'Vatan Nedir?'

Vatanım Ruy-i Zemin, Milletim Nev’i Beşer

Vatan kavramı hayalî bir kurgu mu? Vatanında olma hissi kişinin doğup büyüdüğü ülkenin sınırları içerisine hapsedilebilir mi? Roni Margulies “Vatan Nedir?” serisi için bu kavramın neden kişisel sözlüğünde yer almadığını yazdı.

24 Haziran 2023 Roni Margulies
© Shutterstock.com

Doğup büyüdüğü ülkeden başka bir ülkede yaşayan insanların çoğunluğu, belki de büyük çoğunluğu, yaşadığı ülkeyi değil terk ettiği ülkeyi “vatan” olarak düşünür, o vatanı sever, özler ve çok zaman vatana dönüş hayalleri kurar; dönüş ihtimali olsa da olmasa da. Bu sevgi, özlem ve hayaller hiç düşünmeye bile gerek duymadan “doğal” karşılanır, sorgulanmaz.

Aynı şey yaşamını doğduğu yerde sürdürenler için de geçerlidir. Özellikle konu Türkiye ise, vatan sevgisini nüfusun ezici çoğunluğunun hiç tereddüt etmeden benimsediği kuşkusuzdur. Vatanını seven, bu sevginin nedenini açıklamak zorunda hissetmez kendisini. Garip olan, açıklamak zorunda olan, vatanını sevmeyen kişidir. Bu kişi de sorun yaşamak, kendisinden beklenen açıklamaları vermek istemeyeceği için sevmediğini ilan etmeyecektir zaten.

Ama Perspektif dergisi “Vatan kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye açık açık sorduğuna göre, ben de açık açık cevap vereyim; yalan söyleyecek değilim ya!

Benim sözlüğümde, düşünce dünyamda, hayatımı yöneten kişisel anayasamda “vatan” kelimesi yer almaz. Dolayısıyla vatan sevgisi de, duygularım, sevgilerim arasında son sıralarda bile bulunmaz. Bunları bir durum tespiti olarak söylemiyorum sadece, bir değer yargısı da içeriyorlar. Belli bir coğrafyayı dünyanın geri kalanından, belli bir insan grubunu tüm diğer insanlardan daha fazla sevmeyi yanlış buluyorum, kaçınılmaz olarak ayrımcılığa, dışlayıcılığa yol açtığını düşünüyorum. Yani “vatan” anayasamda yer almamakla kalmıyor, vatana düşkün olanların cezası da var. (Ağır bir ceza değil ama, benim tarafımdan kınanmaktan ve sevilmemekten ibaret!)

Vatana bakışımın niye tarafsız olmakla kalmayıp olumsuz da olduğunu açıklayacağım. Ama önce bu kavramın sanıldığı kadar doğal, insanî ve zararsız olup olmadığını sorgulayalım, izninizle.

Denebilir ki, insanın doğup büyüdüğü yeri, komşularını, ailesiyle çevresinden öğrendiği adetleri, gelenekleri ve yaşam tarzını sevmesi en doğal şeydir. Bu sevgi, üzerine artık yurtdışında yaşayanların durumunda olduğu gibi bir de özlem eklendiğinde, daha da doğallaşır. Üzerine bir de yaşlandıkça gençlik yıllarına ve o yılların yaşamına duyulan nostaljiyi eklersek dünyanın en doğal şeyi olur. Bunları elbette biliyor ve anlıyorum. İstanbul’da liseyi bitirip İngiltere’de üniversiteye gittiğimde ve orada yaşadığım otuz yıl boyunca bu sevgiyi, özlemi ve giderek nostaljiyi ben de yaşadım.

Ama sevdiğim, özlediğim, artan bir duygu yüküyle hatırladığım “şey” neydi? Vatan mıydı? Sanmıyorum. Sınıf arkadaşlarımla İstanbul’da gezinmeyi, Boğaz’da rakı içmeyi, büyükbabama kendi gençliğini anlattırmayı, okulun bahçesinde sigara içip Karadeniz’den Marmara’ya doğru süzülen Rus şileplerini izlemeyi seviyor ve özlüyordum. Ama Bartın, Yozgat veya Kütahya’da neler olduğu, kimlerin neler yaptığı umurumda bile değildi. Veya Kalküta, Ulan Bator ve La Paz ne kadar umurumdaysa Bartın, Yozgat ve Kütahya da o kadar umurumdaydı, daha fazla değil. Niye daha fazla olacaktı ki? Bu şehirlerin altısına da hayatımda hiç gitmemiştim, oralarda yaşayan hiç kimseyi tanımıyordum, oraların sakinleriyle hiçbir özel bağım yoktu. Kuşkusuz şehirlerin hepsinde tanısam çok seveceğim insanlar olduğu gibi pek de sevmeyeceğim insanlar da vardı, ama Yozgat’takileri Ulan Bator’dakilerden daha çok seveceğimi düşünmem için herhangi bir neden yoktu.

Bu nedenle, bana “Nerelisin?” sorusu sorulduğunda hep “İstanbulluyum” cevabını verdim, hiç “Türkiyeliyim” demedim. Yurtdışında yaşadığım yıllar boyunca özlemle sevdiğim her şey İstanbul’daydı, İstanbul’la ilgiliydi çünkü. Türkiye’yle, “vatan” ile ilgili değildi.

Bir Toprak Parçası

“Sen İstanbul’u özlemiş olabilirsin, ama vatan başka bir şey” diye düşünenleriniz olacaktır tahminimce. Peki, nedir “vatan”?

Şöyle bir çelişkiden yola çıkalım: Türkiye’de vatan sevgisiyle ilgili bir anket yapılsa sevgiyle dolup taşan sonuçlar çıkacağı konusunda kuşkumuz yoktur herhalde. Böyle bir anket yapılmışsa, ben bulamadım. Ama vatan sevgisinin dolaylı bir göstergesi olarak kullanabileceğimiz bir anket var. Gallup, 2015’te dünya çapında yaptığı bir ankette “Ülkeniz için savaşır mıydınız?” sorusunu sormuş. En düşük oranda “Evet” cevabının verildiği ülkeler Japonya (yüzde 11), Hollanda (yüzde 15) ve Almanya (yüzde 18); en yüksekleri Fas (yüzde 94) ve Pakistan (yüzde 89). Türkiye’nin birinci olması beni şaşırtmazdı doğrusu, ama %73 ile on ikinci olmuş. Olsun, yine de yüksek bir oran. Üstelik sorulan soru savaşmakla ilişkilendirilmese, sadece vatan sevgisiyle ilgili olsa kuşkusuz daha da yüksek bir oran çıkacaktı.

Öte yandan, 2020 yılında gerçekleştirilen iki kamuoyu araştırması bu sevgiyi kuşkuyla karşılamamızı gerektiriyor belki de. Yeditepe Üniversitesi ile MAK Danışmanlık şirketinin 13 Temmuz-20 Ağustos 2020 tarihleri arasında yaptığı bir araştırma 18-29 yaşında gençlere, kalıcı olarak bir başka ülkenin vatandaşlığı verildiği takdirde gidip o ülkede yaşayıp yaşamayacaklarını sormuş. “Giderim” diyenlerin oranı yüzde 64, kesinlikle gitmeyeceğini söyleyenler ise sadece yüzde 14.

Sosyal Demokrasi Vakfı’nın (SODEV) 15-25 yaş grubuyla yaptığı ve imkân olsa yurtdışına yerleşip orada yaşamak isteyip istemeyeceklerinin sorulduğu anketin sonuçları da aşağı yukarı aynı. Gitmek isteyeceklerini söyleyenlerin oranı yüzde 62,5. (Bu oran, vatan için mangalda kül bırakmayan MHP’liler arasında yüzde 68,6’ya yükseliyor!)

İlginç, değil mi? Büyük çoğunluğu vatan sevgisiyle yanıp tutuşan genç vatandaşların büyük çoğunluğu eline bir pasaport verildiği anda ilk uçağa atlayıp vatanı terk etme özlemiyle de yanıyor!

Demek ki, vatan sevgisi biraz afakî, biraz hayalî bir sevgi. Ama bunda şaşılacak bir şey yok, çünkü “vatan” kavramının kendisi hayalî bir kavram, “uydurulmuş” bir kavram.

Türk Dil Kurumu, “vatan” kelimesini “yurt” olarak, “yurt” kelimesini de “bir halkın üzerinde yaşadığı, kültürünü oluşturduğu toprak parçası, vatan” olarak tanımlıyor. “Yurt” için de ayrıca “Göçebe Türklerin oturduğu çadır” diyor. Vatanı bu dar anlamlarıyla alırsak, üzerinde yaşanan toprak parçası olarak veya en dar anlamıyla gece sığınıp yatılan çadır olarak anlarsak, itirazım yok. Bu vatan hayalî değil, somut ve büyük ölçüde kişisel bir şey. Benim “İstanbulluyum” derken kast ettiğim şeye benziyor.

Ama açık ki bu dediğim vatan, Mustafa Kemal’in “Vatan sevgisi ruhları kurtaran en kuvvetli rüzgârdır” sözündeki veya Vatan yahut Silistre’deki vatan değil; “söz konusu vatansa gerisi teferruattır” diyerek cinayet işleyenlerin düşündüğü veya “vatan haini” ifadesini kullananların hayal ettiği vatan değil. Onlarınki küçük bir toprak parçası, bir çadır değil, bambaşka bir şey, çok daha geniş kapsamlı, çok daha ulvi, adeta kutsal bir vatan. Ve kelimenin yaygın kabul gören anlamı da bu.

Bu anlamıyla vatan kelimesi basitçe bir toprak parçasını değil, ulus devlet kavramının çoğu diğer unsurunu da şu veya bu ölçüde içeriyor veya en azından ima ediyor: Sınırları belli ve değişmez olup silahlı kuvvetler tarafından korunan bir coğrafya, o sınırlar içinde yaşayan ve aynı tarihi, aynı dili, aynı kaderi paylaştığı iddia edilen bir insan topluluğu; bu topluluğun çok eski, çok medenî, çok mükemmel olduğunu hikâye eden bir resmî anlatı… İşte, afakî ve hayalî olan bu vatandır.

Niye Hayalî?

Niye afakî ve hayalî olduğuna sırasıyla bakalım. Uğruna ölümlere gitmemiz beklenen sınırlar tarih boyunca padişahlar, beyler, krallar, prensler, dükler arasındaki savaşlar ve savaş sonrası antlaşmalarla belirlenmiş, yani önemli ölçüde tesadüfî, daha da önemli ölçüde askerî güç dengelerinin sonuçları. Tarih boyunca sık sık değişen, savaş meydanlarıyla konferans masalarında çizilen bu sınır çizgilerinin bizim için niye kutsiyet taşıması gerektiğini anlamak zor!

Sınırlar içinde yaşayan insanların bin yıllardır kader birliği ettiği, aynı dili konuştuğu, aynı kültürü paylaştığı ise, basitçe bir palavra. Dünyanın ne kadar çok “vatan”ında (Türkiye dahil) iç savaş yaşandığını düşünürsek; 195 “vatan” varken altı binin üzerinde dil olduğunu hesaba katarsak; hemen hemen bütün ülkelerin (“vatanların”) 19. ve 20. yüzyıllarda ortaya çıktığını ve öncesinde insanlık tarihi boyunca “vatan”, “ülke”, “ulus”, “millî” gibi kavramların mevcut bile olmadığını hatırlarsak, tüm resmî millî anlatıların ulus devletler ortaya çıkarken uydurulmuş/hayal edilmiş/yazılmış mitolojik anlatılar olduğunu kolayca görürüz.

Niye uydurulmuş peki? Şöyle düşünelim: kişi yoksulsa, başarısız ve çaresiz olduğunu düşünüyorsa, hayatını istediği gibi yönlendiremiyor ve istediği hiçbir şeyi yapamıyorsa, “Ne mutlu Türk’üm diyene” ve “Bir Türk dünyaya bedeldir” sözlerine inanmak, “büyük” Türkiye’nin bir unsuru olduğunu düşünmek müthiş bir teselli kaynağı olur. Teselli bulan kişi isyan etmez, daha kolay yönetilir, yönlendirilir. Vatan, millet ve Sakarya ve bunların tüm dillerdeki karşılıkları, yönetenlerin yönetim araçlarıdır; bu amaçla uydurulmuşlardır.

Ben bunlara inanmamayı seçiyorum. Bunlardan yola çıkarak tanımadığım bir Türk’ü tanımadığım bir Afgan, Alman veya Angolalıdan daha çok sevmeyi reddediyorum. Misak-ı millî sınırlarının bir adım içindeyken üzerinde durduğum toprağı çok sevip iki adım attıktan sonra Bulgaristan, Gürcistan veya İran toprağını daha az sevmeyi makul bulmuyorum. Tanıştığımızda bazılarını sevebilir, bazılarını sevmeyebilirim, ama bütün insanlar benim vatandaşımdır. Gördüğümde bazı yerlerini güzel bulabilir, bazılarını bulmayabilirim, ama dünyanın bütün toprakları benim vatanımdır.

Bu yazıyla ilgili yorumunuzu paylaşabilirsiniz. Bunu yaparken Yorum Kurallarımızı dikkate alın lütfen.
Yorum adedi#0

*Tüm alanları doldurunuz

Son Yüklenenler