“İslami Sanat Sergileri Müslümanlardan Kopuk”
Batı Avrupa’daki İslami sanat sergileriyle orada yaşayan Müslüman topluluklar arasında bir bağlantısızlık ve kopukluk olduğu görülüyor. Peki tanınmış müzeler bu bağı kurmaya çalışırken hangi hataları yapıyorlar?
Müslüman toplulukların Batı Avrupa’da düzenlenen İslami sanat sergileri ile kopukluklarını ele aldığımızda, bu hususta en az üç farklı biçimde bağlantının kurulamadığını söyleyebiliriz. İlk sırada sergilerin oluşturulmasında çoğu zaman Müslümanlara danışılmaması bulunuyor, ki bu durum da ötekileştirmenin sergi mekânlarında da sürdürülmesine sebep olabiliyor. İkincisi ise eğitimlerin ve diğer müze programlarının daha geniş Müslüman kitleleri dâhil etme çabası göstermeden sadece Müslüman cemiyetleri hedefliyor görünmesi. Bu durum Avrupa şehirlerindeki Müslüman topluluklar arasında bir ayrılığa ya da ötekileştirmeye yol açabiliyor. Üçüncü olarak ise İslami sanat sergisi açıldıktan sonra Müslüman toplulukla iletişime geçerek onlarla birlikte bu sergiyi değerlendirme noktasında yaşanan eksiklikler bulunuyor.
Bu üç bağlantı eksikliğini tartışmaya açmadan önce Batı Avrupa’daki İslami sanat sergilerinin tarihine kısa bir bakmak önem taşıyor. İslami sanat koleksiyonlarının hepsi değilse de çoğu geçtiğimiz yirmi yılda yeniden kurulup yeniden yorumlandılar. Avrupa’da böyle olan koleksiyonlar arasında Louvre Müzesi’nin İslam Sanatları (2012), British Museum’un Albukhary Vakfı İslam Dünyası Galerisi (2018), Victoria ve Albert Müzesi’nin Müslüman Orta Doğu (2006) koleksiyonu, Kopenhag’daki David Koleksiyonu (2009) ve Berlin’deki hâlâ inşaatı devam eden İslami Sanatlar Müzesi (muhtemelen 2026) bulunuyor. Bu müzeler Avrupa’da ve dünyada en çok ziyaret edilen müzeler arasında bulunuyor.
“Kültürel Farklılıklara Köprü” Olarak İslami Sanat
İslami sanatlara hem genel olarak hem de 11 Eylül ve 7 Temmuz gibi terör saldırılarından sonra ilginin artması bilinen bir durum. Gerçekten de İslami sanatlar “kültürel farklılıklara köprü olmak”, “İslam’ı medenileştirmek” veya terörizme karşı bir kalkan vazifesi görmesi ile bağdaştırıldı. Bu anlatılar son derece sorunlu olmasına rağmen, bu iddiaların nasıl gerçekleştirilebileceğine dair neredeyse hiçbir açıklama yapılmadı. Üzerinde daha az durulan ve daha az konuşulan mesele ise Batı Avrupa’daki İslami sanatlar bölümlerinin Müslüman azınlık topluluklarıyla ilişkisi. Bu metinde bu sıkıntıların ve eksikliklerin etkilerinden bahsederek gelecek için bu noktalarda bazı önerilerde bulunacağız.
Temelde sanat müzelerini etkileyen bir kopukluk var. Benim gibi müzecilik araştırmacıları genellikle müzelerin toplum üzerindeki etkileriyle ilgilenirken, sanat küratörleri/tarihçiler genellikle zorunlu olarak nesnelerin incelenmesiyle ilgilenirler. Müzecilikteki en başarılı uygulamalar, müzelerde çalışan profesyoneller ve sanat tarihçileri tarafından genellikle bilinmez. Sanat müzeleri üzerine çalışma yapan kişilerin ekseriyetle bu müzelerde kalıcı işleri olmaz, bundan dolayı da bu araştırmaların etkileri genellikle müzelerde bir değişikliğe yol açmaz ve akademiyle sınırlı kalır.
Müzelerle ilgili çalışmalarda ortaya çıkan en önemli anlayış sergi oluşturma sürecinde topluluklarla birlikte çalışmanın çok temel bir mesele olduğu. Buna “ortak küratörlük” ya da “paylaşımlı küratörlük” deniyor. Bu genelde daha küçük müzelerde, tarih ya da antropoloji müzelerinde gerçekleştirilebiliyor. Ortak küratörlük sanat müzelerinde neredeyse hiç yaşanmaz. Bildiğim kadarıyla da İslam sanatları koleksiyonlarını sergileyen Avrupa’daki müzeler arasında da böyle bir durum yaşanmadı. Müzeler, Müslüman topluluklar ile iletişimde olduklarını ifade ettiklerinde bu sadece söylendiğiyle kalır. Bu iletişimin ne bir kaydı vardır ne de bu iletişimin müzedeki İslam sanatları sergisi üzerindeki etkilerine dair bir metin. Araştırmacıların ve halkın, bu iletişimin kurulduğuna ve gerçekleştiğine dair müzenin sözüne güvenmesi gerekir.
Avrupa Merkezci Perspektif
Bu ilişki eksikliği İslam sanatlarının Avrupa merkezci bir perspektiften yorumlanmasına yol açar. Örneğin Louvre Müzesi’nde Napolyon’un Mısır seferlerinden bahsedilirken Fransızların Kuzey Afrika ve Orta Doğu’daki sömürgeci ve emperyalist faaliyetlerinden bahsedilmez ve herhangi bir bağlama oturtulmaz. Tac Mahal, Paris’teki Place des Vosges ile karşılaştırılır. Nitekim o panelde adı geçen tek kişi Napolyon’dur. Eseri yaratan binlerce sanatçı ve zanaatkâr ya da büyük Osmanlı padişahları ve Safeîi şahları gibi onları görevlendiren hamilerin bahsi geçmez. İslam sanatları sergilerindeki isim eksikliği bu sergilerin hedeflediği amaçlara zarar verir ve ötekileştirmeye de yol açabilir. Louvre Müzesi’nin İslam Sanatları bölümünün başında bulunan Yannick Lintz, yakın bir zamanda, İslam düşmanlığı ile mücadele etmek için Fransa’nın 18 şehrinde yeni bir girişim başlatacaklarını duyurdu. Ancak, bu şehirlerin hiçbirinde Müslüman topluluklarla herhangi bir etkileşimin olmadığı görülüyor.
British Museum’da 2012 yılında düzenlenen “Hac: İslamiyet’in Kalbine Yolculuk” sergisi, Zübeyde Bint Cafer’i ziyaretçilere Binbir Gece Masalları’nda da bahsi geçen Halife Harun Reşid’in eşi olarak sundu. Bu Avrupa merkezci sunuş gerçekten de inanılmazdı, özellikle de programın sonunda düzenlenen panelde Zübeyde Bint Cafer’in hac yolcuları için nasıl kuyular ve yük yolları inşa ettiğinin, bu topraklar üzerinde unutulmaz bir miras bıraktığının söylendiğini düşündüğümüzde. British Museum’un yeni galerilerinde yer alan fotoğraflarda isimleri ile yer alan kişiler Avrupalı koleksiyonerler ve arkeologlar. Bu fotoğraflarda yer alan Arap erkekler çoğu zaman müze ziyaretçisine kimliği belirli bir şekilde açıklanmıyor. Kendimi bu isimsizliğin neden var olduğunu merak ederken buldum. Fakat, bu İslam sanatları sergisinin Müslüman topluluklar için değil, Avrupalılar için düzenlendiğini de iddia edilebilir elbette.
Ziyaretçi Profilinde Kopukluklar
Bağlantısızlığın ikinci biçimi ise müzelerin eğitim ve planlama departmanlarının bir sergi tamamlandıktan sonra eğitim ve müze programları oluşturmak üzere hedef kitle ile iletişime geçmesi. Bu programlara katılım yüksek olsa dahi müze ziyaretçilerinin büyük bir çoğunluğuna ulaşılmamış oluyor. Dahası ve daha da önemlisi bu programların serginin kendisine herhangi bir etkisi olmuyor. Berlin’de bulunan İslam Sanatları Müzesi (ve devlete bağlı diğer müzeler), Arapçada “buluşma noktası” anlamına gelen Multaka başlıklı bir tur programı düzenledi. Bu program, turlarda rehberlik etmek için Suriye’den ve Irak’tan yeni gelen göçmenleri yarı zamanlı olarak istihdam ediyor. Bu program Oxford’da bulunan Ashmolean Müzesi tarafından da benimsendi; Covid-19 salgını öncesinde Paris’teki Louvre Müzesi’nin de uyguladığı yönünde haberler oldu. Multaka programı Arapça konuşan kişilere yönelik sunuluyor. Almanca konuşan daha geniş ziyaretçi kitlesine ise ulaşılmıyor. Ödül kazanan ve önemli bir program olmasına rağmen, müzede muhtemel bir “ötekileştirme” yaratabilir. Bu tür programların düzenlenmemesi gerektiğini söylemiyorum, tabii ki düzenlenmeliler, ama mevcut durumlarının ötesine geçebilirler. Mesela düzenlenen bu turlar niçin yerel okul grupları için ya da Almanca konuşan insanlar için de yapılmasın? Ve neden küratörlük bölümlerinde değil de eğitim ve programlamada halkın katılımına öncelik veriliyor?
Birleşik Krallık’ta, Birmingham Müzeleri Vakfı’ndan Dr. Rebecca Bridgeman, genellikle müze dışında düzenlenen hat, dans ve film programları oluşturmak üzere Müslüman topluluklarla birlikte çalışıyor. Benzer şekilde Stephen Terance Welsh de Manchester’da geçici bir girişim olmasının yanı sıra sergi odaklı da olmayan “İslam’ın İmgesi” başlıklı bir festival yürütüyor. Burada önemli olan şey, bu programların genel müze ziyaretçileriyle değil de görece küçük gruplarla birlikte çalışması.
Müslümanların Sergilere Erişimi
Üçüncü bağlantı eksikliği ya da kaçırılmış fırsat biçimi ise sergiler açıldıktan sonra Müslümanlara ulaşma ve onlarla birlikte serginin bir değerlendirmesini yapma noktasındaki eksiklik. Bu noktada yaşadığım bir anımı anlatmak istiyorum. David Koleksiyonu’nu görmek için Kopenhag’a gittiğim zaman havalimanından kalacağım otele gitmek için bir taksiye bindim. Pakistanlı bir göçmen olan ve daha sonra söylediğine göre Kopenhag’da yirmi yıldır yaşayan bir Müslüman olan taksi şoförü dostane bir biçimde ziyaret sebebimi merak etti. Ona David Koleksiyonu’ndan bahsettiğimde koleksiyonu hiç duymadığını söyledi. Louvre Müzesi’nde de “İslamofobiye Karşı Olanlar Kolektifi’nden” bir kişi, Paris’te yaşayan Müslüman topluluğunun çoğunun Louvre’da açılan “İslam’ın Sanatları” sergisinden haberdar olmadığını iddia etmişti (Reeve, 2018).
Sergiyle ilgili genel değerlendirmeler sergi eserleri yerleştirildikten sonra yapılır. Düzgün bir biçimde yapıldığında bu değerlendirmeler sadece gelecek sergi planlamaları hakkında çok değerli bilgiler sunmakla kalmaz, mevcut sergilerde değişiklikler yapılmasını da sağlayabilir. Şahsen, müze çalışanlarının bu koleksiyonlar hakkında Müslümanların fikirleriyle niçin ilgilenmediğini merak ediyorum. Bu koleksiyonların bu topluluklardan bazıları için kişisel ya da dinî önemi olabilir.
Tüm bu söylediklerimi toparlayacak olursam, alçak gönüllülükle Müslüman toplulukların serginin düşünülüşünden değerlendirilişine kadar tüm süreçlere dâhil edilmelerini öneriyorum. Ayrıca Avrupa merkezliliği ortadan kaldırmak ve insan merkezli anlatılara yer verilmesi için sergi anlatılarının gözden geçirilmesini öneriyorum.