İnanç Temelli Organizasyonların Yardım Faaliyetleri ve Dönüşümler
İnanç temelli kuruluşlar küresel yoksulluğun azaltılmasında kilit rol oynuyor. Birleşmiş Milletlerin sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin başında gelen “yoksulluğa son vermek” misyonu, tüm dinî geleneklerin de paylaştığı bir hedef.
2030 Sürdürülebilir Kalkınma Gündemi’nin bir parçası olarak 2015 yılında Birleşmiş Milletlerdeki bütün devletler tarafından kabul edilen 17 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi’nin ilki “yoksulluğa son vermek”. Dinî geleneklerin de kendi inananlarını, yoksulluk içinde yaşayanlara yardım etmek noktasında ilk ortaya çıktıkları günlerden beri teşvik ettiği düşünüldüğünde bu hedefin dinî cemaatler tarafından paylaşıldığını da söyleyebiliriz.
Bunun içerisinde İslam’ın beş şartından biri olan zekât yoluyla bağışta bulunmaktan Hint dinlerindeki “dana”, yani sadaka verme uygulamasına kadar her şey mevcut. Günümüzde de dinî geleneklerin mensupları, insani bir kriz yaşandığında genellikle olay yerine ilk gidenlerden oluyorlar ve diğer yardımseverler oradan ayrıldıktan sonra da uzun süre kalıyorlar. Dinden ilham alan bu hayırseverlik ve insani yardım uygulamaları, günümüzde genellikle BM kuruluşları aracılığıyla koordine edilen modern kalkınma ve insani yardım faaliyetlerinin ortaya çıkışından önceye dayansa da inanç temelli yardımların din değiştirme baskısıyla lekeleneceğinden ve inanç aktörlerinin yalnızca kendi dinlerinden olanlara yardım edeceğinden endişe eden seküler kalkınma veya insani yardım uzmanları tarafından bazen şüpheyle karşılanıyor.
Hristiyan Örgütlerinin Dönüşümü ve Misyonerlik Mevzusu
Bununla birlikte inanç temelli kalkınma ve insani yardımın kökleri sömürgeci döneme dayanıyor. 19. yüzyılda Hristiyan misyonerler Asya ve Afrika’nın pek çok yerinde okullar ve hastaneler kurmuş, onların gözünde “dinsiz” geleneklere mensup olanları Hristiyan inancına döndürmeye çalışmıştı. Misyonerlik uygulamaları korku aşılayarak ve maddi çıkarlar vaat ederek halkları din değiştirmeye zorlamaları ve yerel kültürel ve dinî gelenekleri silmeleri nedeniyle eleştirilerle karşılaştı.
Bu sorunlu geçmişe rağmen BM’nin “I. Kalkınma On Yılı” (1960-1970) olarak adlandırdığı dönemde bazı misyoner örgütler kendilerini profesyonel kalkınma örgütleri olarak yeniden şekillendirmeye başladı. Bu değişimin bir parçası olarak tamamen “tepkisel/reaktif” ya da “hayırsever” bir müdahalede bulunmaktan uzaklaşıldı. Bu örgütler bunun yerine yoksulluk ve eşitsizliğin altında yatan nedenleri ele almaya giderek daha fazla önem verdiler. Yerel toplulukları kendi kalkınmalarının kontrolünü ele almaları için güçlendirerek ve güçlü karar vericilerin yoksulluk ve eşitsizliği azaltacak politikalar benimsemelerini savunarak daha uzun vadeli çözümler aradılar. Bu durum geleneksel inanç yapılarından ayrı organlar olarak kurulan ve kalkınma çalışmalarını misyonerlik arzularının önüne koyan yeni Hristiyan ve inanç temelli kuruluşların ortaya çıkmasına yol açtı.
Bruchhausen’in de belirttiği gibi bu kuruluşların ilk örneklerinden ikisi Almanya’da 1959 yılında kurulan Katolik Misereor ve Protestan Bread for the World’dür. Bu iki kuruluş, 1959’da perhiz ve advent dönemlerinde Almanya’daki Katolik ve Protestan kiliselerinde “açlığı ve hastalıkları” azaltmak için düzenlenen geniş çaplı bir bağış toplama kampanyasının ardından kurulmuştur. Kampanyada beklenenden çok daha fazla para toplanması, bu iki yeni kuruluşun bu paraların dağıtılması için kurulmasına yol açmıştır.
İslami Yardım Örgütleri ve Sekülerleşme Eleştirisi
İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda uluslararası kalkınma alanının giderek profesyonelleşmesi ve sivil toplum kuruluşlarına aktarılan fonların artması, Hristiyanlık dışındaki dinler de dâhil olmak üzere giderek artan sayıda inanç temelli kuruluşun kurulmasına yol açmıştır. Müslüman inanç temelli kuruluşlardan ilki 1984’te Birmingham’da ve 1985’te Londra’da kurulmuştur. Bu kurumlar 1980’lerin ortalarında Afrika Boynuzunda yaşanan yıkıcı kuraklık ve kıtlık sonrasında, çoğu aynı inancı paylaşan yurt dışındaki kardeşlerine yardım etme kaygısıyla Britanyalı Müslüman toplumunun mensupları tarafından kurulmuştur.
Son birkaç on yılda sayıları ve etkileri artan bu yeni inanç temelli kuruluşlar, bir yandan kendi inanç gelenekleriyle bağlarını korurlar, öbür yandan da mesleki kuruluşları olmaları sebebiyle seküler meslektaşlarından birçok yönden ayırt edilemezler. Genel hedefleri yoksullukla mücadele ve eşitsizliği gidermek olan bu kuruluşlar hem benzer konular üzerinde çalışır hem de aynı devlet ya da uluslararası bağış kuruluşlarından fon alırlar. Bu durum bazen kendi inanç gelenekleri ve grupları içinde, seküler yardım işine uyum sağlamak için dinî köklerinden ve kimliklerinden ödün verdikleri yönünde eleştirilere yol açmıştır. Bu kuruluşlar için çalışanlar da bazen, meşru kalkınma aktörleri olarak kabul edilmek için inanç kimliklerini gizlemek ya da “paranteze almak” zorunda kalabilirler.
Bununla birlikte bu kuruluşların dinî kimliklerinin, seküler STK’lara kıyasla bazı ortamlarda kendilerine belirgin avantajlar sağlayabilecek bir şey olduğunu görmek için çok da derine inmemiz gerekmiyor. İlk olarak dinî ilkelere dayalı bağışları teşvik eden inanç topluluklarından gelen bağış/fon akışlarına erişimleri vardır. Örneğin Müslüman inanç temelli kuruluşlar, Müslüman destekçilerini kalkınma ve insani yardım çalışmalarını desteklemek için zekât vermeye teşvik eder. İnanç temelli kuruluşların yardım etmek istedikleri topluluklarla kurabilecekleri ortak dinî bağ ve anlayış da önemlidir. Küresel Güney ülkelerindeki yoksulluk yaşayan pek çok topluluk, Avrupa’daki çoğu ortama kıyasla oldukça dindardır ve bu insanların dinî kimlikleri, onların geçim kaynakları ve aile düzenleri hakkında aldıkları kararların yanı sıra yoksulluk ve eşitsizliğin önlerine çıkardığı zorlukları anlamlandırmaları ve algılamaları için de bir temel oluşturur. Kriz içinde yaşayanlar için, inanç temelli bir kuruluşun ortak bir dinî inanç pozisyonu perspektifinden sağlayabileceği destek ve empati küçümsenmemelidir.
Aşırı Yoksulluğa Karşı İnanç Temelli Kuruluşların Önemi
Dünya Bankası son otuz yılda aşırı yoksulluk içinde yaşayan insan sayısının azaldığını bildirirken, pandemi bu gelişmeyi yavaşlattı. Bu durum “kısmen Ukrayna’daki savaş, iklim şokları ve çatışmalarla körüklenen” artan gıda ve yakıt maliyetleri nedeniyle daha da kötüleşiyor. Bu mevcut krizler 2030 yılına kadar aşırı yoksulluğu sona erdirmeye yönelik ilk sürdürülebilir kalkınma hedefine, yani “yoksulluğa son verme” hedefine ulaşma olasılığının belirsiz olduğu anlamına geliyor.
Dünyanın en yoksulları ekonomik krizlerin, çatışmaların ve iklim değişikliğinin yükünü en çok çekenler. Bu toplulukların birçoğu için dinin, bazı daha zengin ortamlarda azalmasına rağmen, önemli bir rol oynamaya devam etmesi, inanç temelli kuruluşların küresel yoksulluğun azaltılması ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin başarısı için öneminin devam ettiğini ortaya koyuyor.