'Dosya: "Katılım Bankacılığı"'

Osmanlı Romanında Paranın Felsefesi

Osmanlı romanında para ve onun arkasındaki finans çevrelerinin gücü sıkça konu edilmiştir. Georg Simmel’den Ahmed Midhat’a kadar uzanan öyküsüyle romanlarda paranın ele alınış biçimini Mustafa Özel yorumladı.

20. yüzyıla girerken Osmanlıların kâğıt paraları vardı, fakat bunun felsefesini yapacak bir düşünürleri yoktu. Georg Simmel 1900 yılında Paranın Felsefesi’nde (Alm. “Philosophie des Geldes”) tamamen dinamikleşmiş bir dünyanın karakterinin paradan daha çarpıcı bir simgesinin olmadığını yazıyordu:

“Paranın anlamı, elden çıkarılacak olmasında yatar. Para hareketsiz kaldığı zaman kendi spesifik değerine ve anlamına göre artık para değildir. Para, hareket hâlinde olmayan başka her şeyin bütünüyle tüketildiği bir hareketin aracından başka bir şey değildir. Bir bakıma o actus purus’tur (Tanrıya atfedilen saf eylem).”[1]

Simmel, bu muhteşem felsefi binaya tarihî-sosyolojik bir revaktan girmeyi de ihmal etmiyordu:

“Formunun soyutluğu sayesinde para, etkisini en uzak alanlara yayabilir. Bir İngiliz tarihçi, Londra kentinin bütün tarihi boyunca asla İngiltere’nin yüreği değil, zaman zaman beyni olarak fonksiyon görmesine rağmen, daima onun cüzdanı olarak faaliyet gösterdiğini belirtmiştir. Aynı şekilde, Roma Cumhuriyeti’nin sonunda, Galya’da harcanan her kuruşun Roma’daki finansörlerin kasasına girdiği söylenmiştir.”[2]

Osmanlıların filozof Simmel’i yoksa da romancı Ahmet Midhat’ları vardı! Aynı yıllarda kaleme aldığı “Para” başlıklı uzun hikâyesine şu sorgulayıcı sözlerle giriyordu:

“Serlevhamızı beğendiniz mi? Ne tatlı, ne ehemmiyetli bir şey üzerine hikâyemiz esasını bina eylediğimizi gördünüz mü? Para bu! Parrrrrrraaaa!”

Daha sonra, modern çağın ruhuna derinden nüfuz edecek olan Spengler veya Toynbee gibi medeniyet tarihçilerinden el almışçasına, derin bir tarih felsefesine dalıyor; şan ve şeref bahsinde çağların sırasıyla hikmet, cihangirlik, bilim, güzel sanatlar ve nihayet para ile temayüz ettiklerini belirtiyordu:

“Tarihe müracaat ederseniz görürsünüz ki insanların şan ve şeref addeyledikleri şey devren ba’d devr, asren ba’d asr pek çok tebeddülâta uğramıştır. Bir zamanlar şan ve şeref yalnız hikmette olduğundan Yunanistan’ın ukalâ-yı seb’ası ve onlara tâbi olan hükeması o devrin kahramanları addolunurlar idi. Onlardan sonra cihangirlik şan ve şeref addolunduğundan Sizostrisler, Büyük İskender’ler, Kayzerler filânlar bu yolda en büyük kahramanlar addolunmuşlardır. Bir zaman dahi ulûm ve maarif şan ve şeref addolunmuş idi ki binlerce esami bu yolun kahramanı sayılırlar. Hâsılı bir zamanlar sanayi-i nefise şan ve şeref addolunarak erbabı bütün cihanın hürmet ve tazimine mazhar olmuşlardır.”

Ee, şimdi bunların yerinde yeller mi esiyor artık? Hikmet rafa kaldırılıp, cihangirlik toz olup, bilim ve güzel sanatlara sırt mı dönüldü? Öyle olmasa da yeni bir değer sistemine maruz kalmış bulunuyoruz:

“Şimdi bu zamanın en büyük şan ve şerefi paradır! Elyevm para kazanan bir adam vaktiyle hikmet söyleyen feylesoftan, esfar-ı cihangiraneye çıkan sahip-kırandan, kutb-ı zaman addolunacak erbab-ı ulûm ve fünundan ve sanayi-i nefisede en ileriye varan esatizeden, hâsılı herkesten, her şeyden daha galiptir.”

Değerlendirmesinin sonuna doğru hâce-i evvelimiz adını bile işitmediği Simmel’e oldukça yaklaşır:

“Bu devrin en büyük kahramanları Rotschild’ler, Kamando’lar ve bunlar gibi zenginlerin mecamii olan bankalardır. Düşünmelidir ki bunca şimendüferleri, tünelleri, kanalları ve dağ gibi gemileri yapan hep paradır. Zenginlikteki kudretin şu cihetine şaşmalıdır ki beş paralık kâğıt parçasına beş bin liralık kıymet veriyor. Krallar, imparatorlar bile sarrafların, bankacıların minneti altında bulunuyorlar. Çünkü onlara borçları vardır.”[3]

Gerek Simmel’in çözümlemesinde, gerek hâce-i evvel (“ilk öğretmen”) unvanını lâyıkıyla taşıyan Midhat Efendi’nin tespitlerinde öne çıkan husus, bir kredi unsuru olarak kâğıt para ve onun arkasındaki finans çevrelerinin gücüdür. Goethe’nin onlardan yüz yıl kadar önce Faust II’de haber verdiği üzere, dünyanın gerçek hükümdarları finansçılardır artık. Çağdaş bir araştırmacı, modern toplumun özünün, paranın kredi olarak yeniden icadından ibaret olduğunu söylüyor. Kâğıt para sistemi tutmamış olsaydı, Sanayi Devrimi’ni oluşturan büyük ölçekli sanayi yatırımları gerçekleştirilemezdi. Büyük kredilere uygulanan fahiş (usurious) faizlerle kasalarını dolduran para babaları (“The Moneyed Interest”) yeni dünyanın hakiki efendileriydi:

“Küçük bir azınlık idiler. İngiltere’de 1709 yılında on veya on bir bin dolayında olan sayıları, 1750’lerde elli, altmış bine ulaşmıştı. Niall Ferguson, 19. yüzyıl başlarındaki sayıyı 250 binden az olarak tahmin ediyor, nüfusun sadece yüzde 2’si. Fakat bunların serveti, Birleşik Krallığın tüm milli gelirinin iki katından fazlaydı.”[4]

Daha sonra Merkez Bankası’na dönüşen Bank of England gibi finans kurumlarını kuranlar da bunlardı.

“Kuruluşundan kısa bir süre sonra Bank of England, Kral William’a yıllık yüzde 8 faizle 1.2 milyon Pound borç verdi. Banka bu suretle dünyanın en büyük imparatorluğunun gelecek yüzyıllardaki fetihlerini finanse etmek üzere para temin ediyor, İngiliz devletinin finansmanının modernleştirilmesini temsil ediyor ve hem işletmelerin hem de giderek genişleyen sömürgecilik projelerinin finansmanına yardımcı oluyordu.”[5]

Varlığını temelde bu finansmana borçlu olan modern/kapitalist şirket, iktisadi ve hatta toplumsal hayatın temel birimi olurken; şirket üzerindeki mülkiyet haklarını temsil eden ticari belgeler de (hisseler), her an başkalarına devredilebilir ticari kâğıtlara dönüştü. Dickens’ın kelimeleriyle, Hisse Trafiği yeni toplumun sadece temel iktisadi faaliyeti değil, başlıca dinî ve siyasi ritüeli haline geldi:

“Bu dünyada yapılacak tek şey varsa o da Hisse Trafiği’dir. Soyun sopun olmasın, yerleşik bir karakterin olmasın, fikrin olmasın, görgün olmasın; hissen olsun. Yönetim Kuruluna büyük harflerle adın yazılacak kadar hissen olsun, gizemli işler için Londra’yla Paris arasında mekik doku, büyük adam ol. Nereden geliyor? Hisselerden. Nereye gidiyor? Hisselere. Zevkleri neler? Hisseler. İlkeleri neler? Hisseler. Onu Parlamento’ya ne soktu? Hisseler. Ey, yüce Hisseler!”[6]

İlerlemenin İki Anahtarı: İcatlar ve Keşifler

Osmanlı dünyasının Dickens’ı sayabileceğimiz A. Midhat Efendi, bireysel düzlemde para kazanma sanatını tasvir ederken de Max Weber’e taş çıkartacak bir toplumbilimci kişiliğine bürünüyordu. Bahtiyarlık başlıklı uzun hikâye veya romanında, Semih Efendi “Ben bu dünyada bahtiyar olamadım. Bari sen bahtiyar ol” diyerek oğlu Şinasi’yi Galatasaray Lisesine gönderir. Aklı evvel dostları tenkide başlar hemen: “Oğlunuzu sanatkâr veyahut tacir edecek iseniz Galatasarayı’na yazdıracağınıza bir sanata çırak verseniz kavliniz ile fiiliniz daha mütenasip düşmez mi idi?” Semih Bey’in cevabı, kapitalizmin ruhuna ne ölçüde nüfuz etmiş olduğunu yansıtıyor:

“Ben oğlum sanatkâr olsun diyor isem yorgancı veyahut yemenici çırağı olsun demiyorum. Ben oğlum tacir olsun diyor isem bakkal veyahut attar olsun demiyorum. İstanbul ve Galata ve Beyoğlu mağazalarını gezip sanayiin derece-i terakkisine dall olan bunca icazkârane masnuatı görmüyor musunuz? Üstatlarından gördüklerinden başka bir şey yapmayanlar bu asar-ı mucidane, bu malûmat-ı muhterianeyi meydana koyabilirler mi? Bahçekapısı ve Galata gibi merakiz-i ticariyede bulunan mağazaları görmüyor musunuz ki derûnlarında birer yazıhaneden başka bir şey bulunmadığı halde size iki kelime ile iki bin kese akçelik mal devrediyorlar. Bunlar ile kırk paralık kuru kahve satan tacir arasındaki farkı bulamıyor musunuz?”[7]

Bulamıyor olacağız ki, bu romandan yüz yıl sonra bile ticaret ve sanayi odalarımız binalarının duvarlarına inovasyon gibi kelimeleri iri harflerle yazıp üyelerine hatırlatmak zorunda kalıyor, icatçı global şirketleri yakından tanımaya yönelik benchmarking seminerleri düzenliyorlar. Geniş ufuklu romancımız icat ve buluşların büyük ölçekli para kazanma sanatındaki önemini derinden kavramıştır:

“İtikadımız vechile tahsil ve taallüm yalnız devlet memuriyeti mesleğinde bulunanlara mahsus olacak da başkalarına maarifin lüzumu görülmeyecek ise cihan-ı terakkide hayret-ferma-yı ukul olan ihtiraat (icatlar) ve keşfiyat (keşifler) kabil olabilir mi idi?”

Olmazdı tabii. Sadece siyasi öznelerin (bürokrasi) tahsiline önem veren, iktisadi hayatla bilim arasında köprü kuramayan toplumlar ayakta kalamazdı. Hâce-i evvel bu romanıyla Sadullah Paşa’nın (1839-91) Ondokuzuncu Asır Manzumesi’nin son beytini şerh ediyor gibidir:

Zaman zaman-ı terakki, cihan cihan-ı ulûm

Olur mu cehl ile kabil beka-yı cem’iyyât?

Para, insanlık tarihinin en oynak ve en gizemli gerçekliklerinden biridir. Alışverişi kolaylaştırır, nasıl sömürüldüğümüzü görmeyi zorlaştırır. Son 300 yılda piyasalara egemen olan kâğıt para ise bir tür büyü; Goethe’nin ifadesiyle simyadır. Hükümdarların borcunu, halkın borcu hâline getirir. Dünya küreselleştikçe, yerel/ulusal yöneticiler yerlerini “paraya hükmeden” küresel yöneticilere bırakırlar. Hakiki hükümdarlar bunlardır. Osmanlı toplumu bu gerçekleri kuramlaştıracak Simmel benzeri filozoflar değilse de paranın ruhuna nüfuz eden Ahmet Midhat gibi romancılar yetiştirmiştir.

Dipnotlar

[1] Georg Simmel: Paranın Felsefesi, İstanbul: İthaki, 2014, s. 516.

[2] Age, s. 509-10.

[3]Ahmet Mithat Efendi: “Para,” Letaif-i Rivayat içinde, İstanbul: Çağrı, 2001, s. 537.

[4] Adrian Kuzminski: The Ecology of Money, Lanham: Lexington, 2013, s. 3.

[5] S. B. MacDonald + A. L. Gastmann: A History of Credit and Power in the Western World, New Brunswick: Transaction, 2009, s. 133.

[6] Charles Dickens: Müşterek Dostumuz, İstanbul: İthaki, 2010, s. 43.

[7] Ahmet Mithat Efendi: “Bahtiyarlık,” Letaif-i Rivayat içinde, İstanbul: Çağrı, 2001, s. 287.

Mustafa Özel

Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesinden mezun olan Özel, köşe yazarlığı ve danışmanlık yapmış, sivil toplum çalışmalarının içerisinde yer almıştır. 

Yazarın diğer yazıları
Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler