Sekülerleşmede Yeni Aşama: Din ve Toplum İlişkisinde Yeni Yönelimler
Din ile olan bağda toplum nereye doğru gidiyor: Daha fazla sekülerleşmeye doğru mu, yoksa dindarlaşmaya doğru mu?
Almanya’da “sekülerleşme” konusunda son aylarda dikkat çekici haber ve yorumlar yayımlandı. Buna sebep olan olaylar arasında Katolik kilisesinin cinsel istismar olaylarıyla tekrar çalkalanması, devletin kiliselere verdiği maddi desteğin kaldırılmasına ilişkin girişimlerin olması veya Müslümanların meseleleriyle ilgili yapılan tartışmalar yer alıyor. Devlet, toplum ve bireyin din ile olan ilişkisini tartışılır hâle getiren bu vakalar, “din ile olan bağda toplum nereye doğru gidiyor: daha fazla sekülerleşmeye doğru mu, yoksa dindarlaşmaya doğru mu?” sorularını beraberinde getiriyor. Böyle olunca insan, zihninde bu sorulara cevaplar arıyor.
Akla takılan sorulara cevap mahiyetinde iki araştırma yakın zamanda yayımlandı. İlki geçen yıl Frankfurter Allgemeine Zeitung gazetesinde yer almıştı. İkincisi Prof. Detlef Pollack ve Dr. Gergely Rosta tarafından birden fazla ülkeyi kapsayan bir kitap olarak geçtiğimiz haftalarda yayımlandı. İlki Almanya özelinde toplumun din ile ilişkisinde durumun ne olduğuna ilişin bilgiler verirken ikincisi Almanya ile birlikte diğer ülkeleri de kıyaslamalı perspektifle ver veriyor. Araştırmalarda yer alan sonuçlara değinmeden önce sekülerleşme olgusunun ne anlama geldiğini ve tarihte nasıl bir rol oynadığını kısaca hatırlamakta fayda var.
Sekülerleşme Nedir?
Sekülerleşme, günümüz Avrupa toplumlarının temel karakteristik özelliklerinden biri. Tabi bu sadece Avrupa toplumlarıyla sınırlı değil. Değişik bölgelerde farklı tezahürleriyle küresel bir olgu desek abartmış olmayız. Toplumdan topluma, kişiden kişiye farklı anlamlar yüklenen, devlet, toplum ve birey boyutları itibarıyla farklı türlerde izah edilen bir realite. Kimine göre sadece devleti kapsarken kimine göreyse hayatın her alanını kapsıyor. Tüm bu tanımlamalarda yer alan ortak noktaysa şu: Geleneksel kutsal din (Hristiyanlık, Yahudilik veya İslam), bu dinin kaynaklarının kamusal, toplumsal ve bireysel yaşamı belirleyici temel referans-güç kaynağı olmaktan çıkıyor, toplumsal ve bireysel hayatta anlamını-değerini yitiriyor. Bir başka ifadeyle tanrıdan, dinden uzaklaşma gerçekleşiyor. Avrupa kıtası tarihi içerisinde cereyan eden olaylar silsilesiyle kavramsallaşmış olan sekülerleşme, yine yüzyıllar önce başlayan Avrupa güçlerinin sömürgecilikle dünyaya yayılmasının sonucunda günümüzde küresel bir olgu haline gelmekte.
Sekülerleşme ve bununla birlikte dinin toplum ve kamusal düzendeki yeri her bir ülkede geçmişten bugüne sürekli tartışılan gerilimli bir konu. Bu noktada birçok ülkeden tarihsel örnekler vermek mümkün. Sekülerliğin, ana rahmi olan Fransa’da 1905 yasasıyla Katolik kilisesi ile devlet; Almanya tarihinde “Kulturkampf” sürecinde Bismarck ile Katolikler ve Türkiye’de Fransız modeli laikliğin uygulamaya başlanmasıyla Mustafa Kemal Atatürk ile dindar kesim arasında yaşanan gerginlikler günümüze kadar etkileri olan tarihi vakalar. Bu vakalar nedeniyledir ki günümüzde kamusal alanda din meselesi bu ülkelerin yumuşak karnı. Dünya çapında soğuk savaş döneminde zamanın ideolojik ruhu nedeniyle olsa gerek, din meselesi fazlaca belirleyici olmamış. Soğuk savaşın ardından sekülerleşmenin arttığına veya azaldığına, dinin geri döndüğüne veya daha da kaybolduğuna ilişkin tartışmalar yapılmaya başlanıyor. İran devrimi ile 11 Eylül saldırısı küresel çapta dinin yeniden hayat bulduğu yönünde paradigma değişikliğini sağlayıcı rol oynuyor.
Sekülerleşmenin teoride ve pratikte ne anlama geldiğine ilişkin bu ansiklopedik hatırlatmanın ardından tekrar Almanya özeline dönebiliriz. Yukarda değindiğimiz iki kaynak, yani gerek Kamuoyu Araştırması Enstitüsü (Alm. “Institut für Demoskopie”) tarafından yapılan ve sonuçları Frankfurter Allgemeine Zeitung gazetesinde yayımlanan araştırma, gerekse de Münster Üniversitesi’nden Prof. Detlef Pollack ve Dr. Gergely Rosta tarafından yayınlanan kitap, toplumdaki sekülerleşme trendinde gelinen nokta hakkında fazlasıyla bilgiler sunuyor. Şimdi ilk olarak Pollack ve Rosta’nın kitabında çıkan sonuçlara, ikinci olarak da FAZ’de Alman toplumu özelinde verilen bilgilere değineceğiz.
Günümüz Toplumlarında Din
Pollack ve Rosta’nın editörlüğünde yayımlanan araştırma kitabı, geçmişte yapılan bir çalışmanın güncelleştirilmiş versiyonu. Kitap, dinin siyasetle ilişkisi, toplumsal ve bireysel hayattaki yeri hakkında sosyolojik tespitler içeriyor. Prof. Pollack çalışmayla ilgili yaptığı açıklamada sekülerliğin veya dindarlığın günümüz dünyasında hangi şartlarda arttığına veya azaldığına ilişkin sonuçları özetliyor. Sonuçlar başta Almanya olmak üzere birçok ülke için dikkat çekici nitelikte.
Pollack’ın değindiği ilk husus, dinin siyaset ile olan ilişkisinde kazançta mı yoksa kayıpta mı olduğuyla ilgili. Araştırma sonucuna göre, “dinî kimlikler siyasi, ekonomik ve ulusal hedeflerle bir araya geldiğinde bu durum dinin ve kilisenin güçlenmesini sağlıyor. Özellikle kriz dönemlerinde dinî eğilim ve bağlar artıyor. Ancak bu durum krizlerin aşılması ve hedeflere ulaşılmasının ardından değişiyor. Zira dinî araç ve söylemlerle siyasi, ekonomik ve ulusal hedeflere ulaşıldığında ve ulaşıldıktan sonra dinî bağlar zayıflıyor. Hedefe ulaşırken din destekleyici rol oynarken o hedefe ulaştıktan sonra toplumda bağ ve değer kaybına uğruyor. Ayrıca din ile siyasetin birbirine yakınlaşmasıysa dinin birleştirici gücünü azaltıyor.”Açıklamadan yaptığımız bu özet alıntı, dinin siyasetle olan ilişkisinde sekülerliğin kazançlı çıktığını gösteren bir bulgu niteliğinde. Her ne kadar bu tespitler güncel bir araştırmada yer alması nedeniyle yeni gibi dursa da tarihte de benzer durumların yaşandığı vakalara rastlamak mümkün. Günümüzdeyse bu durum daha belirgin bir vasıf. Din, bireysel ve toplumsal düzlemde yaşandığı, yani sivil kaldığı sürece değerini korurken, siyasallaştığı, yani güç merkezli rol oynadığı sürece anlamını kaybedebiliyor. Bu da birey ve toplum nezdinde inancın, ibadetin kaybolmasına, yani sekülerleşmenin artmasına neden olabiliyor.
İkinci nokta, bir dini din yapan özellik olan “hayata müdahil olan tek tanrıya olan inanç” ile ilgili. Araştırmacılar toplum nezdinde tek tanrıya olan inancın azaldığı sonucuna varıyorlar. Buna göre, “İncil’de yer alan ‘tek tanrı’ inancı günümüz Batı Avrupa toplumlarının çoğunluğunda kaybolmuş durumda. İnsanlar bir ‘tek tanrı’ yerine hayatlarına pek etkisi olmayan bir ‘üst güce’ inanıyor. Bununla birlikte toplu ibadetlerin ve dini ritüellerin giderek azalması da ‘tek tanrıya olan inancın’ zayıflamasında önemli bir faktör.” Avrupa toplumlarındaki sekülerleşmenin özü bu tespitte yatıyor. Avrupa ülkelerinde Hristiyan toplum ve kültüründe yaşayan insanların önemli bir kesimi İncil merkezli tanrı inancından kendi anlam dünyasına uygun bir üst güce inanmaya doğru kaymış durumda. Bunun arkasında birçok sebep yatıyor. Araştırmada altı çizilen şu nokta dikkat çekici: İbadethanelerde veya evdeki toplu ibadetlerin ve dinî geleneklerin giderek azalmasının tek tanrıya olan inancın kaybolmasında oynadığı rol. İnancın şahıs ve grup içerisinde hayat bulmasını destekleyen unsurların zayıflaması ve yok olması son noktada tek tanrıya olan inancı da zayıflatıyor. Toplu ibadetlerin, geleneğin, yani bir bakıma toplumsal alışkanlıkların nesilden nesile aktarılan bir şey olduğunu hesaba kattığınızda, bir nesilde zayıflayan dinî inancın ve hayatın bir sonraki nesilde unutulma ihtimali yüksek oluyor.
Araştırma, üçüncü noktada dinin bireysel hayattaki yeri hakkında da sonuçlara ulaşıyor. Modernitenin ulaştığı günümüz toplumlarında bireyin kendisini gerçekleştirmede (Alm. “Selbstverwirklichung”) birçok imkânı söz konusu. Buna binaen kişinin meslek, özel ve hobi hayatında kendini gerçekleştirme ve hayatın tadını çıkarma eğilimi arttıkça dinden ve kiliseden uzaklaşma oranı da artıyor. Bireysel yaşamında kendini gerçekleştirme imkânı ne kadar çoksa seküler, pratik eğilimi de o derece artıyor. Farklı bir ifadeyle insanlar meslek hayatı ve hobi hayatı telaşından dine zaman bulamıyor ve zamanla dini unutuyor. Öte yandan dışardan yapılan dinî baskı, inancın şahıs tarafından içselleştirilmesini zorlaştırıyor. Toplumun ekonomik refah durumuyla doğrudan ilintili olan bu teşhis, genel olarak bilinen bir durumu teyit edici nitelikte. Hayat standardı yükseldikçe din ile olan bağların zayıflaması tarihler ve coğrafyalar üstü bir eğilim aslında.
Hristiyansız Hristiyan Kültürü
“Ara ara kiliseye giden kişi oranı 1960’lı yıllardan bugüne % 60’dan % 30’un altına düştü. 1995 yılında Allensbach tarafından yapılan ankete cevap veren insanların % 37’si Protestan kilisesi üyesi olduğunu söylerken bugün sadece % 28’i üye olduğunu ifade ediyor. Katolik olduğunu söyleyen kişi oranı aynı zaman diliminde % 36’dan % 25’e düştü. Araştırmaya katılan Katoliklerin % 23’ü Katolik kilisesinin inançlı üyesi olduğunu beyan ediyor. Bu da toplam nüfusun sadece % 6’sına tekabül ediyor. Prostestanlarda kilise üyesi oranı % 12 ve bu toplam nüfusun % 3’ü konumunda. Dinî inançlar açısından bakıldığında ankete katılanların % 61’i ruhun varlığına, %52’si mucizenin olduğuna, % 52’si doğada tabiat ve hayvanat her şeyin bir ruhu olduğuna, %52’si kaderin tecellisine ve % 46’sı tanrıya inanıyor.’’
Bu veriler, yukarıda değindiğimiz Allensbach Kamuoyu Araştırma Şirketi tarafından yapılan araştırmanın sonuçlarının derlemesidir. Çalışma, Alman toplumunun içinde bulunduğu son durum hakkında bir manzara sunuyor. Araştırmacıların mutabık kaldığı bir nokta, Alman toplumunun 60’lı yıllardan bu yana giderek artan bir sekülerleşme süreci içerisinde olduğu. Bugün Almanya’da çoğunluk itibarıyla “yaşanan Katolik-Protestan Hristiyanlıktan” ziyade “kültürel Katolik-Protestan Hristiyanlığı” söz konusu. Kilisenin anlamı ve değeri fazlasıyla kenarda kalmış, marjinalleşmiş durumda. Kamusal alanda Hristiyanlık, daha çok bu coğrafyanın tarihsel gerçeği, geleneği ve bu nedenle de hukuki ve kurumsal yapıların belirleyici bir faktörü olarak yer alıyor. Toplumda canlı bir şekilde yaşandığı için değil.
Peki bu yazdıklarımız dindar bilinç için ne anlama geliyor? Sekülerleşme nasıl bir olguysa evrensel dindar bilinç açısından seküler dünyada dini yaşamak olgusu da o denli evrensel bir mesele. Burada dindar bilinç teriminin Hristiyan, Yahudi ve İslami bilinci kapsayıcı bir şekilde kullanıldığının altını çizmek gerek. Nitekim coğrafyalar üstü bir gelişme olarak sekülerleşme, her dindar kişiyi benzer bir şekilde etkilemekte. İnsanın refah toplumunda hayatını yaşamak için tanrıya ihtiyaç duymadığı bir çağda imanı korumak için giderek daha fazla sınanmak; ibadetleri, dinî örf, adet ve gelenekleri canlı tutmak ve siyasetle olan ilişkide dinin değerini alçaltmamak Almanca tabirle büyük bir “Herausforderung” yani meydan okuma. Böyle bir durumda insanın öncelikle yaşadığı coğrafya ve dönemden bilgisinin olması yapılması gereken ilk işlerden. Her ne kadar bilgi sahibi olmak bir yönüyle fırsat, diğer yönüyle risk barındıran bir şey olsa da cehaletin uzun vadede vereceği zarardan koruyucudur.