“Küresel Gıda Sistemimiz Aksamalar Karşısında Savunmasız”
Prof. William G. Moseley, Amerika’da Macalester College’da Coğrafya bölümünde öğretim üyesidir. Gıda güvenliği ve kalkınma politikaları konusunda uzmanlaşan Moseley ile kıtlığın sömürgeciliğe kadar uzanan tarihini ve küresel gıda sisteminin açmazlarını konuştuk.
Kıtlık kavramını nasıl tanımlıyorsunuz?
Kıtlığı belirli bir bölgede akut gıda güvensizliği veya açlık olarak tarif ediyoruz. 2004 yılında Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı (WFP), Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ve Kıtlık Erken Uyarı Sistemi (FEWSNET), kıtlığı tanımlamak için bir dizi resmî kriter ortaya koydu. Tanımlarına göre nüfusun yüzde 20’si aşırı gıda kıtlığıyla karşı karşıyaysa ve bununla başa çıkmak için iyi başa çıkma stratejileri yoksa, ikinci olarak da nüfusun yüzde 30’u veya daha fazlasında akut yetersiz beslenme varsa ve son olarak da günde 10 bin kişi başına ikiden fazla ölüm gerçekleşiyorsa orada kıtlık var demektir.
Bugünkü gıda krizine baktığınızda, sizce mevcut gıda krizinin nedenleri neler?
Buradaki nedenselliğin belirli tetikleyicileri var. Bence daha geniş anlamda konuşacak olursak belirli tetikleyicilere karşı savunmasız bir küresel gıda sistemi yarattık. Bu yüzden meseleyi çok boyutlu düşünmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Geçtiğimiz 50 yıl boyunca gıda üretimi ve ticaretine, gıda üretiminde gerçekten de yoğun enerji gerektiren bir yaklaşıma vurgu yapıldı. Mevcut gıda sistemimizin doğası bu. Dünyada tahılların çoğunu üreten birkaç tahıl ambarı bölge var. Sonrasında bu tahılların ticareti yapılıyor ve bu ürünler çok yoğun enerji kullanarak üretiliyorlar. Bence bu durum bizi, birden fazla tetikleyicisi olan mevcut krize getirdi.
Burada birinci etken Covid 19. Pandemi tedarik zincirlerinde bir dizi aksamaya neden oldu ve daha yakın zamanda da Ukrayna’daki savaş Karadeniz bölgesinden tahıl ihracatını engelledi, özellikle mısır bunların en önemlisi. Ayrıca özellikle Rusya ve Belarus’tan gübre ihracatı da bundan etkilendi ve daha sonra küresel enerji arzı azaldığında, yani enerji fiyatları yükseldiğinde, bu gıdaları taşıma ve gıda üretme maliyetlerini arttırdı. Bu özellikle aylık gelirlerinin büyük bir kısmını gıda satın almak için kullanan düşük gelirli haneler için ciddi bir sorun. Bundan dolayı ortada gerçek bir tehdit var.
Gıda güvensizliğinin ana nedenlerinden birinin iklim değişikliği olduğu sık sık iddia ediliyor. Bazıları da nüfus artışının büyük bir sorun olduğunu ileri sürüyor. Gıda uzmanlarına göre hayvansal üretim de başka bir sorun. Bir yandan da sorunların büyük kısmının siyasi tavırlardan kaynaklandığını, dolayısıyla odaklanmamız gerekenin siyasi kararlar olduğunu iddia eden uzmanlar var. Siz ne düşünüyorsunuz?
Bu konuların sırasıyla her biri için bir şeyler söylemek isterim. İklim değişikliğinin kesinlikle bir sorun olduğunu düşünüyorum. Daha değişken hava modelleri, dünyanın bazı bölgelerinde daha yüksek kuraklık vakaları, daha yüksek sıcaklıklar yaratıyor. Afrika Boynuzunda, Etiyopya, Somali ve Kenya’nın bazı bölgelerinde 23 milyon insanın açlıkla karşı karşıya olduğu ve bunun kısmen, değişen iklimden kaynaklanan uzun süreli kuraklıkla ilgili olduğu gerçeğini belirtmemiz gerek. Anlayacağınız, bu gerçek bir sorun.
Nüfus meselesinin biraz daha karmaşık olduğunu düşünüyorum. Tarihsel olarak iyi siyasetçiler, uzmanlar ve daha geniş anlamda karar vericiler, artan nüfusun, gıda üretiminin buna ayak uyduramaması hâlinde açlığa yol açacağı şeklindeki Malthusçu dünya görüşünü benimsemişlerdir. Bence küresel nüfusun artış hızı biraz yavaşladı ve asıl mesele insanların sayısından ziyade gıda tüketim alışkanlıkları. Şu anda dünya nüfusunun yüzde 50’sinden fazlası şehirli. 2050 yılına kadar bu oranın yüzde 70’i geçeceği düşünülüyor. İnsanlar şehirlere taşındıklarında gıda tüketim alışkanlıkları da değişiyor. Şehirlerdeki insanlar daha fazla işlenmiş ve paketlenmiş gıda tüketme eğilimindeler ve bu tür gıdaları üretmek için çok daha fazla enerji gerekiyor. Dolayısıyla benim için önemli olan ham nüfus rakamlarından ziyade bu bireylerin gıda tüketim alışkanlıkları.
Bu üç faktör arasında en önemlisinin ise siyaset olduğunu düşünüyorum. Ukrayna’daki savaşın olması gerekmiyordu, bu siyasi bir karardı. Ve eğer savaş olmasaydı, şu anki karmaşayla boğuşuyor olmazdık. Siyaset aynı zamanda gıda politikasına da uzanıyor ve daha önce bahsettiğim gibi, belirli yerlerde çok fazla gıda üretmeye ve daha sonra bu gıdayı dünyanın dört bir yanına göndermeye dayanan küresel bir gıda sistemi tasarladık. Maalesef bu sistem aksamalara karşı çok savunmasız, bu nedenle bu sistemi yaratmaya yol açan bir dizi siyasi karar da sorunun bir parçası.
Dünya Gıda Programına göre insan tüketimi için üretilen gıdanın üçte biri, yani 1,3 milyar ton gıda, her yıl dünya çapında israf ediliyor. İsraf edilen bu gıdanın 2 milyar insanı beslemeye yeteceği ve bunun da aç olan insan sayısının iki katından fazla olduğu belirtiliyor. Bu bağlamda gıda dağıtımı veya paylaşımı programlarında hangi politikalara ihtiyacımız var? Bireysel çabalardan daha fazla ne yapabiliriz?
Söylediklerinize tamamen katılıyorum. Sorun nüfus değil, dünyayı beslemek için her zaman yeterli gıda oldu. Bu daha çok bir dağıtım sorunu ve gıda israfı da bunun büyük bir parçası. Kent merkezlerinde giderek artan bir şekilde, belirli standartları karşılamayan pek çok gıdayı çöpe atıyoruz, oysa geçmişte bunları yeniden kullanmanın yaratıcı yollarını bulurduk. Daha az kırılgan bir küresel gıda sistemi yaratmak açısından daha fazla dengeye ihtiyacımız var.
Neoliberal ekonomi paradigması, “Eğer gelişmek istiyorsanız, diğer ülkelere nazaran üstünlüğe sahip olduğunuz birkaç şeye odaklanın ve bunlardan kazandığınız parayla diğer mallar için ticaret yapın.” şeklinde. Örnek olarak şunu vereyim. Çalıştığım Afrika ülkelerinden biri olan Botsvana, dünyanın önde gelen elmas ihracatçılarından biri. Bu elmaslar mücevher yapımında kullanılıyor. Botsvana sonrasında gıdalarının yüzde 90’ını ithal ediyor; böylelikle de birkaç ürün ihraç etme ve gıda dâhil diğer şeyleri de ithal etme şeklindeki neoliberal modeli takip ediyorlar. Bu nedenle Orta Doğu’daki birçok ülke gibi yarı kurak bir ülke olan Botsvana’da gıda üretimi düştü.
Tüm ülkelerin kendi gıdalarının tamamını üretmesi gerektiğini söylemiyorum, ancak daha büyük bir dengeye mümkün. Bazı gıda maddeleri için her zaman ticaret yapmamız gerekecek, ancak aynı zamanda yurt içinde daha fazla gıda üretimini teşvik edebileceğimizi ve ideal olarak bunu daha az enerji tüketerek yapabileceğimizi düşünüyorum. Bu daha dirençli bir sisteme sahip olduğumuz anlamına gelir. Böylece dünyanın en önemli tahıl ambarlarından biri olan Karadeniz bölgesinde bir savaş çıktığında, merkezî olmayan bir gıda sistemimiz olduğu için bu kadar yıkıcı olmaz.
Afrika’da tarım alanlarının çoğunun Avrupalı şirketlere veya firmalara ait olduğu iddia ediliyor. Bu iddialar hakkında ne söylersiniz?
Bahsettiğiniz şeyin bir kısmı arazi gaspı sorunu ya da uzun vadeli arazi kiralamaları. 2007-08’deki son küresel gıda krizinden sonra dünya genelinde ortalama gıda fiyatlarının yüzde 50 arttığı, pirinç gibi bazı gıda türlerinin fiyatlarınınsa yüzde 100 arttığı bir dönemdi. Bu nedenle birçok ülke gıda üretiminde güvenli bir noktada olduklarından emin olmak istedi ve arazi gaspına girişti. Etiyopya gibi ülkelerde, daha sonra doğrudan kendi ülkelerine ithal edilecek gıdaları yetiştirmek için 99 yıllık arazi kiralamaları yaptılar. Bu bir sorun ama bence daha büyük sorun şu ki, birçok Afrika ülkesi kahve, kakao, pamuk gibi kendi yiyemeyecekleri ürünler yetiştiriyor ve bunları ihraç ediyor. Sonra da kazandıkları parayı gıda almak için kullanıyorlar. Çoğu zaman da ihraç ettikleri bu malların fiyatları gerçekten çok düşük. Bana göre Afrika örneğinde, nüfus için ülke içinde daha fazla gıda ve emtia yetiştirme hususunda daha iyi bir denge kurmak gerek.
“Afrika Tarımını Kolonileştirmek” adlı kitabınızda da bu sorundan bahsediyorsunuz. Sömürgeci olmayan, yerli tarımdan bahsediyorsunuz. Bunu biraz daha açabilir misiniz?
Tarım bilimi (İng. “agronomy”) ve özellikle de tropikal tarım bilimi veya kalkınma tarımı olarak bilinen dal, sömürge dönemine kadar uzanıyor. Çalıştığım Afrika ülkelerinde ya İngiliz sömürgecileri ya da Fransız sömürgecileri vardı ve denizaşırı tarım hizmetlerinin temel amacı, yerel halkın gıda ürünleri üretmekten uzaklaşıp Avrupalı güçler için yararlı olacak emtialara yönelmesini sağlamaktı. Amaç bu ürünlerin üretimini en üst düzeye çıkarmaktı. Dolayısıyla İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra siyasi sömürgecilik sona ermiş ve ülkeler siyasi özgürlüklerine kavuşmuş olsalar da benim iddiam, bilimsel tarım bilimi disiplini içinde bu fikirlerin çoğunun hâlâ var olduğu. Eğer düşüncelerimizi değiştireceksek agronomi disiplinini sömürgecilikten arındırmamız, aşırı raddede üretime odaklanmaktan uzaklaşmamız ve en yoksullar için erişilebilir olan, yerel nüfusun sağlıklı ve besleyici gıdalara erişimini sağlayan daha sürdürülebilir üretim yöntemleri üzerinde düşünmemiz gerekiyor.
Çalışmalarınızda “agro-ekoloji” terimine de rastlıyoruz. Bunu da biraz açabilir misiniz?
Agro-ekoloji temelde çiftlik alanını bir ekosistem olarak düşündüğümüz bilimsel bir alan. İnsanlar da bu ekosistemi, birçok durumda gıda ürünleri gibi belirli sonuçlar elde etmek için işletiyor.
Bir tarlada farklı bitkiler arasında, bitkiler ve böcekler arasında, ayrıca bitkiler ve toprak arasında sürekli var olan ve değişime uğrayarak süren ekolojik etkileşimleri düşünelim. Bu ekolojik ilişkileri anlarsanız, daha fazla gıdayı sürdürülebilir bir biçimde üretmek için bu ilişkilerden yararlanabilirsiniz. Örneğin Batı Afrika’da, Mali ve Burkina Faso’da çalıştığım yerlerde, farklı ürünlerdeki ortaklığa verilecek iyi bir örnek sorgum ve börülcedir. Börülce baklagillerdendir, bu nedenle daha sonra bir tahıl ürünü olan sorgum tarafından kullanılan azotu tutar. Dolayısıyla bu ürün birliktelikleriyle üretimi artırabilirsiniz.
Agro-ekolojiyi sadece bilimsel bir disiplin olarak düşünmenin ötesinde, siyasi bir hareket olarak da düşünen daha geniş bakış açıları var. Bunlardan ilki, gıda üretim şeklimizi değiştireceksek güçlü toplumsal hareketlere ihtiyacımız olduğunu söyler, zira mevcut sistemde çok sayıda siyasi ve ekonomik çıkar var. Mevcut sistemden çok fazla kâr eden ve bunu değiştirmek istemeyen büyük tarımsal kimya şirketlerini biliyorsunuz. Dolayısıyla bu yaklaşım, gıda üretim şeklimizi değiştirmek istiyorsak toplumsal bir harekete ihtiyacımız olduğunu söylüyor.
Agro-ekolojinin bu sosyal ve politik yorumunun ikinci boyutu, bu farklı teknikleri tepeden indiremeyeceğiniz, bir tekniği basit bir biçimde diğerinin yerine koyamayacağınızdır. Aynı zamanda sosyal organizasyonlar hakkında da düşünmek zorundayız. Kapitalist bir girişimcinin agro-ekolojik yöntemler kullanarak sahip olduğu devasa bir plantasyon da her zaman adil olmayabilir. Bir dizi dağıtılmış, daha küçük ve merkezî olmayan çiftliklere sahip olmak ya da oluşturmak daha mantıklı olacaktır.
Bahsettiklerinizi göz önünde bulundurarak, mevcut gıda krizi ile geçmişte yaşananlar arasında nedenleri veya sonuçları açısından nasıl benzerlikler ya da farklılıklar var?
Ben bunları birbiriyle bağlantılı ve birbiri üzerine inşa edilmiş olarak görüyorum. Dolayısıyla da küresel toplumun geçmişte ne zaman bir gıda kriziyle karşı karşıya kalsa, daha fazla üretmeye yönelik geleneksel bir modeli benimsediğini düşünüyorum. Size bununla ilgili birkaç örnek vereyim: 1950’li ve 60’lı yıllar Soğuk Savaş’ın en yoğun olduğu dönemdi ve Batılı ülkelerde açlığın toplumsal huzursuzluğa katkıda bulunduğu ve aç insanların sosyalist ya da komünist olacağı yönünde büyük bir endişe vardı. Bu yüzden Yeşil Devrim adı verilen şeyi başlattılar. Bunun sosyalist devrim olan Kızıl Devrime karşı koyması planlanıyordu. Fikir şuydu: Küresel güneyde böcek ilaçları, gübreler, geliştirilmiş tohumlar gibi endüstriyel gıda üretim tekniklerini kullanarak daha fazla gıda üretecek ve toplumsal huzursuzluğu gidereceksiniz. Yani endüstriyel gıda üretimine doğru bir yönelim vardı ve hâlâ var.
Daha önce 2007-2008 küresel gıda krizinin özellikle Afrika’daki pek çok kentsel alanı vurduğundan bahsetmiştim. Gıda isyanları denilen isyanlar yaşandı. Pek çok insan Kahire’deki Arap Baharı’nın kısmen bu gıda fiyatları sorunundan kaynaklandığını düşünüyor. Bu da Afrika için yeni Yeşil Devrim adı verilen, ilk Yeşil Devrim’in yeniden başlatılması olan ve yine üretime odaklanan bir şeye yol açtı. Küresel gıda krizini aşmak için ticarete büyük önem verilen 80 ve 90’lardaki neoliberal dönemi burada şimdilik atlıyorum.
Bence yaşadığımız mevcut durum, dünyanın birkaç bölgesinde yoğun enerji kullanarak çok fazla gıda üretimini ve ticaretini vurgulayan geçmiş politika kararlarının bir ürünü ve bu da mevcut sistemi Ukrayna’daki savaşın şoklarına ve Covid 19’un aksaklıklarına karşı çok savunmasız hâle getirdi. Dolayısıyla ben bunu, sistemin kırılganlıkları nedeniyle bir kez daha büyük bir sorun yaratan hatalı politik kararların bir katmanı ve sonucu olarak görüyorum.
Önceki deneyimlerimizden bir şeyler öğrendik mi peki?
Bu konuyu birkaç farklı şekilde ele almak istiyorum. Bir tanesi sömürgecilik. California Üniversitesinde Anglo-Amerikan coğrafyacı Michael Watts’ın “Sessiz Şiddet” adlı harika bir kitabı var. Bu kitapta sömürge döneminde Kuzey Nijerya’daki kıtlıktan bahsediyor.
İngilizler bu ülkeye geldiğinde, insanların kendileri için mahsul yetiştirdiği geleneksel ve yerel bir sistemle karşılaşıyor. Burası Sahra Çölü’nün hemen altında yer alan yarı kurak bir bölge. İnsanlar her iki yılda bir kötü bir yağış yılı olacağını biliyorlardı, bu nedenle hanelerin ihtiyaçlarından fazla mahsulleri depolamak için tahıl ambarları vardı. Ev düzeyinde olan bu tahıl ambarlarından köy düzeyinde ve krallık düzeyinde olanları da mevcuttu. İngilizler bu sistemi yok etti çünkü insanların işçi olarak çalışmaları ve para getirecek mahsullerden yetiştirmeleri için göç etmesini istiyorlardı. Bu yüzden de kelle vergisi koydular; yani ailenizin her üyesi için vergi ödemek zorundaydınız ve nakit para kazanmanın tek yolu da ya çalışmak ya da para getiren mahsuller yetiştirmekti.
Böylece insanlar mahsul üretmekten uzaklaştılar ve giderek daha az gıda depoladılar. Geçmişte kuraklık büyük bir sorun değildi, zira insanların çok dirençli bir sistemi, tahıl ambarlarından oluşan bir başa çıkma mekanizması vardı. İngilizler ya da diğer sömürgeciler, sömürge bölgelerini küresel meta sistemine entegre etmek için bunların hepsini yok etti. Siyasi sömürgecilik artık söz konusu değil ancak bu ülkelere verilen ekonomik tavsiyelerin birçoğu yeni sömürgecilik şeklinde varlığını sürdürüyor.
Bu noktada bu sömürgeci mirasın yanı sıra gıda politikaları alanındaki üretimci (İng. “productionist”) önyargıya da değinmek isterim. Küresel nüfusun arttığı fikri, besleyecek çok boğazımız olduğu ve bunu sağlamanın tek yolunun daha fazla gıda üretmek olduğu şeklindeki Malthusçu görüşe yaslanıyor. Gıda güvenliğinin tek bir boyutu yoktur, gıda güvenliğinin altı boyutundan bahsediyoruz, dolayısıyla gıdanın bulunabilirliği ya da gıda üretimi bu altı boyuttan sadece bir tanesidir.
Aynı zamanda gıdaya erişim, insanların gıda satın almak için yeterli paraya sahip olması, insanların sağlıklı gıdayı hazırlayabilmek için pişirme tesislerine, pişirme yakıtına, temiz suya erişimleri hakkında da düşünmek zorundayız. Gıda fiyatlarının zaman içindeki istikrarını düşünmeliyiz. Beşinci ve altıncı sütunlar ise sistemin uzun vadede ne kadar sürdürülebilir olduğu ve insanların kendi gıda sistemlerini şekillendirme kabiliyeti.
Son olarak bireysel sorumluluğumuz hakkında ne söylersiniz? Ne yapabiliriz?
Eğer en yoksullar arasında değilseniz ve tüketici tercihleri yapabiliyorsanız, üretimi için daha az enerji harcanan gıdaları tüketmeye çalışabilirsiniz. Yani daha fazla yerel ürün tüketmek, daha az işlenmiş gıda satın almak, belki daha az et tüketmek küresel gıda sistemi üzerindeki baskıyı hafifletir. Ayrıca bilinçli vatandaşlar olmamız ve ülkemizin gıda politikasında söz hakkımız varsa buna önem vermemiz gerek. Üretimci önyargıdan uzaklaşmamız gerektiğini düşünüyorum. Bilinçli bir vatandaş olarak hareket etmeli ve bireysel tüketim tercihlerimizde daha mantıklı olmalıyız.