiş; Bulgaristan Başbakanı Borisov bu durumun AB’yi böldüğünü üye devletlere hatırlatmıştır. Bu konuda ortak bir sığınmacı politikası hazırlamanın ve uygulamanın önemine vurgu yapan Borisov, ayrıca, AB üyesi olmayan Türkiye ve Libya’da göçmenlerin ikamet etmelerini sağlayacak güvenlik merkezlerinin kurulmasını önermiştir. AB üyeliğine aday ülke olan Türkiye Suriye krizinden bu yana sayısı 3,5 milyondan fazla mülteciyi zaten barındırıyor.
Visegrad ülkelerinin mültecileri tekrar yerleştirme konusundaki direncine karşı diğer iki AB üyesi Almanya ve İtalya AB içinde mültecilerin tekrar yerleştirilmesi konusundaki taleplerine devam edecekler gibi görünüyor. Bu konuda da Birlik içindeki dayanışmanın gösterilmesinin ne kadar önemli olduğu zaman zaman dile getirilse de Visegrad ülkelerinin bu şekilde algılamadığını ve direnç göstereceklerini söyleyebiliriz.
Visegrad ve Tutarlılık Sınavı
AB içinde onu bir arada tutan bir tutkal görevi gören “tutarlılık” konusunda da bu konunun olumsuz yönde bir durum sergilediğini söyleyebiliriz. Etkili politikalar üretebilmesi için AB üye ülkeleri arasında tutarlılığa ihtiyacı var. AB’nin Küresel Stratejisi’nde de tutarlılığın göç dahil pek çok ilgili konuda üzerine vurgu yapılan kavramlardandır. Ancak son dönemlerde bu tutarlılığın milliyetçi ve avro-şüpheci hükümetler tarafından zayıflatıldığına şahitlik etmekteyiz. Bu durum üye devletlerin birbirine olan güvenleri üzerinde de olumsuz etki yapmakta ve uzlaşmacı bir anlayışın önünde engel teşkil etmektedir.
Visegrad ülkeleri Berlin’in açık politikası ile tamamıyla ters düşmekte ve Brüksel’in mecburi kıldığı mülteci politikaları reddetmektedirler. Bu noktada Visegrad ülkelerinin bu politikayı neden benimsemediklerini halklarının terör tehdidi altında yaşamak istememeleri, halklarının güvenlik taleplerine, halklarının sınırlarının korunmasını istedikleri, halklarının liderlerinden içinde yer almakta hiç bir neden göremedikleri Schengen Alanından çıkmasını istedikleri gibi halkın oldukça açık taleplerini Macaristan devlet başkanı Victor Orban dile getirmiştir.
1990’lı yıllarda aşırı sağcı partilerin söylemlerine benzer söylemlerin Visegrad ülkelerinden de geldiğini görüyoruz. Macaristan lideri Orban, göçmenleri “Hristiyan Avrupa’nın Müslüman istilacıları” ve “terörizmin Truva atı” olarak tanımlayarak hem George Soros’un Macaristan’da mültecilerin akınına yol açacak uygulamalarına ve hem de AB’nin mecburi mülteci yerleştirme kotalarına karşı tutumunu açıkça ifade ettiğine tanıklık etmekteyiz. Yine o dönemin benzer argümanlarının bu günde geçerliliğini yitirmediğini ve kullanıldığını görüyoruz. Bunlardan birisi yine Orban tarafından dile getirilen geleceğin korunması özellikle de Hristiyan kültürünün, yaşam şeklinin korunmasıdır.
Göç karşıtı söylemleri ile gündeme gelen Visegrad ülkelerinden Polonya ve Macaristan’da sadece mülteci konusunda değil; aynı zamanda demokrasi ve hukunun üstünlüğüne saygı konularında bu iki ülkede yaşanan gerileme diğer sıkıntılı bir durumu ortaya koymaktadır. Bu durum sadece AB’nin batı ülkeleleri ve doğu ülkeleri, özellikle de Visegrad ülkeleri ile arasındaki fikir ayrılığının mülteci konusunda olmadığını, aynı zamanda AB’nin ortak değerleri ve normları üzerinde de olduğunu göstermektedir.
AB tarihinde hiç bir üye devlet için uygulamaya konmayan ve AB’nin nükleer seçeneği olarak tanımlanan 7. maddesi Polonya’nın yargı konusunda anayasasında yaptığı değişiklik sonrasında uygulamaya koyma kararı almıştır. Bu karara göre Polonya AB’deki oy kullanma hakkından mahrum edilecektir. Ancak bu kararın uygulamaya konulması için tüm üye devletlerin bu yönde kararı desteklemesi gerekiyor. Macaristan devlet başkanı Victor Orban, Polonya’ya madde 7’nin uygulanması konusunda veto hakkını kullanacağını açıkça ifade etmiştir. Bu durumda AB’yi sadece Polonya ekonomisine yapacağı yardımları askıya alma seçeneğini elinde bırakmaktadır. Polexit olasılığının da bu bağlamda konuşulan konular arasında olduğunu söyleyebiliriz. Aslında hem Macaristan hem de Polonya hukukun üstünlüğü, yargının bağımsızlığı ve medya özgürlükleri konusunda geriye gidişleri, bu ülkelerin zaman zaman “illiberal” demokrasiye dönüştükleri yönünde yorumlanırken AB tarafından da kaygı ile takip ediliyor ve uyarılıyordu. AB’ye üye olmak için Kopenhag kriterlerine, özellikle de bu kriterlerden siyasi kriterlere – demokrasi, insan hakların ve azınlık haklarına ve hukukun üstünlüğüne saygı – uymak gerekiyor ve uyulmadığı takdirde üyeliğe kabul edilmiyor; üye olduktan sonra da bu kriterlere uymayan üye devletler için AB’nin 7. Maddesi uygulamaya konuluyor. Yani üye ülke oy hakkını kullanamıyor, diğer bir deyişle de facto üyelikten çıkarılmış oluyor.
Birleşik Avrupa İdealinin Geleceği
Brexit ile beraber AB üye devletleri arasındaki oy ağırlığı konusunda önemli bir kayma durumu da söz konusu olacak. Visegrad ülkelerinin ortak pozisyon almaları durumunda bunun AB politikalarına etkisi eskisinden daha fazla olacağını söylemek pek de yanlış olmaz. Mülteciler konusunda Visegrad ülkeleri ile aynı anlayışa sahip bir yeni hükümetin Avusturya Halkın Partisi ve Sebastian Kurz’un Avusturya’da yönetime geçmesi ile bu konu daha da karmaşık bir hal almaya başladı. Eğer Visegrad ülkelerinin duruşlarında bir yumuşama söz konusu olmazsa Almanya’nın bu konudaki duruşu ile çatışacaklar; bu durum AB içinde ciddi sıkıntılara yol açacaktır.
Birleşik Avrupa ideallerini de bu yönde ele aldığımızda, AB üyesi devletlerin göç akınları ve yük paylaşımı konusuna farklı yaklaşımları, bu konuda kafalarda soru işaretlerinin son zamanlarda ortaya çıkmasına neden olmuştur. Avrupa Birliği’nin en önemli sloganı onu farklı kılan tanımlamaları arasında “unified in diversity” yani “farlılıklarda birlik” anlayışına da zarar veren bir göç ve mülteci anlayışı ile karşı karşıyadır. Brüksel’in yaptırım kararı ise Batı ve Doğu arasındaki ayrılığı büyütebilecek bir durum ortaya çıkarma potansiyeline sahiptir. Demokrasi ve hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı gibi AB ortak değer ve normları üzerindeki farklı duruşlar göz önüne alındığında, Batı ve Doğu arasında, özellikle Visegrad önderliğindeki Orta ve Doğu AB ve Almanya-Fransa’nın önderliğindeki AB arasındaki ayrı tutum ve duruş, sadece mülteci konusunda değil; AB’yi bir arada tutan ortak değer ve normlar bağlamındaki birlik için de büyük tehdittir.