'Dosya: "Avrupa'da Müslümanlar ve Depresyon"'

“Depresyon İman Eksikliğinin Bir Sonucu Değildir”

Depresyon ve kaygı bozuklukları ciddiye alınması gereken sıkıntılar. Hastalıkların sebebi bazen aile ilişkileri bazen de günlük ırkçılık deneyimleri olabiliyor. Bir psikiyatrist ve psikoterapist olan ve çoğunlukla Müslüman hastalar ile çalışan Dr. İbrahim Rüschoff ile bu sorunların neden ciddiye alınmadığını, psikoterapi ve İslam’ın tarihsel olarak nasıl birbiriyle iç içe olduğunu konuştuk.

@ Shutterstock.com değişiklikler: Perspektif

Sayın Rüschoff, yıllardır psikoterapist olarak çalışıyorsunuz ve ağırlıklı olarak Müslümanları tedavi ediyorsunuz. Müslüman ve Müslüman olmayan hastaları birbirinden ayıran nedir ve Müslümanlar arasında hangi hastalıklar daha yaygın görülmektedir?

Tabii ki Müslümanlarda da tıpkı gayrimüslimlerde olduğu gibi bazı hastalıklar söz konusu. Bu, tüm psikolojik rahatsızlıklar için de geçerli. Ancak aradaki fark, bunların İslami bir ortamda yaşanması ve bunlara bu ortamda kendine has (dinî) bir çağrışım ve karakter veriliyor olması. Bunlara örnek olarak, ebeveynlerle olan ilişkilerde veya sosyal ilişkilerde görülen ve dinî olarak tanımlanan depresyon ve korkulardır. Ayrıca geleneksel dinî olarak tanımlanan açıklamalar da örnek olarak verilebilir.

Kadınlar ve erkekler arasında bir fark görebiliyor musunuz?

Genel olarak, kadınlar erkeklere nazaran daha erken psikoterapi desteği alıyorlar. Bu durum Müslümanlarda da aynı. Muayenehanemizde her iki cinsiyette de depresyon ve anksiyete tanıları ön planda. Kadınlarda bu problemler genellikle evlilik durumuyla ilintili oluyor.

Peki, erkeklerde durum somut olarak nasıl? 

Erkekler her ne kadar terapistlere daha az başvursalar da onlar da genellikle sıkıntı yaşıyorlar. Bu sıkıntılar genellikle, belirli davranışları beraberinde getiren anneye sıkı bir bağlılık ile karakterize ediliyor. Annelerin bazen aşırı baskıcı olduğunu gözlemliyorum. Sonuç olarak, ebeveynler açık eleştiriyi dinî gerekçelere dayandırdıkları itaat zorunluluğu ile yasaklamış oldukları için kişilerin genellikle gizleme yoluna giderek kendini korumaya çalıştığını görüyoruz.

Tabii ki bu durum evlilik hayatını da etkiliyor…

Evet, özellikle kadın güçlü, gerçeklik odaklı ve aynı seviyede bir birliktelik talep ediyorsa evlilikte benzer davranış kalıpları ortaya çıkıyor. Kayınvalidesi ile ilgili problemleri varsa, ki bu duruma oldukça sık rastlıyoruz, kadının bunu kendi başına çözmeyi öğrenmesi gerekiyor.

Genel olarak, semptomların ve klinik tabloların büyük bir bölümünün arka planında aile çevresindeki sorunların yattığını söyleyebiliriz. Aslında bu şaşırtıcı bir durum değil, zira en yoğun ilişkilerin yaşandığı yerde en büyük çatışmalar ortaya çıkar. 

Ama tek sebep bu değil, değil mi? Örneğin, ırkçılık ve dışlanma da Müslümanlar üzerinde bir baskı oluşturabilir.

Bu vakalar gerçekten de son yıllarda daha sık görülüyor. Özellikle İslami tesettüre uygun giyinen kadınlar bu durumdan etkilenebiliyor. Bunun yanı sıra diğer Müslümanlar da örneğin iş yerlerinde açıkça ayrımcılığa maruz kalıyorlar. Sonuç ise depresyon, kaygı, kendini iş hayatından geri çekme, psikosomatik şikâyetler, raporlu dönemler vb. oluyor. Bu durum genel olarak biliniyor ve birçok çalışma tarafından da kanıtlanmış durumda. Ancak terapilerde hastaların anlattıkları durumun gerçekten de katlanılamayacak seviyede olduğunu anlaşılıyor.

Fakat, benzer durumlara maruz kalan herkes aynı derecede etkilenmiyor, bu yüzden hastalar kendilerindeki birtakım özellikleri değiştirmek suretiyle de buna karşı koymayı öğrenebilirler. Ben kendime değer vermezsem neden başkası bana değer versin? İnsanlar günümüzde eğitim düzeyinden bağımsız olarak ön yargılarını açıkça ve pervasız bir şekilde ifade etme cesaretini buldukları için durum geçmişte olduğundan çok daha zor.

Buna rağmen Müslümanların psikoterapi konusunda oldukça şüpheci oldukları düşünülüyor. Bunu onaylıyor musunuz?

“Batı” kültüründe, yani Avrupa ve ABD’de, bugünkü anlamıyla psikoterapi hemen hemen yüz yıldan beri mevcut. Ancak bu olgu İslam kültüründe kendine hâlen bir yer edinemedi. Bu durumun büyük ölçüde psikoterapinin Batı felsefesindeki kökenleri ve bilim anlayışıyla, burada ateist, yabancı ve kültürel emperyalist olarak algılanan insan imajı ile ilgisi var. Ayrıca, birçok İslam ülkesinde görülen sıkıntılı sosyal, ekonomik ve politik durum, psikoterapi gibi bir “lüksle” ilgilenmek için uygun bir ortam teşkil etmiyor.

Bu durum hep mi böyleydi?

Aslında İslam tarihinde, sağlıklı ya da hasta ruha yönelik sorular, insan tasavvuru ve doğru davranış şekilleri felsefe ve tıp tarafından ele alınmaktaydı. Bununla birlikte, burada, yeni yeni vurgulamaya başladığımız ve bugün bile yararlanabileceğimiz eski ve verimli bir gelenek mevcut. Tüm dünyadaki Müslüman uzmanlar (Almanya da dâhil), yıllardır İslam ile modern psikolojinin bağdaştırılıp bağdaştırılamayacağını ve bunun nasıl yapılabileceğini tartışıyor. Bununla birlikte, psikoterapinin kültüre de güçlü bir şekilde bağlı olduğu unutulmamalı. Bu nedenle eğer psikoterapide başarılı olunmak isteniyorsa terapinin farklı kültürlerde çok farklı biçimler alması gerekir.

İslam geleneğinde zihinsel bozuklukların üstesinden gelmek için somut olarak hangi uygulamalar ve imkânlar kullanılmıştır?

Daha Orta Çağ Avrupası döneminde, yani İslam dünyasının yükselme dönemini yaşadığı 8.-13. yüzyıllarda Müslümanlar ruhsal rahatsızlığı olan hastalar için bugün bile çok modern olarak nitelendirilebilecek özel kliniklere sahipti. Günümüzde bu konuda geniş bir literatür mevcut. Terapiler; müzik, karşılıklı görüşme, şifalı bitkiler, faaliyet ve çalışmalar, Kur’an tilavetleri vb. ile yapılmaktaydı. 20. yüzyılın ortalarında modern psikofarmakoterapinin ortaya çıkışına kadar, bu tür terapötik yaklaşımlar Avrupa’da dahi kullanılmamıştı. Ayrıca aralarında belirleyici farklılıklar da vardı. Bu farklılıklar arasında hastaların insanca tedavi edilmesi, dinin doğrudan etkisi ve ruhsal bozuklukların hastalık olarak anlaşılması mevcuttu. Hastalıklar Avrupa’da olduğu gibi birçok hastanın “cadı” olduğu inancıyla yakılması ve insanlık dışı şartlarla tecrit tesislerine koyulması gibi sonuçlar doğuracak şekilde hayalet veya şeytan çarpmasından kaynaklanan bir durum olarak değerlendirilmiyordu.

Modern psikolojinin ve İslam’ın insan tasavvurunun birbiriyle uyumlu olup olmadığı sorusu sizce meşru mu?

Müslüman uzmanlar arasında bu konuda farklı görüşler ve hararetli tartışmalar mevcut. Belirleyici olan ise oldukça farklı olan bilim anlayışı. Benim anlayışıma göre psikoterapi bana bir hastalığın oluşumuna, karakterine ve tedavisine ilişkin bir konsept sunan, hastalığın tedaviye uygun bir “haritasıdır”; ancak bu asla “manzara” ile yani hastanın kendisi ile karıştırılmamalı. İslam’ın insan tasavvuru ise, yani insanın Allah’la doğal ilişkisi (fıtrat); nefis, kalp, ruh ve akıl ilişkisi, bireyin davranışlarından sorumlu oluşu her zaman arka planda mevcut. 

Başarılı bir terapinin en önemli unsuru olan terapi ilişkisi hususundaki düşüncemi de İslami kimliğim şekillendiriyor. Şuarâ suresinin 80. ayetinde ifade edildiği gibi, iyileştiren Allah’tır, ben sadece onun bir aracıyım.

Bununla birlikte, genel olarak psikolojide sürekli bir hareketlilik söz konusu, şu anda da çeşitli konseptler tartışılıyor. Neyse ki, bir süredir yüksek düzeyde katılımcıların buluştuğu ve tartıştığı uluslararası bir platform olan International Association of Islamic Psychology (IAIPP) (Uluslararası İslami Psikoloji Derneği) mevcut.

Modern psikolojinin sözcülerinin aksine, çok farklı bir sosyalleşmeye sahip olan Müslümanların sorunlarıyla başa çıkmak için yeterli yöntem mevcut mu? Şu anda çok sayıda gelişme olsa da…

Aslında psikoterapinin yöntemleri yeterli. Terapi daima bireysel olarak hastaya, ilişkilerinin ve deneyimlerinin kişisel geçmişine göre düzenlenir. İster kültürel ister dilsel olsun, aşılması gereken sınırlar mevcut olacak. Bu gibi durumlarda, bir imam veya tercümanın yardımına ihtiyacım olabilir. Bununla birlikte, özverili bir terapistin dahi pes etmesi gereken sınırlar var. Örneğin, psikolojik rahatsızlığı bulunan ve iyileşirse sınır dışı edilme riski olan bir sığınmacı veya henüz kendi ikamet izni olmayan ve ailesinin yanına dönemeyen, aile içi şiddete maruz kalan kadınlar gibi. Bu gibi sınır durumlarında terapist pes etmeyi bilmeli.

Bir de Müslümanlar genellikle din kardeşlerinin kendi hastalıklarını yeterince ciddiye almadıklarından şikâyetçiler. Örneğin depresyon sorunu yaşayanlara imanlarının zayıf olduğu söylenir hep. Sizce bu nasıl açıklanabilir?

Psikolojik rahatsızlıkların ciddiye alınmaması büyük ölçüde psikolojik savunma mekanizmalarıyla alakalı. Böylelikle her şeyi başınızdan savabilirsiniz. Bununla beraber bu hastalıkları ciddiye almayarak onları yok etmek bu kadar kolay olsaydı, bunu ilk yapan hastanın kendisi olurdu.

Her kültür ve her birey psikolojik rahatsızlıkların kökeni ve karakteri hakkında bir fikir geliştirir. Bazıları için psikolojik rahatsızlıkların sebebi çocukluk döneminin zor geçmesi, genetiğin etkisi veya günahların bir neticesi, diğerleri için de cinlerin veya büyünün ya da eksik imanın bir sonucu. Depresif hastalar iman eksikliğini kendileri de tasdik ederler: Artık Allah, din, peygamber ve hatta en sevdikleri için bile herhangi bir şey hissetmediklerini ve bu yetersizliğin sonucu olarak depresyona girdiklerini de düşünebilirler.

Ancak durum bunun tam tersi: Dinî duyguları, umudu ve her şeyi bastıran ve şevki azaltan depresyondur. Depresyonun azalmasından sonra bu şeyler geri gelir, sanki hasta siyah bir gözlüğü çıkarmış gibi. Bu sebeple psikiyatrist veya psikoterapist tedavi esnasında hasta ile olan ilişkisinde ona sükûnetli bir destek sunmalı ve hastalık dolayısıyla hastanın kendisinde bulamadığı umut ve güveni ona aktarmalıdır.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler